Birbirimizin yüzüne bakabilmek için… (1)
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi çıkışlı eski politik tutuklularla yaptığımız görüşmelerde yaşanmışlıkları ile ilgili olarak birçoğu “Diyarbakır 5 No’lu… anlatılmaz yaşanır” diyorlardı.
Başlangıçta bu ifade bize abartılı geliyordu.
Ancak görüşmeler ilerledikçe hadisenin derinliği ortaya çıktı.
Yapılan işkence yöntemlerini ve onların insanın ruhsal ve fiziksel dünyası üzerinde yarattığı yıkıcı sonuçları öğrendikçe, bu düşüncenin gerçeğin ta kendisi olduğunu dehşetle fark ettik.
Dahası tutukluların ne yaşadıklarını, başlarına ne geldiğini, tüm yönleri ve sonuçlarıyla fark etmediklerine tanıklık ettik.
Yaşatılanlar nicel olarak bütünüyle bilinmiyordu. Her politik tutuklu, yaşadıklarını biliyordu; diğer hücreler ve koğuşlara dair bilgisi eksik ve dağınıktı.
Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi meğer bir Gayya Kuyusu imiş…
Bu nedenledir ki yaşatılanları öğrenmek bir süreçtir, diyebiliriz.
Dünyada ortalama 100 çeşit işkence uygulaması olduğu biliniyor.
Bunlardan 70’in üzerindeki işkence yönteminin hemen hemen bütün politik tutuklulara yaygın ve sistemli bir şekilde uygulandığını dinledik.
60’ın üzerinde politik tutuklunun öldürülmesi, binlercesinin yaralanması, yüzlercesinin psikolojisinin bozulması, onlarcasının akli dengesini yitirmesi gibi somut bulgular gerçeği tam vermiyor.
Bu bulgulara başvurmak çok gerekli, ancak tek başına kuru ve matematiksel kaldığını kabul etmeliyiz.
Bu noktada gerçeğin birçok biçimde anlatılması da gerekiyor…
Sanatın ve edebiyatın diline de ihtiyaç var. Güçlü yazarlara, şairlere, ressamlara, heykeltraşlara, sinemacılara görev düşüyor.
Diyarbakır 5 No’lu ile şüphesiz aynı düzeyde olmasa da günümüzde de cezaevlerinin kötücül koşulları sürüyor.
Geçmişteki gerçek aslında bugünün de gerçeğidir.
Vahşi toplumsal mühendislik
Yüzyıllar içinde ağır bedeller ödenerek yaratılan insani değerler, son derece aşağılık tavırlarla akıl almaz biçimde çiğnenmiş ve insanlıkla ilgili ne varsa yerlerde sürünmüş o yıllarda.
Her politik tutuklu, insanlığa dair herhangi bir ışığın cezaevinden içeri sızmadığını yaşayarak görmüş.
Tutuklular, kapkaranlık/zifiri bir vahşet dünyasında, çırılçıplak, korunaksız, dayanaksız bırakılmış.
Uygulamalar, politik tutukluların içindeki insanı yok etmeyi amaçlıyor.
Yaratılmak istenen insan tipi, öncelikle kendi kişiliğine karşı, içinde insana ait ne varsa ona düşman olan bir tip olarak tasarlanmış.
12 Eylül Cuntası, Diyarbakır tutuklularını elbette tümüyle karşıtına dönüştürmeyi başaramadı, ama amaç bu idi!
Bu amaca varmak için vahşi bir toplumsal mühendislik uygulandığını biliyoruz artık.
Vahşet politikalarıyla, tutukluların kendine yabancılaşması, kendinden utanması, kendinden korkması tasarlanıyordu.
Bu sayede cezaevinden topluma doğru korku ve pasifikasyon pompalanacaktı.
Vahşet politikalarının uygulayıcısı Yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran göreve geldiğinin hemen ilk günü tutsaklara işlevinin bu olduğunu şöyle ilan ediyor;
Sizleri öyle bir hale getireceğim ki dışarı bıraksam da çıkmak istemeyeceksiniz.
Toplumsal bilinç sıçraması
Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi vahşeti, Türkiye’nin ve dünyanın herhangi bir cezaevindeki uygulamalarla kıyaslamadan, kendi özgünlüğü içinde anlaşılmalıdır.
Bu tür kıyaslamalar Diyarbakır Askeri Cezaevi’ni dünyada ve Türkiye’de yaşanmış cezaevi örneklerinden biri yapar ki bu, insanlığı Diyarbakır’da yaşanılan vahşet politikalarına karşı toplumsal bilinç sıçraması yapma imkanından alıkoyar.
Nazi kamplarındaki uygulamalar, insanlığı acı yaşayan insanlara nasıl duyarlı kılmış ve onda bir bilinç sıçraması yaratmışsa, Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde yaşananların da insanlık için benzeri bir işlev taşıdığının ayırdına varılmalıdır.
Türkiye’nin aydınlık yüzleri, Türkiye’nin ilerici ve demokrat çevreleri, bunun gereğini uzun süre yerine getiremediler.
Diyarbakır’la ilgili vicdanlar uykuya yattı.
Eğer Diyarbakır uygulamaları, anti Nazi kampanyaları perspektifiyle ele alınsaydı, eminiz vicdanların uyandırılması, 12 Eylül darbeciliğinin yargılanması, Kürt meselesinin çözülmesi gibi toplumsal olarak hepimizi geleceğe taşıyacak konular da Türkiye’de daha ileri ve adil bir noktada olurdu.
30 yıl sonra, Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu eliyle, Türkiye’nin önüne hayat, Diyarbakır Cezaevi gerçeğini getirip koymuş oldu.
Kürt meselesinin yeni dönemi…
12 Eylül cuntasının insanlık dışı karakterini bütün boyutlarıyla ortaya çıkarmak hala son derece önemli.
Her şey bir yana, 12 Eylül katlanarak sürüyor.
İşkence yöntemleri ve onların insanın ruhsal/fiziksel bütünlüğü üzerinde yarattığı tahribat, Diyarbakır Askeri Cezaevi gerçeğine temel olan siyasetin üzerini de örtmemeli …
Kürt meselesi 100 yıllık bir mesele olarak hep vardı.
12 Eylül darbecilerinin Diyarbakır Cezaevi’nde uyguladıkları siyaset yeni bir döneme geçişin işareti oldu.
Çünkü Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeki uygulamaların karakterini, T.C. Devleti’nin Kürt halkına, tarihsel/stratejik bakışı belirledi.
Tutukluların “Ben Türküm” demesi istenen ilk yaptırım olmuş.
Tutuklu “Türküm” demişse, o aşamada kurallara uymuş ve ‘teslim olmuş’ demekti.
Düşünce ve duygularından bağımsız olarak tutukluların “Türk” kabul edilmesi, içlerindeki Kürt insan özelliklerinden -Türkleşme temelinde- arındırma politikası, amaçlarının ne olduğunu sergiliyordu.
Bu, T.C. Devleti’nin Kürt halkına yönelik yeni politikasının cezaevi koşullarındaki uygulaması oluyordu.
“Türkçe konuş, çok konuş”; T.C. Devleti’nin 80 yıllık “inkâr” politikasını ortaya koyuyordu.
Nitekim 12 Eylül darbe anayasasında, Kürtlerin ana dili yasaklanacaktı.
Bunun sebebi de 1937-38’de tarihi şef tarafından “tarihe havale edildiği” ifade edilen bir halkın, Kürtlerin 1970’lerde tarihin derin düş uykusundan uyanışı idi.
(Devam edecek)