Aktüel Yorum

Psikolojinin pisliği…

Bu başlık altında birkaç yazı yayımlayacağım.

Amacım, insanın en çok mücadele ettiği, nefret ettiği meseleleri farkında olmadan arzulamasının birey ve toplum için nasıl sorunlar yaratabileceğini vurgulamak. Örneğin, açlığı kimse istemiyor; yoksulluktan nefret ediyoruz. Afrikalı çocukların yetersiz beslenmeden hareket edemez hale gelmeleri itici bulunuyor. Ancak aynı zamanda insanlar, büyük paralar harcayarak diyet programlarına katılıyor ve aç kalmayı güçlü bir irade göstergesi olarak görüyorlar.

Yoksulluktan nefret ediyoruz, evet. Yoksulluğun en belirgin sembolü olan yırtık giysiler değil mi? Ancak bu yoksulluk simgesi yırtık giysiler, pahalı bir moda trendi olarak hayatımıza giriyor. Yoksullukla bağını kopardığımız şeyleri, arzu nesneleri haline getirerek benimsiyoruz.

Ve şu siyahlar… Irkçılığımızın hedefi olan siyahlar. Öyle ki, siyah bile demeyip daha da ayrımcı ifadelerle nefretimizi dile getiriyoruz. Ancak aynı zamanda, bu nefret ettiğimiz siyahların dudaklarına sahip olmak için botoks yaptırıyor, paralar döküyoruz. Siyahların kalça yapıları… Sevmediğimizi söylüyoruz. Ancak beyaz kadınlar estetik ameliyatlarla kalçalarını, bu “sevmediğimiz” siyahların kalçalarına benzetiyorlar.

Nefret ettiğimiz şeylere büyüteçle bakınca, altından haset, kıskançlık ve arzu çıkabiliyor. Psikoloji pazarında da benzer dinamikler var. İnsan, bazen en büyük nefretini en derin arzularıyla iç içe geçiriyor.

HERKES BİRAZ PSİKOLOG GALİBA…

Bir uçağın iniş takımlarına dair bir konu çoğu insanı ilgilendirmez ve bu konuda bir yazı yazsam, büyük ihtimalle çoğunuz anlamazdınız. Yani, hemen hemen herkesin bilmediği, yalnızca uzmanlarının konuşabileceği bir konudur. Biz “bilgisizler” ise öğrenmek için sadece sorular sorabiliriz.

Ancak psikoloji böyle bir bilim değil. Sosyal bilimlerin çoğu da aynı şekilde. Her insan, kendisi, sosyal çevresi ve ilişkilerinden hareketle psikolojiye dair bir şeyler bilir ya da öyle düşünür. Bu durum bazen psikoloğun işini zorlaştırabilir. Çünkü psikoloğa giden kişi de bir yanıyla biraz uzmandır. İşte bu “biraz bilme” hali, çoğu insanın psikoloji konusunda çok şey söyleyebilmesine olanak tanır. Ancak bu aynı zamanda, söylenen her şeyin kolayca eleştirilebilir olmasını da beraberinde getirir.

Bu yazdıklarım da elbette bu durumdan muaf değil. Bir yanıyla, bu durum oldukça olumlu bir şey. İnsanların psikolojiye dair bir fikir sahibi olması ve üzerine konuşması, bilime olan ilginin bir yansıması. Ancak bu ilgi, doğru bilgiyle desteklendiği sürece daha yapıcı bir hâle gelebilir.

Bazı dönemlerde bazı işler, sanki çok önemliymiş gibi öne çıkıyor. Kocaman bir adam ya da kadın, lüks bir arabaya binmeden önce üniformalı bir kişi arabanın kapısını açıyor. Sanki bu insanlar araba kapısını açmayı bilmiyormuş gibi bir sahne düzenleniyor. Bu görüntü, arabaya binen kişinin çok önemli biri olduğu hissini vermek için yaratılmıştır. Öyle ki, bu kadar “önemli” birinin araba kapısı açmak gibi “önemsiz” bir işi yapması düşünülemez.

İŞ SAÇMADIR. BİZ BU SAÇMALIĞA ANLAM ARARIZ

David Graeber bu konuya ilişkin bir kitap yazmış: Bullshit Jobs (Türkçesiyle “Saçma, Gereksiz İşler”). Graeber, kapitalizmin bu saçma işleri son derece rafine bir şekilde organize ettiğini ve bu gereksizliği çok önemsenir hale getirdiğini savunuyor. İngiltere’de insanların %37’si, Hollanda’da ise %40’ı yaptıkları işi saçma ve gereksiz buluyor.

Bu tür saçma işlerin devlet kurumlarında daha yaygın olduğu görülüyor. Özel sektörde de bu saçma işler yaygın ama orada bu saçmalık daha sıkı denetleniyor. Bir keresinde yönetici konumda olmayan bir memur arkadaşımı iş yerinde ziyaret etmiştim. Lojmanda oturuyordu; bu durum, onu diğer çalışanlardan ayırıyor ve özel bir konuma getiriyordu. Bürosuna gittiğimde girişte bir bekçi, kim olduğumuza bakıyor ve ne istediğimizi soruyordu. Kuruma adım attığınız anda, özel ve önemli bir yere geldiğiniz hissi verilmek isteniyordu. Her yerde kurumun nerede olduğu yazılı olmasına rağmen, bekçinin işi sadece bize 3. kata çıkmamızı söylemekti. Bir odacı, yan odadaki başka bir memura evrakları götürmek için bekliyordu. Çaycısı ise başka biriydi ve işi sadece çay servis edip boş bardakları toplamaktı. Bu “kocaman ve önemli” insanların çayını bile başkası yapıyordu, çünkü onların zamanları “önemli işlere” ayrılmıştı.

Bazen gazetelerde buna dair haberler okuyoruz. “Bankamatik memurları” işe bile gitmeden maaş alıyorlar. Evde oturmak bile maaş almalarını haklı çıkaracak kadar “değerli” sayılıyor. AK Partili önemli kişilerin birkaç işte birden “akıl veren” sıfatıyla para kazandıkları da sıkça yazılıyor. İşte tüm bunlar, Graeber’in dediği gibi, “boktan işler.”

Bazı işler gerçekten çok gerekli ve değerli olabilir, ancak bu alanlarda da saçmalıklar ve gereksiz davranışlar sergilenebiliyor. Örneğin, doktorluk ve hemşirelik, insanlara doğrudan fayda sağlayan hayati mesleklerdir. Ancak her doktorun ya da hemşirenin yaptığı işin aynı derecede değerli olduğunu söylemek zor.

Günümüzde bazı doktorlar, tıbbi hizmet sunmaktan çok bir tür “hizmet sektörü çalışanı” gibi davranıyor. Hastalarını iyileştirmekten ziyade, onlara müşteri gibi yaklaşarak tıbbi süreci daha ticari bir boyuta taşıyorlar. Hasta memnuniyeti elbette önemli, ancak bazen bu yaklaşım, tıp mesleğinin özündeki etik değerleri gölgede bırakabiliyor. Hizmetin gerekliliği ve niteliği bir yana, bu tür mesleklerde bile önceliğin, asıl amaç yerine gösterişe veya maddiyata kaydığı durumlar gözlemlenebiliyor.

Özetle, değerli ve gerekli işler dahi, yanlış yaklaşımlar veya amaç kaymaları nedeniyle anlamını yitirebiliyor. Bu da Graeber’in sözünü ettiği saçmalıkların, hayati mesleklerde bile kendine yer bulabildiğini gösteriyor. Tabi saçmalık çoğalınca doktor dövebilmek özgürlük ve gelişmişlik göstergesi olabiliyor.

Bazı dönemlerde, bazı işler sanki çok gerekli, kaçınılmaz ve vazgeçilmezmiş gibi öne çıkarılıyor ve adeta şişiriliyor. Yıllar önce, medyumlar televizyon ekranlarında uzun uzun dünyayı ve geleceği anlatırlardı. Pek çok insana umut satarak geçimlerini sağladılar. Günümüzde ise yerlerini yaşam koçları, enerji uzmanları ve astrologlar aldı. Onlar da dünyanın halini ve insanların ruh halini yorumlayarak benzer bir rol üstleniyorlar. Bu kişiler olmadan sanki dünya dönmezmiş gibi bir algı yaratılıyor.

Benzer bir durum, farklı alanlarda da kendini gösteriyor. Örneğin, bazı özel kıyafetler giymiş hocalar veya din adamları çok mühim insan pozundalar. Sanki bir mareşal rütbesine sahipmiş gibi ortalıkta dolaşan Diyanet İşleri Başkanı gibi figürler, varlıklarıyla dünyayı ayakta tutuyormuş gibi bir imaj yaratıyor. Dünya, bu “mühim” insanların sayesinde mi varlığını sürdürüyor, yoksa bu bir yanılsama mı?

Aynı durum psikoloji ve psikoterapi için de geçerli. Bir yandan bu alanlar gerçekten önemli işler yapıyor; insanlara yardımcı oluyor, hayatlarını değiştirebiliyor. Ancak, diğer yandan bu mesleklerin bazı temsilcileri, işleri öyle saçma yerlere götürüyor ki, ortaya adeta bir “bullshit psikoterapiler” alanı çıkıyor. Her alanın gerekliliği, içindeki saçmalıkları göz ardı edemeyeceğimiz gerçeğini değiştirmiyor.

Bu yazı, aslında biraz da kendi işime yönelttiğim bir eleştiri. Önemli görülen işler dahi, yanlış ellerde ya da yanlış yaklaşımlarla gereksiz bir gösteriş veya yanılsamaya dönüşebiliyor. Bu, sadece diğer alanlar için değil, benim mesleğim için de geçerli bir gerçek.

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ

Bir konu çok aktüelse ve birçok insan bu tartışmanın içindeyse, genellikle o konulardan uzak durmayı tercih ediyorum. Çünkü bu tür konular sıkça duygusallaştırılıyor ve kutuplaşmalara neden oluyor. Oysa tartışma, bir insanın anlama çabasıdır. Ancak duygusallaşan ve kutuplaşan tartışmalar, bir düelloya dönüşüyor ve insanlar yalnızca taraf tutmak için konumlanıyor.

Bu durumda, bir tarafı savunabilmek adına o kişi ya da konu adeta kutsallaştırılıyor ve korunma zırhıyla donatılıyor. Bu da tartışmayı bir anlama çabasından çok, bir ideolojik savunma alanına çeviriyor.

Neyse…

Geçtiğimiz aylarda, Muazzez İlmiye Çığ’ın kurucusu olduğu bir kurumun mahkûmlar üzerinde deneyler yaptığı ve işkence uyguladığı iddiaları üzerine bir tartışma başladı. Tartışmanın merkezinde, insanlık suçu sayılan işkence konusu vardı. Çığ’ı savunanlar, mahkûmların bu “sorgulamalara” gönüllü olarak katıldıklarını ve bu durumun bir sorun teşkil etmediğini savundular.

Ben ise konuya farklı bir açıdan yaklaşacağım ve psikoloji alanındaki karanlık noktalara değineceğim. Gazetelerde ve sosyal medyada sıklıkla bilimsel çalışmalara katılım için çağrılar yapılır; hatta bazen bu çalışmalara katılanlara ücret bile ödenir. Ancak, özellikle Amerikalılar için, bu tür deneylerin neden Amerika dışında gerçekleştirildiği büyük bir soru işaretidir. Dahası, bu çalışmalarda “gönüllülerin” mahkûmlardan seçilmesi de başlı başına sorgulanması gereken bir durumdur.

DEMOKRASİ VE BEYAZ İŞKENCE…

1984 yılında, 155 ülke işkenceye karşı olduklarını beyan eden bir belgeyi imzaladı. Buna rağmen, 2014 yılında 140 ülkede işkencenin hâlâ sürdüğünü, Amnesty International “İşkenceyi Durdur” kampanyasıyla duyurdu. Bu insanlık dışı eylemlerde psikologların da aktif görev aldıkları biliniyor. Örneğin, 2007 yılında yaklaşık 150.000 üyesi bulunan Amerikan Psikologlar Birliği (APA), “alternatif sorgulama tekniklerinin” geliştirilmesine, “ülkeyi korumak” gerekçesiyle destek vereceklerini açıkladı. “Vatan, millet, Sakarya” söylemleri birçok ülkede işe yarıyor…

Amerika, “yaratıcı sorgulama taktikleri” adı altında geliştirdiği yöntemleri Guantanamo’da ve Ebu Gureyb gibi kendi toprakları dışındaki yerlerde test ediyordu. Bu sorgulamalar genellikle Amerikan toprakları dışında yapılır. Türkiye’de mahkûmlar üzerinde bu tür deneylerin yapılması ise oldukça masum olmayan bir izlenim bırakıyor. Amaç, “beyaz işkence” olarak adlandırılan, mağdurun bedeninde iz bırakmayan yöntemler geliştirmekti belki de.

İşkence mağdurun bedeninde iz bırakıyor. Devletler bu insanlık dışı yöntemi kullandıklarını açıkça ifade etmekten kaçınıyorlar. Bunun yerine işkence, daha teknik, sempatik ve bilimsel kavramlarla meşrulaştırılıyor. Beyaz işkence veya psikolojik işkence tam da budur: mağdurun direncini kırmak ve bedeninde fiziksel iz bırakmayan yöntemler geliştirmek. İşkence, insanlık onuruna aykırı bir uygulamadır ve insana hem fiziksel hem de psikolojik hasar vermeyi hedefler. Bir insanın başka bir insana işkence yapması toplumda ayıplanır ve suç olarak görülür. Ancak bu tutum, işkenceyi devlet yapınca değişir.

Rainer Mausfeld, Warum schweigen die Lämmer (Kuzular neden suskunlar) adlı kitabında, devletlerin işkenceyi “özel önlemler” olarak tanımladığını ve bu tanım nedeniyle işkenceyi işkence saymadığını yazar. Devletler, başka devletlerin işkencelerini eleştirirken, kendi işkencelerini “teröristlere karşı özel önlemler” olarak tanımlayarak meşrulaştırır. Bu da halkın, devletin işkencesine daha hoşgörülü yaklaşmasına yol açar. Teröre karşı alınan “özel önlemler” halkın gözünde olağanlaşır. Türkiye’de komünistlere, Kürtlere ve en son olarak “FETÖ”cülere yapılanlar bu bağlamda sıradanlaşmıştır.

Mausfeld, bu tür işkence tekniklerinin geliştirilmesinde ünlü bilim insanlarının aktif görev aldığını yazar. Bunlar arasında Hans J. Eysenck de bulunur. Eysenck’in anneannesi Yahudi’ydi ve Nazi döneminde zulümden kaçarak hayatta kalabildi. Ancak Eysenck hayatını Sigmund Freud’la uğraşmakla geçirdi; aşırı sağcı dergilerde makaleler yayınladı ve davranış terapisi, astroloji, parapsikoloji gibi tartışmalı konularla ilgilendi.

Deneysel psikolojiye önemli katkıları olan Kurt Lewin de bilgilerini Amerika’nın hizmetine sundu. Margaret Mead, ünlü bir antropolog ve etnologdur. Cynthia Fleury, Die Klinik der Würde (Onur Kliniği) adlı eserinde Mead’in James Baldwin ile yaptığı bir tartışmadan söz eder. Baldwin, yoksulluktan gelen, eşcinsel siyah bir yazardır. Mead, bu tartışmada “beyaz olmanın kendisine hiçbir avantaj sağlamadığını” iddia eder. Ancak Baldwin’e bunu söylerken ırkçılığı ve yapısal şiddeti önemsizleştirdiğinin farkında bile değildir. Mausfeld Mead’in aynı zamanda devlete ‘hizmet’te bulunduğunu yazar.

Bu tartışmadan bahsetmemin nedeni şu: Bir ülkede “ötekiler” için, ötekilik bile bir “yurt” olmayabilir. Kürtler, kendi Kürtlüklerinde bile yurtlarında hissetmeyebiliyorlar. Burada yalnızca coğrafi değil, kültürel bir yurttan da söz ediyorum. Strüktürel ırkçı tutumlar zamanla kişilerin iç dünyasına saldırı hâline gelir ve iç dünyalarını işgal etmeye dönüşür. Burada psikolojik şiddet teknikleri etkili oluyor.

Carl Rogers (hümanist psikolojinin kurucusu) ve Türkiye’den ayrılıp sosyal psikoloji alanında çalışmalar yapan Muzafer Sherif gibi isimler de bilgilerini düzenin hizmetine sunmuşlardı. Örneğin, “öğrenilmiş çaresizlik” kuramını geliştiren Martin Seligman, CIA tarafından düzenlenen etkinliklerde sunumlar yapmış ve Guantanamo sorgulamalarına aktif kuramsal katkıda bulunmuştur. Bu süreçte Mitchell, Jessen & Associates adlı firmanın yanı sıra Amerikan Psikologlar Birliği yöneticileri de etkin bir rol oynamıştır.

Bu saydığım isimlerin bende de emeği var. Onlardan öğrendim mesleğimi… Ancak şunu unutmamak gerek: C.G. Jung, insanın “karanlık/gölge” yanı olduğunu söyler. Psikoloji masum bir bilim değil. Bize bu bilimi öğretenlerin de kirli ve karanlık yanları var. Jung, ölene kadar Nazi işbirlikçisi olmakla suçlandı. Arkadaşları ve meslektaşları toplama kamplarına gönderilirken ya da sürgüne giderken Nazi rejimi döneminde saygın muamele gördü, meslek odasında başkanlık yaptı. 1934’te yazdığı ve Freud’u eleştiren bir makalesinde, Cermen Irkının Ruhunu anlayamadığını savunuyordu. Bu ruh, Nazizmi iktidara taşıdı. Daha sonraki yıllarda ise “yanlış anlaşıldım” diyerek geri adım attı.

Şunu söylemek istiyorum: Her meslektaş, meslek tarihini öğrenirken mesleğinin görmezden gelinen ya da susulan tarihi de önemsemeli. Bu geçmişle yüzleşerek, öğrendiği bilgileri bilinçli bir şekilde kendisine katmalıdır.

Bu örnekler, psikolojinin kirli ve masum olmayan bir yanını ortaya koymaktadır.

DEPREMLER VE TANRIDAN UZAKLAŞMA

Kasım 1755’te meydana gelen Lizbon Depremi, sadece fiziksel bir yıkıma yol açmakla kalmadı; aynı zamanda, Daniel Burghardt’ın Elend und Emanzipation adlı eserinde bahsettiği gibi, düşünce tarihinde bir “entelektüel deprem”e neden oldu. Bu olayın artçı sarsıntıları, etkisini günümüze kadar sürdürdü ve Avrupa düşünce tarihini derinden etkiledi. Deprem sonrası dönemde, doğa olaylarından sorumlu tutulan tanrı ve onun sorumluluğu sorgulanmaya başlandı. Tanrıya atfedilen görevler sınırlandırılmaya başlanırken, dine yönelik eleştiriler de arttı. Örneğin, depremle günahkârların cezalandırıldığını savunan görüşe karşı, neden daha “günahkâr” kentlerde deprem olmadığı soruluyordu. Ayrıca masumların cezalandırılmasının ahlaki bir çelişki olduğu ve bu durumun tanrının vicdansızlığını sorgulattığı tartışılıyordu.

Bu değişimle birlikte, insan ve toplumun “kötülük”ten sorumlu tutulduğu bir anlayış gelişti (S. Neiman, Das Böse Denken). Günümüzde de büyük felaketlerden sonra sorumlu arama geleneği hâkimdir. Ancak bu süreç, insanın kırılganlığını daha da belirginleştirdi. Modern insan artık her şeyden sorumlu tutuluyor: yoksulluktan, başarısızlıktan, hatta aşksızlıktan. Bu durum, bireyin ruh haliyle ilgilenen psikoloji biliminin önem kazanmasına yol açtı. Bugün psikolojinin ilgi alanına girmeyen bir konu neredeyse yok; insanı ilgilendiren her şey psikolojinin de konusu hâline gelmiş durumda.

PSİKOLOJİK OLAN NE?

Sigmund Freud’un okyanus duygusu olarak tanımladığı bir fenomen vardır: kişinin kendi sınırlarını aştığı, ötekine karıştığı ve ötekinde eridiği bir ruh hali. Bu, derin bir spiritüel deneyimdir. İnsanlar tarih boyunca bu ruh halini dinlerde ve dinsel ayinlerde/zikirde buluyorlardı. Aslında bu duygu, insanın temel bir gereksinimine, yani spiritüelliğe işaret eder.

Aydınlanma döneminde insanın Tanrı’dan uzaklaşması ve dünyevileşme, bu temel spiritüel duygunun tatmin edilememesi anlamına gelir. Peter Watson, Das Zeitalter des Nichts (Hiçlik Çağı) adlı eserinde, bu spiritüel boşluğun insanları din yerine yaşam felsefesi olarak görülebilecek Doğu inançlarına yönlendirdiğini belirtir. Tanrı’dan uzaklaşan birçok kişi, seküler bir orta sınıf hümanizmi içinde kendine yakın hissettiği bir anlam arayışına girdi ve meditasyon gibi pratiklerle bu spiritüel gereksinimlerini karşılamaya çalıştı. Kutsal mekân ziyaretlerinin modern bir dönüşümle yer değiştirdiği görülüyor. Geleneksel olarak inançlılar hac gibi dini ritüellerin bir parçası olarak kutsal mekânlara giderken, seküler bireyler ise Hindistan, Endonezya, Filipinler gibi ülkelerdeki tapınakları meditasyon için ziyaret etmeye yöneliyorlar.

Bu tür ziyaretler, seküler bireylerin spiritüel bir deneyim arayışını yansıtıyor. Geleneksel dini pratiklerin yerini, farklı kültürlerin felsefi ve mistik miraslarını keşfetme isteği alıyor. Tapınaklar, sadece birer turistik nokta olmanın ötesine geçerek, huzur, dinginlik ve kişisel içe dönüş arayan sekülerlerin ilgisini çeken mekânlar haline geliyor.

Seküler ziyaretçilerin bu tapınaklardan aldığı tatmin, çoğu zaman dinî bir bağlılıktan ziyade, meditatif ve spiritüel bir deneyime dayanıyor. Bu eğilim, modern bireylerin kutsala duyduğu ihtiyacın coğrafya, kültür ve inanç sınırlarını aşarak kendine yeni ifadeler bulduğunu gösteriyor. Geleneksel hac yerlerinin yerini alan bu tapınak ziyaretleri, spiritüel arayışın nasıl şekil değiştirdiğinin bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor.

Ancak, burada bir başka eğilim daha ortaya çıktı: sınır deneyimleri. İnsanlar, kendilerini aşma ve ötesine geçme deneyimlerini farklı yollarla aradılar. Bu deneyimi din ya da meditasyon yerine, bazen uyuşturucular aracılığıyla yaşamaya çalıştılar. Uyuşturucu, bazı kişiler için içlerinde hissettikleri boşluğu doldurmanın bir aracı haline geldi. Ancak, bu çözüm genellikle geçici bir yanılsama sundu ve boşluğun derinleşmesine neden oldu.

Bu fenomen, insanın spiritüel ihtiyaçlarının ne kadar köklü ve vazgeçilmez olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Modern toplumun dünyevileşmesiyle, bu ihtiyaçların nasıl ve nerede tatmin edileceği sorusu, bireylerin yaşamlarının merkezine oturdu. Dini inançlardan uzaklaşanlar, felsefi yaklaşımlarda, doğu öğretilerinde veya meditatif pratiklerde bu duyguyu yeniden bulmaya çalıştı; kimileri ise bu boşluğu yanlış yollarla doldurmaya çalıştı. Bu durum, spiritüelliğin insan doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu gözler önüne seriyor. Psikoloji, spiritüel gereksinimleri karşılamak için benzer deneyimler ve teknikler sunmaya başladı. Nefes alma egzersizleri, gözleri kapatarak yapılan uzun fantezi yolculukları, kişinin kendini hissetme üzerine odaklanan içsel egzersizler gibi uygulamalar, modern psikoterapide yaygınlaştı. Dinlerde deneyimlenen irrasyonaliteye terapide bir alan açıldı; spiritüel deneyimler terapi odalarında da yaşanabilir hale geldi.

Uyuşturucu ya da zikir sırasında yaşanan ekstaz ve sonrasında hissedilen tatlı yorgunluklar, artık psikolojinin de ilgi alanına girdi. İnsanlar mutluluğu ve rahatlamayı ararken terapistlere yöneldi ve terapi, bu gereksinimlere yanıt vermeyi amaçlayan bir araç haline geldi.

Ancak burada önemli bir etik sorun ortaya çıkıyor: Terapist, hastanın gereksinimlerini gidermeye çalıştığında profesyonel sınırlar bulanıklaşabilir. Terapistin, danışanın arzularını ve ihtiyaçlarını karşılama rolüne bürünmesi, terapötik ilişkinin amacından sapmasına yol açabilir. Bu durum, hem danışanın bağımlılık geliştirmesine, terapötik sınırların aşılmasına hem de terapistin tarafsızlığını kaybetmesine neden olabilir.

İNSAN YETERSİZ YARATIK

Çocukluktan tanıdığımız büyüklük fantezileri, her şeye kadir olma arzusu ve her şeye gücünün yetebileceği inancının çocuk, sadece fantezi olduğunu ve insanın bu güce sahip olmayacağını biliyor. Ama bu arzudan bütünüyle vaz geçmiyor çünkü insan sürekli yetersizlikler de yaşıyor. Yetersizliği yücelik, kudretli olma fantezilerine kaçarak ya da bunu lidere, tanrıya, kutsala projekte ederek dengeliyor. İşte psikoloji simsarlığı bu yüceliğin mümkün olabileceği sözü veriyor. Öfkenizi yönetme, duyguları denetleme, üç oturumda özdeğeri tamir etme vaadinde bulunuyor. Yönetme, denetleme aslında dolaylı olarak muhteşemlik, kudretin açığa çıkarılması vaadidir de.

İnsanın yetersizliği, onu hem kırılgan hem de ilişkisel bir varlık haline getiriyor. Bu kırılganlık, psikolojide sıkça pazarlanan bir yaklaşımla, “sana iyi gelmeyenden kurtul, seni mutsuz edeni hayatından sil” gibi bir söyleme dönüşüyor. Burada, insanın yalnızca kendine yoğunlaşarak, kendisi için yalıtılmış bir ada yaratırsa mutlu olabileceği fikri sunuluyor. Ancak bu, imkânsız aslında. Çünkü yetersizlik, yalnızca başkalarıyla ilişkilenerek, paylaşma ve dayanışma yoluyla aşılabilir.

Hayvanlar doğduklarında temel yaşam becerilerine sahiptir. Balıklar yüzmeyi bilir, ceylanlar ve aslanlar çok kısa sürede bağımsızlaşır. İnsan ise hayatta kalabilmek için öğrenmeye ve bu öğrenme sürecinde başkalarına bağımlı olmaya mecburdur. İnsan, hayatla baş edebilmek için yeterli donanımı doğuştan getirmez; bu donanımı, çevresindekilerle etkileşim kurarak, deneyim kazanarak ve sürekli öğrenerek geliştirir. Yetersizlik ve başkasına muhtaç olma hali, insanın ömrü boyunca devam eder. Bu, insanı yalnızca kendi içine değil, ötekine de yönelten temel bir gerçektir.

Onur Yitimi faciadır aslında

Onur, her insanda doğuştan itibaren ölene kadar var olduğunu saydığımız bir konstrüktür ve dokunulmazlığı gerekli görülen temel bir değerdir. Bu, farklı kültürlerde, inançlarda, sınıflarda ve eğilimlerdeki insanların en eşit olduğu noktadır. İnsan onurunun eşitlik fikriyle ilişkisi soyut bir kavram olmaktan öteye geçer; yaşam koşullarının onurlu bir hayat sürmeye uygun hale getirilmesi gerekliliğini de beraberinde getirir. Onurun bu ekonomik ve toplumsal bağlamı, materyalleştirilmeden, metalaştırılmadan ele almak güçtür.

Cynthia Fleury’nin Die Klinik der Würde (Onur Kliniği) adlı eserinde belirttiği gibi, onur, günümüzde insanı en çok inciten meselelerden biridir. Onur incinmesi, kişide derin narsistik yaralar açabilir. Bu yaraların yalnızca bireyin psikolojisi ya da kişiler arası sorunlarla sınırlı olduğunu düşünmek ise eksik bir yaklaşımdır. Onur incinmelerini anlamak ve önlemek için, yaşam koşullarını onurlu bir yaşamı mümkün kılacak şekilde yeniden düzenlemek gerekir.

Onuru ve onursuzlukları yalnızca psikolojikleştirmek, yani bireyin iç dünyasına veya bireysel ilişkilerine indirgemek, yapısal eşitsizlikleri ve toplumsal adaletsizlikleri görmezden gelmek anlamına gelebiliyor. Oysa onur incinmelerini önlemenin yolu, yaşam koşullarını onurlu bir yaşamı mümkün kılacak şekilde düzenlemekten de geçer. İnsan onurunu yoksulluktan, adaletsizlikten, eşitsizlikten ve çaresizlikten daha çok ne incitebilir ki! Onurlu bir yaşam için ekonomik olanaklar, toplumsal adalet ve eşitlik sağlanmalıdır. Bu, bireysel bir mesele olmanın çok ötesinde, toplumsal ve politik bir sorumluluktur.

Sonuç olarak, onur kavramını yalnızca bireysel bir hak veya içsel bir değer olarak değil, toplumsal düzenlemelerle desteklenmesi gereken bir insanlık meselesi olarak ele almak gereklidir. Onur, bireylerin eşitliği ve yaşam kalitesinin temel taşıdır ve bu nedenle toplumsal yapıların merkezinde yer almalıdır.

Onur ile mahremiyet arasında derin ve sıkı bir bağ vardır. Mahremiyet, insanın en özel ve en gizli alanıdır; mahremin sınırlarının çiğnenmesi, bireyin onurunu zedeler. Onur bir kurgu, bir teorik varsayım olarak görülebilir; ancak bu soyut kavram, insanın mahrem alanında somut bir yer bulur. İnsan, mahremiyetinde onurunu korur ve mahremiyetinin ihlali, onun onurunun da ihlal edilmesi anlamına gelir.

Terapi çok özel mahrem bir ilişkidir de. Terapilerde, bireyin özel hayatındaki mahremiyeti sıkça gündeme gelir. Terapik süreçte birey, kendi mahremiyetini görünür kılabilir ya da bu süreçte mahrem alanlarını yeniden tanımaya başlayabilir. Bu, terapinin doğal bir parçasıdır. Dolayısıyla mahremiyet ve onur, terapinin merkezi konularından biridir. Terapide bireyin mahremiyeti keşfetmesi veya paylaşması, kişisel iyileşmenin bir unsuru olabilir, ancak bu süreç, bireyin onurunun korunması ve saygı duyulması gerekliliğini de beraberinde getirir.

Örneğin, tutukluların çıplak aramaya maruz kalması sadece bireysel bir sorundan ibaret değildir. Bu durum, yalnızca çıplak arananların onurunu değil, aynı zamanda toplumsal mahremiyet ve onur anlayışını da zedeler. Bu tür bir ihlale karşı çıkmak, yalnızca mağdurların onurunu savunmak değil, aynı zamanda kendi mahremiyet ve onur anlayışımıza sahip çıkmaktır. Toplumdaki onursuzlukları ve tacizleri görmezden gelerek kendi onurumuzu korumak imkânsızdır; çünkü onur, bireysel olduğu kadar toplumsal bir değerdir ve bu değer ötekiyle/başkasıyla ilişkimde oluşur. Bir kişinin onuru başkasının onurunda denenir aslında. Mesela asimetrik güç ilişkisinde güçlü olan güçsüze onur kırıcı davrandığında güçsüzü değil kendisini onursuzlaştırır. Kişi ötekinin onur sınırlarına özen gösterebildiğince onurlu olabilir. Devlet azınlıklarının, hastalarının, yoksullarının, mahkumlarının onurunu koruyabildiği kadar onurludur. Gerald Hüter (Würde=Onur) kitabının alt başlığı olarak bir toplumu ve bireyi güçlü yapan şeyin onur olduğunu yazar.

Terapilerde toplumsal sorunların doğrudan çözülmesi mümkün olmaz. Ancak, bu sorunları görmezden gelmek, danışan ve terapistin sessiz bir iş birliğiyle gerçekliği inkâr etmesi anlamına gelebilir. Onursuzluğun yaygınlaştığı ve olağanlaştığı bir toplumda, terapi odalarının steril kalması mümkün değildir. Terapistler, bireysel sorunların ardında yatan toplumsal bağlamları dikkate almak zorundadır; aksi takdirde terapik süreç, bireyin iyileşmesini değil, toplumsal gerçeklikten uzaklaşmasını destekler.

Sonuç olarak, mahremiyet ve onur, bireysel ve toplumsal düzeyde birbirine bağlı kavramlardır. Mahremiyetin ihlali, yalnızca bireysel bir zarar değil, toplumsal bir değerin yitimi anlamına gelir. Bu bağlamda terapi, bireyin onurunu ve mahremiyetini korurken toplumsal bağlamı da göz önünde bulundurmalıdır. Toplumda onursuzluk ve mahremiyet ihlalleri yaygınken, terapinin bu gerçeklikten izole olması mümkün değildir ve olmamalıdır.

‘Pozitif olalım’ bir inkâr, bir saçmalıktır…

Son yıllarda “pozitif olalım” ve “mutluluğun sırları” olarak sunulan pozitif psikolojiyi eleştirel bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Bu, yüzeyde psikolojik bir yaklaşım gibi görünse de aslında bir ideolojinin psikolojik ambalajla sunulmuş halidir. Yıllar önce, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Psikologlar Birliği’nde Martin Seligman adında bir isim yükselişe geçti. Seligman, “pozitif psikoloji” adını verdiği tezlerini sundu ve bu tezler bir anda dikkat çekti. Ancak bu popülerleşme süreci, tamamen organik değildi. Edgar Cabanas ve Eva Illouz’un Das Glücksdiktat (Mutluluk Diktası) adlı eserinde belirttiği üzere, anonim bir avukatlık şirketi bu “değerli teori” için tam 1,5 milyon dolar destek sağladı.

Kısa sürede pozitif psikoloji, büyük bir kurumsal ağ oluşturarak yaygınlaştı. Liberallerden muhafazakârlara kadar geniş bir yelpazeden örgütler ve kurumlar bu akımı destekledi. Dahası, CIA ve diğer birçok vakıf, bu ideolojiye ciddi finansal kaynaklar aktardı. Böylece pozitif psikoloji, “mutluluk fabrikaları” gibi çalışmaya başlayan bir sistem yarattı ve bu sistem, insanları mutlu etme iddiasıyla üretime geçti.

Bu süreçte, pozitif psikoloji yalnızca bireylerin mutluluğunu artırma vaadiyle kalmadı; aynı zamanda ordu gibi kurumlarda da kullanıldı. Özellikle Amerikan ordusu, “mutlu askerler/katiller” yaratmak amacıyla bu psikolojiden yararlandı. Afganistan ve Irak’ta savaşan askerlerin moralini artırmak için kullanılan bu yöntemler, Seligman’ın “yenilmez ordumuz” ifadeleriyle savunuldu.

Pozitif psikolojinin mutluluk reçetesi, yalnızca ordu için değil, büyük şirketler için de cazipti. Coca-Cola gibi dev markalar, tüketicilerini daha “mutlu” hissettirmek amacıyla bu projelere yatırım yaptı. Ancak burada asıl önemli olan, bir fikrin ya da psikolojik konseptin kimler tarafından geliştirildiği veya hangi ülkede yaygınlaştığı değil; bu kuramın kime, nasıl ve ne amaçla hizmet ettiğidir.

Pozitif psikoloji, bir ideoloji olarak üretilip dünyaya psikolojik bir ürün şeklinde pazarlandı. Günümüzde bu ideoloji, milyarlarca dolarlık bir ticaret hacmine sahip. Ancak bu “mutluluk fabrikaları”nın arkasındaki gerçek niyetler ve sistematik manipülasyonlar, bu psikolojik konseptin aslında ne kadar problemli olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Mutluluk psikolojisinin yaptıklarını anlatan kitabı Eva Illouze ve Edgar Cabanas yayınladılar. Ben de bu kitabın bizdeki karşılığına bakmaya çalışacağım.

Pozitif olmak ve ucuz mutluluk reçetesi

Bu finansal akış ve hızlı örgütlenme, akademide de güçlü bir destek buldu. Kısa sürede mutluluk endüstrisinin ihtiyaç duyduğu ve beklediği sonuçlar, bilimsel ve akademik olarak onaylanmış gibi sunuldu. On binlerce makale ve “bilimsel” yazı, adeta bir furyayla piyasaya sürüldü. Artık mutluluk, bilimsel bir konu haline getirilmişti ve pozitif düşünce sayesinde pek çok sorun çözülebilir gibi görünüyordu. Ancak bu, aslında bir tutumu pazarlama çabasıydı: kendinden emin, mutluluğun formülünü bulmuş ve reçetesine sahip kişiler bu düşünceyi yaydı.

Bu durum öyle bir noktaya geldi ki, artık mutluluğu satmak için akademik ya da psikolojik bir arka plan gerekmiyordu. Koçlar, kişisel gelişim uzmanları, terapistler, danışmanlar, enerji satıcıları, astrologlar, hatta rüya tabircileri bile bu “mutluluk üretimi” sistemine katkıda bulunmaya başladı. Ancak bu kadar geniş bir “mutluluk fabrikası” varken ve yüz binlerce insan “insanlığa hizmet ederken,” mutsuzluğun artmaya devam ettiğine tanık oluyoruz.

Bu fabrikanın temel hammaddelerinden biri, bazı psikoanalitik kuramlar ve kavramlardır. Örneğin, bilinçaltı popüler bir ilgi alanına dönüştü. Bilinçaltına “girip tamir edenler,” onu “temizleyenler,” psikoanalitik kuramların belli kalıplarını araçsallaştırdı. “Çocukluğunuza inelim” gibi ifadeler, popüler ama derinliksiz bir anlatıya dönüştü. Çocukluğa inen bir “asansör” varmış gibi sunulan bu yaklaşımlar, insanlara mutluluklarının eksik olduğunu, negatif enerjilerden kurtulurlarsa iyileşebileceklerini ve pozitif enerjiyle dünyanın düzeltilebileceğini iddia ediyor.

Mutluluğu tanımlayıp ona ulaşmanın rotasını çizen bu söylemler, bazen absürt sonuçlar doğuruyor. Örneğin, “Sabah eşinize güler yüzle ‘merhaba’ derseniz, size pozitif enerji döner” gibi basit reçeteler sunuluyor. Buna göre, dünyanın tüm meselelerinin sorumlusu, eksik bir güler yüzlü “merhaba.” Daha da ötesi, bazı terapistler mutluluğun reçetesini cinsellikte buluyor: “Haftada iki kez seks yapmalısınız.” Peki, bu ölçümleri kim yaptı? Mutluluk gerçekten haftada iki kez seks yapmakla mı tanımlanır? Evli olmayanların mutlu olma şansı yok mu? Ya da evlilik dışı seks, mutluluğu sağlamaz mı?

Seksin zararları

Aşk kolektif kültürlerde bireyselleşmeye imkân verir. Çünkü aşk, bir kişinin “A” kişisini istemesi ve “B” kişisini istememesinin gerekçesidir. Bireyseldir, çünkü kişi ailenin önerdiğini değil kendi istediğini seçer ve bu seçmeyi aşkla gerekçelendirir. Kadın-erkek ilişkilerinde aşk, kapitalizmin ilişki konseptinin adeta motoruydu. İlişkiler sevgiyle, aşkla değerliydi. Eş terapilerinde eşlerin birbirlerini sevip sevmediklerini sormak terapik anlamda çok önemli sayılıyordu. Kuşkusuz bu terapik anlamda önemlidir. Ama bu soru çok ideolojik de. Aşk o kadar gerekli ve olması gereken ve ilişkilerde kaçınılmazdı ki insanlar belirli bir yaşa geldiklerinde “aşk baskısını” hissediyorlardı adeta. Aşk bir ritüeldi ve bu ritüelin uygulama süreçleri vardı. Yani âşık olanlar akşamdan kafayı vurup uyumazlardı. Aşkın ritüeli, sürekli sevgiliyi düşünmek, uykusuz kalmaktı. Belirli bir yaşa gelip de aşkı yaşamayanlar yetersizlik, yoksulluk, değersizlik hissediyorlardı ve bu dönemde herkes âşık olmanın peşindeydi. Aşk öylesine abartılıyordu ki adeta bir ideoloji, bir din gibi sunuluyordu. Devrimciler, sevgiyi, aşkı devrimci eylemden sayarken; dinciler, kutsala aşkı önceliyorlardı…

Sonra sosyal medya ve bu mecralardaki flörtleşmeler ortaya çıktı. Sevişmek için meşakkatli aşk ritüeline gerek olmayan Tinder ve çeşitli “dating” hizmetleri devreye girdi. Dijital çöpçatanlık, sadece seks için buluşmalar… Seks için aşka gerek olmadığını öğrendi insanlar. Tüm bu gelişmelere rağmen aşk, bireysel bir ütopya olarak hâlâ revaçta. Gençler… şiirler, dizeler, türküler, ezgiler gibiydi. Ütopyaları vardı: Dünyayı kurtarmak. Sonra kurtarmayı tasarladıkları dünya üzerlerine yıkıldı. Önceleri dünyayı kurtarmak için uğraşan gençler, dünyanın çok büyük bir yer olduğunu ve halkların da kurtarılmaya pek niyetli olmadığını gördüler. İşte tam da bu noktada aşk, bireysel bir ütopya haline geldi. İnsanlar düş kırıklıklarını aşk ile onarmaya çalıştılar. Aşk, gerçekleşmesi mümkün bir ütopyadır.

Seksin kolay ve çabuk yaşanılabilir olmasıyla birlikte, “seks uzmanları” – daha doğrusu seksin nasıl yapılması gerektiğini anlatan uzmanlar – türedi. Kapitalizmde alıcısı olan her ürün satılabiliyordu. Bu uzmanlar seksin nasıl ve ne sıklıkla olması gerektiğini bilimsel olarak araştırdılar. Kim önde, kim arkada, kim üstte, kim altta olmalı, ‘bilimsel’ olarak açıklandı. Seks, mutluluğa giden en kısa yoldu. Doyumlu seks, biraz gayret gösterilir ve uzmana danışılırsa mutluluk yaratabilirdi. İşte ideal seksin nasıl olması gerektiği tanımlandığında, bu şablona uymayanlar da “defolu”, “sapık”, “yetersiz seks” olarak damgalandı ve yatak performansları üzerinden patolojiler üretilmeye başlandı. Mutsuzluğun nedeni seksteki niceliksel eksiklikti.

Burada kentleşme sürecinde keyif ve zevk alınan alanların daralması da etkili oldu. Müslümanların, ağırlıklı olarak “oral” ve “cinsel” alana sıkıştırılan bir haz dünyaları var. Cennetin “oral” bir mekân olarak tanımlanması, çeşitli ve sınırsız yemek ve cinselliğin sonsuz ve sınırsız yaşanacağı bir yer olarak varsayılması tesadüf değil. Bu anlatıya bazı gençlerin “Cennete gerek yok, bu dünyada başlayalım” arzuları da etki etti.

Eş terapistleri “seksin ilişkide çok önemli” olduğunu uzun uzun anlattılar. Sonra da kaç kez, nasıl, ne şekilde sevişileceği standardize edildi. Standarda ulaşamayan “hasta” ve “mutsuz” ilan edildi. Bu tanımlamalardan ötürü ne kadar insan mutsuz oldu bilemiyoruz, ama konulan çıtayı atlayamayanlar kendilerini depresyonda buldular. Mutluluk sekse bağlı ve bu performansı göstermeyenler madalya (mutlu) alamıyorlar.

Seksle olan ilişki ikilemli ve karmaşıktır. En mahrem ve en gizli olan, aynı zamanda en bariz olan şeydir. Sabah uyandığında annesinin soğuk kış günü duş aldığını gören genç, bunun sadece hijyenik bir mesele olmadığını bilir; çünkü baba da aynı zamanda gusül abdesti almak için sıra beklemektedir. Televizyonda bir öpüşme sahnesi çıktığında hemen kanal değiştiren anne ve baba, bir din programında hoca efendinin huriler ve yemek hikâyelerini ailecek hayranlıkla izleyebilir. Yoksullara, cennette yenilecek sonsuz ve sınırsız yemek hikâyeleri pazarlanır.

Terapistler bu ikilemli ve çatışmalı ilişkileri bilimsel ve tıbbi kavramlarla açıklarken, utanma duygusunu bilimin arkasına görünmeyecek biçimde park ediyorlar. Birkaç kez yazdım. Hammurabi Yasaları’nın çoğu eş, aile ve cinsellik üzerine. Yani bilinen ilk yazılı yasalar bile cinselliğe göre şekilleniyor. Dinler, tanrılar, devletler, otorite… Evlerde de bu otoritenin temsilcisi baba cinselliğin nasıl olması gerektiğini, kimin kiminle nasıl olacağını belirler. Yani tanrı, devlet, otorite mutlaka yasak/mahrem olana müdahale eder. Dinsel otoritenin sürekli cinselliğe dair açıklamaları bir tesadüf değil. İslam hazzı dar alana hapsediyor. Yani haz oralite ve cinsellik üzerinden yaşanabiliyor. Bu nedenle cennet fantezileri de sınırsız yemek ve seks vaadi içeriyor. Yani din otoritesi ‘kim’ ‘kiminle’ ve ‘nasıl’a sürekli karışıyor. Ayrıca devlet, din bu kadar önemli konunun dışına kalmaz ve bu konuları politikleştirir. LGBT tartışması, dinsel bağlamdaki evlilik yaşı tartışmaları da bununla ilgilidir. Modern ülkelerde otorite, bu konularda biraz daha geride duruyor. Bu görevi terapistler üstlenmiş durumdalar. Örneğin Almanya’da seks terapileri, eş terapileri ve diğer birçok terapi türünde “kim, kiminle, nasıl, ne sıklıkla” soruları konuşuluyor.

İnsana ve insan ilişkilerine dair konular kuşkusuz psikolojinin kapsamına girer. Ancak terapistin, “doğruyu” bildiğini iddia ederek bu pozisyondan konuşması problemlidir. Çünkü tarih boyunca cinsel teknikler pek fazla değişmese de toplumun cinselliğe bakışı ve tutumu sürekli değişir. Viktoryen ahlak anlayışı ile günümüz arasındaki cinselliğe bakış farkı adeta bir uçurumdur.

Kişinin kendisi açıkladığı için değinebilirim: Sosyal medyada bir tiyatro oyuncusu, gördüğü işkence nedeniyle çocuğunun olmadığını, bu nedenle bazı çocukları evlat edindiğini gururla anlatıyordu. Evlatlıklarıyla yaşadığı mutluluğu paylaşıyordu. Şunu söylemeye çalışıyorum: İnsanın mutlu olmasının seksin dışında da imkânı var. Mahrem sadece yatak odalarında yaşanmaz. Paylaşmanın, dayanışmanın, direnmenin de insanı mutlu edebileceğini unutmayalım. Bir romanın, şiirin, tablonun bittiğinde sanatçının yaşadığı, tarif edilmesi kolay olmayan bambaşka bir mutluluktur. Sahnede alkışlanan tiyatrocuların yüzlerine bakınca mutsuz insanlara rastlamazsınız.

Televizyonlarda ve sosyal medyada, uzmanlar, haftada kaç kez sevişilirse sağlıklı olunacağı üzerine uzun uzun konuşuyorlar. Ayrıca, sevişmenin nasıl olması gerektiği, süresinin ne kadar olacağı gibi ayrıntılar da “sağlığa ve mutluluğa uygun” bir şekilde açıklanıyor. Ancak, bu kadar çok konuşulan, hakkında bu kadar bilgi edinilen ve sıkça deneyimlenen bir şeyin hala problem olması dikkat çekici.

Cinsellik, günümüzde adeta bir çamaşır makinesi programı gibi ele alınıyor. Uzun, hassas, kısa programlar var ve bir uzman size hangi programın uygun olduğunu söylüyor.

Mutluluk için yazılan reçetede önce beğenilecek, sevilecek, birlikte olunacak, sonra da terapi programına uygun şekilde sevişilecek… Aslında insanlar seksin olmadığı, yine de güzel ve doyumlu başka ilişkiler de tanıyorlar: Dostluklar, iyi akrabalık ilişkileri, arkadaşlıklar, yoldaşlıklar…

Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu: Bize doğal ve normal gibi sunulan pek çok şey aslında oldukça saçma. Eş terapilerinde görüyorum ki, bir süre sonra çiftler (evli ya da değil) arasındaki cinsel ilişkilerde niceliksel ve niteliksel değişiklikler yaşanabiliyor. Bazı ilişkiler seks olmadan da sürdürülebiliyor. Bu durumda, ilişkinin “patolojik” olduğunu neye dayanarak söylüyoruz? İki insan arasındaki ilişkiyi yalnızca o iki kişi tanımlayabilir. Eğer onlar ilişkilerinde bir sorun görmüyorsa, “Seks sıklığınız yetersiz, bu ilişki sorunlu,” demek bir terapistin görevi değildir.

Terapistin görevi, bir ilişkiye dışarıdan kendi normlarını dayatmak değil; ilişkinin dinamiklerini anlamak ve bu dinamiklerin taraflar için tatmin edici olup olmadığını değerlendirmektir. Terapi, insanların ilişkilerine dair memnuniyetlerini keşfetmeye odaklanmalı, onların hayatlarına uymayan bir “doğru”yu dayatmaya değil.

Psikoloji çok önemli… Terapiler, uzun yolculuklar… Psikanaliz, dünyayı başka anlama/hissetme ve insanlarla başka ilişkilenme deneyimi… Terapi gereksizdir demiyorum. Terapistlerin yaptıkları işe sorgulayıcı ve eleştirel bakmaları gerektiğini anlatmaya çalışıyorum…

Mutsuzluktan kişi kendisi sorumlu…

Kapitalizm sadece bir ekonomik sistem olarak değil, bir yaşama biçimi ve kültür olarak da varlık gösteriyor. Bu nedenle, onu yalnızca üretim ilişkileri üzerinden açıklamak yeterli değil. Kapitalizm, hayatın her alanını kendi mantığına uygun biçimde düzenleyerek bireylerin davranışlarından değer yargılarına kadar etkiliyor. Bu dönüşüm, aydınlanma çağından itibaren tanrının toplumsal işlevindeki değişimle de yakından ilişkilidir.

Eskiden tanrı, bireyin sağlığı, kaderi, yoksulluğu, ailesi ve sosyal statüsü gibi konuların nihai sorumlusu olarak görülüyordu. Ancak aydınlanma sonrası dönemde, tanrının etkisi azalırken birey bu alanlardaki sorumluluğu kendisi üstlenmek zorunda kaldı. Sağlığı, mutluluğu, başarısı ve zenginliği artık bireyin çabası ve yetenekleriyle ilişkilendiriliyor. Bu dönüşümde psikoloji, bireyi toplumsal yapıların değil kendi içsel dinamiklerinin sorumlu olduğuna ikna eden bir ideolojik araç işlevi gördü.

Psikolojinin bu rolü, “Her şey senin elinde; eğer yeterince çabalarsan mutlaka başarırsın” fikrini merkeze alır. Bu anlayış, toplumsal eşitsizlikleri bireysel yetersizlik olarak çerçevelendirir ve bireyin yaşamındaki yapısal sorunları göz ardı eder. Örneğin, yoksulluk artık toplumsal ve ekonomik sistemin değil, bireyin kişisel başarısızlığının bir sonucu olarak görülür. Böylece, dikey (zengin-yoksul) bir mesele, yatay bir bireysel sorun olarak yeniden tanımlanır.

Bu ideolojik çerçeve, bireyin toplumdaki statüsünü değiştirmeye odaklanmak yerine bireysel tutumlarını dönüştürmeye yönlendirir. Bu, politik psikolojinin muhafazakâr yaklaşımıyla paralellik gösterir: Hayatı ve toplumu değiştirmek yerine, mevcut durumu olduğu gibi kabul ederek bireyin düşünce ve davranışlarını uyarlamak. Böylece, bireysel mutluluk ve memnuniyet, toplumsal dönüşüm yerine bireysel uyum üzerinden inşa edilir.

Kapitalizmin bu psikolojik boyutu, bireylerin sorunlarını sistemik bir bağlamdan koparıp kişisel bir mesele haline getirdiği için, toplumsal eleştiriyi zayıflatır. İnsanlar artık daha iyi bir dünya inşa etmek yerine, mevcut sistemin içinde kendi küçük “başarı” hikâyelerini yaratmaya odaklanır. Bu da kapitalizmin hem ekonomik hem de kültürel olarak sürdürülmesine hizmet eder.

Eskiden trenlerde birinci, ikinci ve üçüncü sınıf yolculuk yapmak mümkündü. Wolfgang Schivelbusch, “Tren Yolculuğunun Tarihi” (Geschichte der Eisenbahnreise) adlı eserinde, trenlerin kapitalizmdeki sınıf farklılıklarını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğunu söyler. Treni bir toplum olarak düşünürsek, aldığınız biletin fiyatı (1./2. Sınıf/mevki) sizin o toplumsal yapı içerisindeki yerinizi de gösterir. Geçmişte bu tür yolculuklarda zenginler ve yoksullar aynı trende seyahat edebiliyorlardı.

Günümüzde ise burjuvazi halkın çıplak gözle görebileceği bir mesafede değil. Halktan çok uzakta, ulaşılamaz bir konumda bulunuyorlar. Bu uzaklık ve erişilmezlik, onları neredeyse tanrısal, yıkılmaz ve normların ötesinde bir konuma yerleştiriyor, aynı zamanda görünmez kılıyor. Onları görmediğimizde yok olduklarını sanıyoruz. Oysa haberlerde göründüklerinde bile aramızdaki mesafe açıkça hissediliyor. Onlar haber olduğunda, halk yalnızca uzaktan bakan bir izleyici konumunda kalıyor.

Daha sonra burjuvazi, otomobil kullanımıyla halktan ayrıldı. Otomobil motorlu fayton olarak tasarlandı. Otomobilin öncelikle burjuvaziye sunulması, üretimin sınırlı kalmasına yol açtı. Ford’un “devrimi” ise üretimi artırma ve halk tabakasının da araba sahibi olma fikrine dayanıyordu. Ford seri üretim bandını kullanarak halkı otomobille buluştururken, burjuvazi halkın ulaşamayacağı başka bir ulaşım aracına yöneldi. Hitler halkı araba sahibi yapma fikrini çabuk benimsedi ve halk için üretilen arabaya da halk arabası ismi (Volkswagen) verildi. Bir süre sonra uçak da halkın kullanımına sunulduğunda, zenginler özel uçaklara ve yatlara kaydılar. Kısacası, bu süreçte halkın uzağında, adeta görünmez bir burjuvazi oluştu. Onlar hâlâ varlar, haberlerde, özel uçaklarda, ancak görünmez birer hayalet gibiler. Ortak kullanım alanlarımız yok ve halktan uzaktalar. Burjuvazi artık halkın olduğu yerde yaşamıyor, aynı ulaşım araçlarını halkla birlikte kullanmıyor, halkla aynı mekânda yemek yemiyor. Sanki yoklar…

Burjuvazi, halktan uzaklaşırken, yaşam alanını halktan uzaklara taşırken bu süreçte psikoloji de sorunları bireyin omuzlarına yükledi. Yeryüzündeki eşitsizlikler ve adaletsizlikler, psikoloji tarafından görmezden gelinmeye başladı. Yoksulluk, “senin beceriksizliğin”; işsizlik, “senin tembelliğin” olarak açıklandı. Bu durumda, “motivasyon kursları al, tembellikten kurtul” denildi… Oysa tembellik, insanın en değerli hâllerinden biridir. Doğada “iş” diye bir şey yoktur. İş, kültürle birlikte icat edilmiştir. Aslanlar, kaplanlar, zürafalar, zebralar işe gitmez; saat kurmaz. İş, insana ve kültürüne özgü, sonradan ortaya çıkmış bir meseledir.

Sosyalist bir doktor olan Paul Lafargue’nin 1848’de yazdığı Tembellik Hakkı (Das Recht auf Faulheit) adlı bir kitapçığını okumuştum. Lafargue, kapitalizmdeki çalışma koşullarını eleştirir. Pozitif psikoloji ise insanı en kısa sürede tamir ederek yeniden çalışmaya hazır hale getirme projesinin bir parçasıdır.

Tembelliğinize sahip çıkın, kıymetini bilin. Keyif yapmak dediğimiz şey, aslında tembellikten zevk almak değil mi? Zamanın “boş” geçmesi, çoğu insanda “bir işe yaramadım, zamanı boşa harcadım” gibi düşüncelerle suçluluk ve mahcubiyet yaratır. Oysa keyif yapmak, zamanı boş geçirmekten ve bundan suçluluk duymadan zevk alabilmektir.

Günümüzde özdeğer duygusu işle senkronize hale geldi. Başarılı olmayan, değersizlik duygusu yaşıyor ve bu başarı genellikle para kazanmakla, yani çalışmakla ölçülüyor. Ancak özdeğer, yalnızca para kazanmak veya başarılı olmakla ilişkili değildir; işe yaramakla bağlantılıdır. İşe yaramak, insanın hem bireyselliğini hem de toplumsallığını kapsar. Değerli olan, bu işe yarama duygusudur. Bu duygu, başkasına ve kendine yararlı olabilme halini içerir.

Tembellik ise bu döngünün dışında bir nefes alanı sunar; insanın kendine dönmesi, yükümlülüklerden sıyrılması ve varoluşun keyfini çıkarabilmesi için bir fırsattır. Öyleyse, tembelliği yalnızca bir eksiklik değil, hayatın önemli bir parçası olarak görmek gerek.

Politika da bu tür söylemlere uyum sağladı. “Her şey güzel olacak” gibi projeden yoksun, soyut sloganlar üretildi. Bu tür ifadeler, tanrısal bir vaat gibi kulağa hoş gelse de somut bir çözüm sunmaktan uzaktır. Sistem eleştirisi yok bu sloganda… Krizlerin yarattığı gerçek sorunlarla mücadele etmek yerine, bu sorunların üzerini örtmeye çalışan bir yaklaşımdır.

Son iki küresel kriz 2008 ekonomik krizi ve pandemi gelir dağılımı eşitsizliğini uçuruma dönüştürdü. Bu süreçte zenginler servetlerine servet katarken, yoksullar daha da yoksullaştı. Ancak kriz sonrası çözüm önerileri, sistemin köklü reformlar yerine bireylerin psikolojisini düzeltmeye odaklanmasıyla dikkat çekti. Gülümseyerek sorunları çözme fikri, bu bağlamda gerçek sorunların üzerini örtmekten başka bir işe yaramıyor. Yoksullara “küçük şeylerle mutlu olun” demek hem küçüklük duygusunu normalleştirir hem de yoksullukla baş etmeyi bireyin kendi iç dünyasına hapseder. Bu, yoksulları mutlu olmaya teşvik eden bir ideolojik kılıfla, onların hak taleplerini bastırır. Küçük şeylerle mutlu olmayı telkin eden bu yaklaşım, toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelir ve sorunların düzenle ilgili değil de bireysel olduğu yanılgısını yaratır.

Bu durum, modern toplumda bireyin yalnızca ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da baskı altında tutulduğunu gösteriyor. “Pozitif olun, her şey güzel olacak” söylemi, hem bireylerin sisteme uyum sağlamasını kolaylaştırıyor hem de toplumsal dönüşüm ihtiyacını göz ardı ediyor. Asıl soru şu olmalı: Gülümseyerek değil, yapısal eşitsizlikleri sorgulayarak ve çözüm üreterek bir değişim nasıl sağlanabilir

Psikolojinin Pazarı

Günümüzde psikoloji pazarlamacıları, mutlu olmak için insanlara ideal bir yaşam modeli sunuyor. Bu modele göre yaşarlarsa mutlu olacaklarını vaat ediyorlar. “Narsizmden uzak durun, size yük olandan kaçının, kendinizi ezdirmeyin, size iyi gelmeyenlerden uzaklaşın,” gibi öneriler sıklıkla dile getiriliyor. Ancak, insani ilişkiler bu kadar net sınırlar çizilerek yürütülemez. İnsan, başkalarına yük olmadan ve başkalarının kendisine yük olmasına izin vermeden; birilerini kullanmadan ve kendisinin kullanılmasına izin vermeden yaşayamaz. Sevdiği insanlarla bile ilişkilerinde zaman zaman bu tür karşılıklı durumlar kaçınılmazdır. Bu sayılanlar, insani ilişkilerin temel alfabesidir. Burada önemli olan, hakkaniyet ve tarafların gönüllülüğüdür. Bunlar, faydacılık için değil, ilişkinin doğası gereği yapılmalıdır. Ahlak bu noktada belirleyici bir rol oynar. Narsizm, insanın psikolojik dengesini tanımlayan bir kavramdır. Narsizmden tamamen kurtulmak değil, aksine sağlıklı ve dengeli bir narsizm geliştirmek insan için gereklidir. Narsizm, kaçınılması veya korunulması gereken bir ruh hali olarak değil, bireyin içsel denge sisteminin bir parçası olarak görülmelidir.

İnsan, yetersizliklerini geliştirdiği teknolojilerle dengelemeyi başarmıştır (Hanno Sauer, Moral=Ahlak). Ahlaki değerler, normlar ve uygulamalar da bu tekniklerin bir parçasıdır. Bu normlar sayesinde bireyler gruplaşabilir, birlikte yaşayabilir ve toplumsal düzen içinde var olabilir. Ahlaki kurallar, bireyler arasında uyumu ve iş birliğini mümkün kılan bir bağ işlevi görür.

‘Her şey senin elinde’ terapik bir söylemden öte narsistiktir.

İnsanın beğenilmeye, takdir edilmeye ve değer görmeye olan ihtiyacı, onu ötekiyle ilişki kurmaya zorlar. Bu ihtiyaç, insanı başkalarına bağlayan temel bir duygusal bağdır. Ancak modern pozitif psikoloji, çözümün bireyin kendisinde olduğuna vurgu yapar. Bu yaklaşım, bireyin kendine yoğunlaşmasını teşvik ederken, başkalarına olan gereksinimi azaltmaz; yalnızca bireyin başkasına muhtaç değilmiş gibi görünmeyi ve kendini manipüle etmeyi öğrenmesini sağlar.

Burada vurgulanması gereken önemli bir nokta var: Adil paylaşımı görmezden gelen kuramlar ve yöntemler temel bir eksiklik taşır. Bu, eşitsizliği, adaletsizliği ve sömürüyü inkâr etme çabasıdır. Ancak eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü, insanın onuruna saldırıdır. Onuru incinen bir kişi, onurunu onarmadan mutlu olamaz. Eşitlik ve adalet, insan onurundan bağımsız düşünülemez.

Bu bağlamda, kişiye “her şeyi yapabilirsin, başarabilirsin” gibi gaz veren yaklaşımlar, kişinin narsistik tarafını okşar, ama gerçekte ona çok da fayda sağlamaz. Çünkü insanın doğasında yalnızca kendi potansiyelini değil, başkalarıyla kurduğu ilişkilerle şekillenen bir varoluş vardır. Kendi kırılganlığını kabul etmek ve bu kırılganlıkla başkalarına açılmak, insanın gerçek gücünü bulduğu noktadır. Paylaşma, dayanışma ve ötekine muhtaç olmayı kabullenme, insanın yetersizlikten çıkışının en insani yoludur. Kendi adasına kapanan bir insanın, bu yetersizliği aşması mümkün değildir. Asıl güç, ilişkilerde ve dayanışmada gizlidir.

‘Mücadelenden vaz geçmezsen her istediğine ulaşabilirsin’… Psikoloji, bireyin sınırlarını aşabileceği, daha güçlü, daha dengeli ve “daha iyi” bir insan olabileceği vaadini sunuyor. Ancak bu vaat, bir yandan insanın kendini geliştirme ihtiyacına hizmet ederken, diğer yandan da bireyin derinlerde yatan yetersizlik korkularını ve büyüklük fantezilerini besliyor. Bu durum, psikolojinin bazen bireyi güçlendiren bir rehber, bazen de hayalleri ticari bir ürün haline getiren bir sistem gibi algılanmasına yol açıyor.

Bir diğer vaat de, psikolojinin insana dair her sorunu çözebileceği, her “arızayı” giderebileceği yanılgısıdır. Oysa bazı yaraların değişmesi ya da tedavisi mümkün değildir. Örneğin, işkence görmüş birini yaşadıklarını “yaşamamış” yapma durumu söz konusu olamaz. Bu durum, yalnızca hastanın değil, terapistin de sınırlarına ulaşmasına neden olur; çaresizlikle yüzleşmesini gerektirir. Hastanın çaresizliği, terapisti de çaresizlikle yüz yüze getirir. Terapi, bazen çaresizliğe tahammül edebilmektir. İşte tam da bu noktada, “mucize” ya da kolay ve hızlı çözüm vaatleri, aslında çaresizliği inkâr etmenin ya da görmezden gelmenin bir biçimi haline gelir.

Çaresizlik… Hasta, yaşadıklarını “yaşanmamış” kılmak ister. İnsanlar bu dünyadaki zorluklardan ötürü terapiye gelir. Ancak terapistin hastaya sunabileceği “güzel bir dünya” yoktur. Çaresizlik… Buna tahammül etmek gerekir. Sabır. Fakat burada sabır, sadece katlanmak anlamına gelmez; bilgece bir tutumdur. Sabır, aktif bir süreçtir. Belki de terapi, insanın kendisini ve kendi gerçekliğini kabul etmesidir.

Kültür, bir rezervuar ya da depo gibidir (Hanno Sauer, Moral=Ahlak). Bu rezervuar, geçmişteki travmaları da içerir. Her insan, anne-babasıyla özdeşleşirken bu travmaları da içine alır. Dolayısıyla kültür, “kafana takma, hayatını yaşa” gibi bir anlayışı imkânsızlaştırabilir. Bu depoda, bir toplumun geçmişindeki soykırımlar, faili meçhul cinayetler, katledilmiş diller ve kültürler; yani yası tutul(a)mamış ağır meseleler de bulunur. Belki de hastayı terapiye getiren, reel sorunlar gibi görünen şeyler, geçmişten kendisine aktarılan bu yüktür. Devletin resmî ideolojisinin kolektif sorumluluk ve suçlarını “kendine yükleme” tutumu, terapi sırasında da devam edebilir. Ve bu durum, kişinin ruhuna bir filtre koymayı zorlaştırabilir.

Psikologların “geçmişe takılı kalmayın” ya da “geleceğe bakalım” gibi telkinleri, bireysel bir destek önerisi gibi görünse de bu yaklaşımın altında ideolojik bir boyut da yatıyor olabilir. “Hayatını yaşa, günün değerini bil” gibi öneriler, kişisel mutluluğa odaklanırken, geçmişin karmaşık ve rahatsız edici yönlerini görmezden gelme ya da inkâr etme eğilimini de beraberinde getirebilir. Bu, yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun yaratır.

Kültür, aslında geçmişte yaşanan çatışmaların, çelişkilerin, gerilimlerin ve travmaların depolandığı bir alandır. Bir anlamda, kolektif bilinçötemizdir; tarihimizin ve hafızamızın deposudur. Geçmişe dair “hoşa gitmeyen” olayları görmezden gelmek ya da silmek, bu hafızayı da yok etmeye çalışmaktır. Bu nedenle, “hayatını yaşa, keyfine bak” gibi telkinler, yalnızca psikolojik değil, aynı zamanda ideolojik bir tavır olarak da okunabilir. Devletin resmi söylemi de aynı. Bu, faili meçhullere, soykırımlara, toplumsal adaletsizliklere ve tarihsel travmalara kör olmayı talep eder. Görmezden gelmek ve inkâr etmek, bu sorunların bireysel düzeyde çözülebileceği yanılsamasını yaratır.

‘Fazla düşünmeden kurtulma yöntemleri’… Psikoloji düşünmeyi sorun, hastalık olarak görebilir mi? Sahi düşünmek hastalık mı? Yoksa takıntı düşünmek mi sanılıyor… Psikoloji pazarında “çok düşünmekten kurtulma terapileri” gibi uygulamaların varlığı, ideolojik boyutun bir uzantısı gibi adeta. Takıntılar, zihnin meşguliyeti, obsesyonlar ya da “paranoyak fanteziler” düşünce sanıldığından, düşünmeme ya da düşünceden kurtulma vaat ediliyor. Bu durum, aynı zamanda ideolojik bir boyut taşır. Düşünceyi rahatsız edici, gereksiz ya da sorunlu bir süreç olarak sunmak, bireyi geçmişle, toplumsal koşullarla ya da kendi içsel gerçeğiyle yüzleşmekten alıkoyar. Düşünmeden kurtulma vaatleri, bireysel huzuru hedeflese de sorgulamayı ve eleştirel düşünceyi bastırabilir. Bu da bireyi, kendi yaşamı ve çevresi üzerinde derinlemesine düşünmekten uzaklaştırarak, mevcut toplumsal düzenin sorgulanamaz bir gerçeklik olarak kalmasına hizmet eder. Devlet düşüneni, düşüncesini açıklayanı hapsediyor, katlediyor… Terapist düşünceyi hastalık ilan edip tedavi ediyor…

Oysa geçmiş, bireysel ya da kolektif düzeyde, bugünün ve geleceğin temelini oluşturur. Geçmişle yüzleşmeden, travmaları anlamadan ve onların yarattığı toplumsal bağlamı değerlendirmeden bireyin ya da toplumun gerçek bir iyileşme yaşaması mümkün değildir. Bu bağlamda, “geçmişe takılı kalma” telkini, bireyi ve toplumu hafızasından kopararak, yüzleşmekten kaçınmaya teşvik edebilir.

Sonuç olarak, geçmişi görmezden gelme ya da inkâr etme, bireysel ve toplumsal düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Psikolojinin “düşünceden kurtulma” yerine, düşünmenin ve sorgulamanın sağlıklı yollarını teşvik eden bir yaklaşımı benimsemesi gereklidir. Çünkü geçmişle yüzleşmek ve onu anlamak hem bireyin hem de toplumun gerçek özgürleşmesi için vazgeçilmezdir.

Bu gelişmeler, başka sorunları da beraberinde getirdi. Sosyolog Ulrich Beck, Risikogesellschaft (Risk Toplumu) adlı eserinde, toplumdaki çözülemeyen çelişkilerin bireysel düzeye indirgenip psikolojikleştirildiğini savunur. Örneğin, patronunun otoritesine boyun eğen birey, evde “kendimi ezdirmem” ya da “laf söyletmem” diyerek kendi otoritesini sergilemeye çalışır. Bu, psikanalizde sıkça tartışılan otonomi konseptindeki sorunları da gündeme getirir. Modern toplumda bireyler çok bağımsız ve otonom görünseler de gerçekte varoluşsal düzeyde birbirlerine bağımlıdırlar. Pandemi döneminde bu bağımlılıklar açık bir şekilde ortaya çıktı; fırıncıların ya da bakkalların birkaç gün çalışmaması bile ciddi varoluşsal sıkıntılara yol açabilir.

Bu tür bağımlılıkları çözmek için geliştirilmiş bir yaklaşım, bireylerin özel alanlarında otonom olduklarına dair bir his yaratmaktır. Ancak bu sadece bir çözüm illüzyonudur. Jessica Benjamin, Die Fesseln der Liebe (Aşkın Zincirleri) adlı kitabında “souveränität” (egemenlik) kavramını önermektedir. Bu kavram, bireyin bağımlılıklarından tamamen kurtulmasını değil, bağımlılıklarıyla baş etmeyi öğrenmesini ve buna rağmen özgüven ve özdeğerle yaşamını sürdürebilmesini ifade eder. Amaç, tam bağımsızlık yerine, bireyin bağımlılıklarıyla uyum içinde yaşayabilme yetisini geliştirmektir.

Sosyal medyada, kitaplarda ve dergilerde, psikologların kendilerinden emin, âlim bir tavırla sunulmaları eleştirel bir bakışla değerlendirilmeli. İyi bir terapist, aslında az bilen kişidir. Az bildiği için anlamak adına sorular sorar, çünkü terapinin özü, anlamaya çalışmaktır. İletişim, insanın en başarısız olduğu alanlardan biridir. İnsanlar konuşurken sıkça birbirlerini tam olarak anlamazlar, ama genelde duyguları anladıklarını varsayarlar. Terapist ise, söyleneni tam olarak söylendiği anlamda anlamaya çalışan bir yönelim içindedir.

İnsanların anladıklarıyla anlatılan arasında sık sık bir fark bulunur ve terapide sorulan soruların amacı, bu farkı kapatmak ya da en aza indirmektir. Ancak terapist, her şeyi zaten anladığını veya bildiğini düşünüyorsa, o noktada konuşacak bir şey kalmaz. Böyle bir durumda terapist, öğretmen rolüne girer ve aslında terapist kimliğini terk eder. Oysa terapist, anlamayan ve bilmeyen kişidir; ancak anlama ve bilme çabası gösterir.

Günümüzde terapistler, çoğunlukla bilen ve anlayan bir âlim pozisyonunda duruyor. İşte bu noktada bu duruma eleştirel yaklaşmak gerekiyor. Yıllardır bu işi yapıyorum ve şunu net olarak söyleyebilirim: Ben bilmiyorum. Her insanın hayatı, yaşadıkları ve bu yaşadıklarını deneyimleme biçimi farklıdır. Aynı olayı yaşayan iki kişi, bu olayı tamamen farklı algılayıp anlayabilir.

Terapist, bilmeyen kişidirbir anlamda cahildir. Ben depresyonu, narsisizmi “bilmiyorum.” Çünkü bilmek, insanları aynılaştırmak, bir kalıba sokmak ve onlara bu kalıptan hareketle yardım etmeye çalışmak anlamına gelir. Ancak bu, benim anladığım anlamda terapi değildir. Terapi, insanı olduğu gibi dinlemek, onun kendi eşsiz deneyimini anlamak ve onunla bu deneyimi keşfetmekle ilgilidir.

Devam edecek…

Şahap Eraslan

1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berlin'de çalışıyor.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu