
Sanat, yaratıcılık ve narsizm
Bir şarkı vardı: Sen yarattın beni / Bendeki güzeli / Bu güzellik beni sana mahkûm etti… İnsan insanı yaratıyor… Sonra da yarattığına âşık oluyor. Mitolojide Kıbrıslı Pigmalion var. Kadınlardan düş kırıklığına uğradığı için onlarla birlikte olmamaya karar veriyor; yeniden hayal kırıklığı yaşamaktan korktuğu için kadınlarla ilişkiden vazgeçiyor. Kendini sanata adıyor ve çok güzel bir kadın heykeli yapıyor. Ama yaptığı heykele âşık oluyor. Afrodit, aşkın ustası, heykele can veriyor…
Bize çok uzak görünüyor ama tam da öyle değil… Yarattığımızı, değiştirdiğimizi sevmek, kabul etmek. Evliliklerde, arkadaşlıklardaki tartışmalar ötekini şekillendirmeye de hizmet etmiyor mu? Ötekileri/bizim dışımızdakileri biz’leştirmek. Eşitlenmek aynılaşmaktı adeta. Ötekiler… Kafamızda yeniden biçimlendirdiğimizde, onları dönüştürüp kendi suretimizde bir fotokopimiz haline getirdiğimizde kabul ettik. Sanki onları olduğu gibi görmek gözümüze yakışmazdı… Kartal Tibet vardı, Ediz Hun… Sıradanlıktan münezzeh, idealleştirilmiş erkek güzelleri. Ve onların karşısına, köyden gelen kızlar çıktı: Güllüler, Kezbanlar… Kameranın gözünde o köy kızlarının doğallığı yeterli değildi. Önce şehirle tanıştırıldılar; saçları fönlendi, etekleri kısaldı, yüzlerine pudra serpildi. Dans etmeyi, gülümsemeyi, utanmamayı öğrendiler. Ve böylece, şehirlilere layık kadınlara dönüştüler. Onları “kurtardık.” Hikâyeleri daima bir “medeniyet vaadiyle” başlıyor, “dönüşümle” son buluyordu. Çünkü ancak değiştiklerinde sevilmeye değer bulunuyorlardı. Aynı zamanda iki yüzlüydük. Edalı sürmeli köylü güzeli türkülerimiz vardı. Köy ve köylü romantizmi. Orada bir köy var uzakta… Bizim köyümüz… Bu nefret ettiğimiz, köylü, kaba, görgüsüz bulduğumuz aynı zamanda da yücelttiğimiz, romantize ettiğimiz köylüler, milletin efendileri yani…
Sonra Kürtler geldi. Dağdan inen adamlar. Yüzlerinde rüzgâr izleri, bıyıklarında gelenek, konuşmalarında yaban… Onları da hikâyelere aldık — ama merkez değil, kenar yaptık. Şiveleriyle dalga geçtik, dilleriyle oynadık. Her yanlış telaffuz bir kahkahaya dönüştü. Aşağılandıkça sevimli bulundular. Ve biz bu sevimliliği ‘entegrasyon’ sandık. Modernlik adı altında neşeli bir aşağılama icat ettik. Oysa modernleşme çoğu zaman bir tür mecburi kılıktır. Bir yüz değiştirme töreni. Topkapı’da otobüsten inen genç kızlar soluğu ağdacılarda aldı. Saçlarına meç attırdılar, kaşlarını incelttiler, dillerine yeni kelimeler kattılar. Kendi hikâyelerini geride bıraktılar. Şehre ait olmanın bedeli, geçmişin gölgesinde kaybolmaktı. Belki de en acıklısı şu: Tüm bu dönüşümler, bir hayatta kalma biçimi gibi öğretildi bize. Oysa özünden uzaklaşan her beden biraz daha eksilir. Ve biz, benliğini yitirene “artık bizdensin” deriz.
Aslında çoğumuz ilişkilerimizde karşımızdakini değiştirmeye, ona kafamızda belirlediğimiz şekli vermeye çalışırken Pigmalion’a dönüşürüz. Sevdiğimizi sandığımız kişiyi kendimize göre düzenlemeye çalışıyorsak, aslında onu gerçekten sevmiyor, yalnızca zihnimizde idealize ettiğimiz son halini seviyoruzdur. Ve işte, bu “son hali” yaratabilmek için onu sürekli değiştirmeye çalışırız. Aslında olduğu kişiyi değil, olmasını umduğumuz kişiyi seviyor; onu o kalıba sokarak sevmeyi amaçlıyoruz…Aslında analiz etmek ve üzerine yazı yazmak için oldukça fazla malzeme var. Ama bugün konum bu değil.
Birçok dine göre insanı Tanrı yarattı. Yaratmak, tanrısal bir özellik olarak görülür, hatta yalnızca Tanrı’ya ait olduğuna inanılır. Belki de yaratma çabasındaki her sanatçı, bir anlamda tanrısal bir uğraş içindedir. Pigmalion anlatısında fetişizm, obsesyon ve narsizm gibi unsurlar vardır—bunlar sanatta ve sanatçılarda da sıkça rastlanan özelliklerdir. Sanatçının ritüelleşmiş çalışma ‘disiplini’ obsesiftir; ön çalışmaları adeta bir ibadet öncesi abdest gibidir. Yaratma bazen bir ibadet gibi yaşanır. Sapkınlık, perversion… Suç ve sapkın olanın, suçlu olmadan üretilmesidir belki de sanat…
Bazen yazılarımda da değindim… Sanat abartıdır. Sanat, insanın kendi parçalarından oluşur. Sanatçı, kendisindeki eğilimleri bazen eserindeki figürlere yansıtır (Janine Chasseguet-Smirgel, 1988, Kunst und Schöpferische Persönlichkeit = Sanat ve Yaratıcı Kişilik, s. 72). Sanat, insanın kendisini dışa vurumu; ona ait, bastırılmış yanlarını yansıtmasıdır biraz da. Okur veya izleyici, sanatçının dışa vurduğu kendisiyle karşılaşırken, aynı zamanda kendi içinde bastırdığı ya da dışa vuramadığı yanlarla da yüzleşir. Yani sanatçı-izleyici dinamiğinde yalnızca sanatçının yansıttıkları değil, izleyicinin sanatçıda fark ettiği yanlar ve kendisinden sanat eserine projekte ettiği unsurlar da devreye girer. Ayrıca, iki tarafın dışa vurulmayan, hatta belki fark edilmeyen bilinçötesi katmanlarının da kendi aralarında bir diyaloğu vardır. Bu, sanat eseri ile izleyici arasında karmaşık ve çok yönlü bir ilişki yaratır. Sanatçı, kendi içindeki bazı korkuları dışa vurur. İzleyici, bunu sanatçının korkuları ya da sanat eserindeki figürün korkuları olarak teşhis eder. Fakat bu sırada belki de kendi korkusuyla sanat eserinde karşılaşmaktadır. Sanatta, kişilerarası bir karşılaşma söz konusudur. Bazen insan, sanat aracılığıyla kendisiyle arasına mesafe (sanat eseri) koyarak, ve kendisne yabancılayarak da yüzleşir. Yani sanatçı kendisini anlatırken, aslında sıkça ben’den de söz ediyordur.
Sanat eserini bir rüyaya benzetebiliriz — senaristi, yönetmeni ve oyuncuları aynı bedende toplanmış bir rüya. Sanatçı, kimi zaman yarattığı figürlerle özdeşleşir; onların ruh haline yaklaşmaya, o ruha sızmaya, onu çözmeye çalışır. Cinayet romanındaki katili anlatan bir sanatçı, kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeden, katilin gölgesine adım atar; ona duygusal bir yakınlık geliştirmeyi dener. Anlattığı kişi, belki de sanatçının benliğine tamamen yabancıdır — ama işte tam da bu yabancılıkta bir çekim vardır. Asıl soru şudur: Sanatçı neden cinayete, neden katile ilgi duyar?
Abartı, söylenene ve gösterilene büyüteçle bakmayı ve onları görünür kılmayı dener. Görünmezi, küçük ayrıntıyı büyüterek açığa çıkarır. Sanatçı, derdi olan insandır. Sanat dertlerle ilgilidir ama danışmanlık hizmeti vermez; sivil toplum kuruluşlarının işini üstlenemez yani… Sanat çatışmadan doğar. Sanatçının kendisiyle çatışması, toplumla çatışması… Sanat, iktidar olamaz. İktidar olduğunda çatışma anlamsızlaşır. Toplumla çatışma çoğu kez kaçınılmaz olarak iktidarla çatışmayı da beraberinde getirir. Burada iktidarla hükümeti kastetmiyorum. Bazen bir insan muhalif biri olabilir ama sanat dünyasında iktidar edinebilir. Sanattaki başarı sanatçıya güç sunar. Ancak bu güç, sanatçıyı iktidar sahibi yaptığında, sanatın gölgeleneceğini düşünenlerdenim…
Psikanaliz, başından itibaren ilgi alanını sedirde anlatılanlarla sınırlamadı (Chasseguet-Smirgel, s. 10). Sanat, Freud’un yazılarında da yer alır. Michelangelo’nun Musa’sı (Der Moses des Michelangelo), sanat eserinde sanatçıyı arayışıdır. Mitolojik anlatı analizleri, Ödipus söylencesi… Psikanaliz, o dönemde de günümüzde de sanatçılar üzerinde etkili oldu. Bu geleneği psikanalistler sürdürdü. Psikanalist Otto Rank bu konuda kapsamlı çalışmalar yaptı; mitolojik metinleri inceledi ve ayrıca sanat ve sanatçılar üzerine çalışmasını 1932’de yayımladı (Kunst und Künstler, 2000). Rank’e göre sanat, sanatçı için bir iş veya para kazanma aracı değil, bir var olma biçimidir (s. 316). Sanatsal üretim sürecini doğum sürecine, sanatsal ürünü ise dünyaya gelen bir bebeğe benzetir (s. 318). Sanat, söylenmemiş olanı söyleme, söylenmiş olanı ise farklı bir şekilde ifade etme çabasıdır. İşte bu noktada, bir şeyin daha önce söylenip söylenmediğini bilmek ve söyleneni farklı bir biçimde dile getirmek, o güne dek üretileni incelemeyi ve onlarla bir rekabet/yarış içinde olmayı gerekli kılar. Sanatçı, diğer sanatçılarla girdiği bu yarışta aslında kendisini zorlar ve her seferinde kendisini aşmaya çalışır. Rank (s. 311), sanatın, sanatçının sanatla mücadelesinden, onunla cebelleşmesinden doğduğunu yazar.
Sanat… Sanatçının kendisini yeniden doğurmasıdır belki de… Psikanaliz, gelişimi hayatın insanın önüne koyduğu çelişkileri ve iç çatışmaları çözme süreci olarak görür. Yani gelişim, iç çatışmaları çözme ve onlara katlanma sürecidir. Benim sözünü ettiğim, iç çatışmalardan sanatsal üretimin doğacağı tezine ek olarak, her doğum sonrası bir rahatlamadan da söz edebiliriz. Yani sanat bazen mutlak bir harmoni olabilir; üretilenle bütünleşme, sanat eseriyle sanatçının arasındaki sınırın ortadan kalkarak bir olmaları, kaynaşmaları da mümkündür.
Sanat aslında beceriksizlik/başarısızlık demektir
Başlık Samuel Beckett’e ait. Hayatı, baş edemediği krizlerle dolu olan sanatçı, 1934’te ünlü psikanalist Bion’un hastasıydı. Psikanalist Hans Dieter König (Künstler sein heißt scheitern = Sanatçı demek başarısızlık demektir, 2001, s. 216), Beckett’in 30’lu yaşlarında ailesinin beklentilerini yerine getiremediği ve ailesiyle arasına mesafe koyamadığı için kimlik/kişilik krizi yaşadığını yazar. Beckett, İrlanda, Paris ve Almanya arasında gidip gelmektedir. Çeşitli yazar gruplarına yakınlaşıp uzaklaşmaktadır. Hiçbir mekâna, hiçbir gruba ait değildir… Huzursuz, yurtsuz ve kimsesizdir. Sanatçının hayatını bilmek, onun yaşadığı bunalımlarla, huzursuzluklarla, sanatsal figürleriyle ve travmalarıyla arasında bağ kurmak değerlidir. Ancak, sanatı yalnızca sanatçının travmasıyla açıklamak bana göre yeterli değildir. Buradaki temel meselelerden biri, sanatçıyı patolojikleştirmek ve sanatı da patolojik bir ürün olarak görmek tehlikesidir. Belki de burada psikanalistin sanata ve sanatçıya duyduğu haset ve kıskançlık da rol oynuyordur… Temel bir sıkıntı şu ki: Psikanaliz, bilgisini yoğun biçimde hasta tedavisinden edindiği deneyimlere dayandırır. Yani kriz yaşayan, yoğun sorunlar yaşayan insanların iç dünyalarına… Bu nedenle analizleri de bu bilgiyle şekillenir. Bir şiiri ya da romanı okurken, bunu divandaki bir hastanın rüyası gibi görebiliriz; ancak bu iki durumu aynılaştırmak doğru olmaz. Roman ya da şiir, özgür çağrışım değildir, çünkü düşünülmüş, kurgulanmış ve estetik kalıplara sokulmuştur. Ayrıca bir öykü, kurgudur; yani gerçek kişiler ve olaylarla birebir örtüşmez.
Psikanalist Eckhardt Neumann, bir yazısında (Das Minotaurusmotiv bei Picasso = Picasso’da Minotor Motifi, 2001, s. 311), Picasso’nun 1928-1938 yılları arasında minotoru yaklaşık 60 kez çizdiğini yazar. Sanatta bir motifin sürekli tekrarı… İnsan, yaşadığı bir sorunu çözemediğinde, içindeki bir yan bu sorundan kurtulabilmek için ideal çözümü arar. Bu nedenle, aynı sorunu tekrar tekrar yaşarız. Ancak ideal, yani rahatlatıcı bir çözüm bulunamadığından, tekrarın getirdiği geçici rahatlamadan sonra aynı olayı—aynı ya da benzer biçimde—yeniden deneyimleriz. Aslında bu, gerçek anlamda yeni bir deneyim değildir; biz sadece öyle sanırız. Gerçek bir deneyim, yeni bir olayı yaşamak, üzerine düşünmek ve onu hayatımıza eklemlemektir. Oysa tekrarın zorunluluğunda, deneyim gerçekten yeni değildir—hatta deneyim bile değildir. Bu, geçmişin sadece farklı bir versiyonudur ve kişiye eklenen, dönüştürücü bir deneyim sunmaz. Psikanalist Hans-Jürgen Wirth (Das Menschenbild der Psychoanalyse = Psikanalizin İnsan Tanımı, 2001, s. 37), tekrarın zorunluluğu içinde farklı bir sonuç beklemenin aslında yaratıcılığı da teşvik edebileceğini yazar. Bu bağlamda tekrar ‘yeniyi’ arar ve yeni de yaratılandır, başka olandır.
Minotor, yarı boğa yarı insan bir mitolojik figürdür. İspanya’da boğa güreşlerinde boğa, gücü sembolize eder. Matador ise gücü dize getiren, ondan daha güçlü olandır. Kanlı ve ölümcül bir çatışma… Psikanalizde de ölümcül karşılaşmalar ödipal kuramda yer alır: genç oğlanın yaşlanan, güçlü babasını kanlı bir biçimde alt etmesi. Bazı resimlerinde Picasso’nun genç sevgilisi de (17 yaşında) yer alır; Picasso, onunla tanıştığında 47 yaşındadır. Neumann, bu resimlerdeki minotor figürünün aslında Picasso’nun kendisini yansıttığını anlatır…
Gençlik, bazı şeyleri ertelemeye, “sonra yaparım” demeye olanak tanır. Ancak yaşlılıkta ertelemek, sonraya bırakmak anlamsızlaşır, çünkü belki de sonra diye bir şey kalmamıştır. Olgunlaşmak, insanın kendi gerçekliğini kabul etmesidir aynı zamanda. Picasso, işte bu yaşlanmaya adeta itiraz eder. Ancak onun bu itirazı, resimleri aracılığıyla gerçekleştirilir. Yani resmetmek, bir anlamda gerçeği kabul etmek, ama aynı zamanda bu kabulü başka bir alana—sanatın, resmin alanına—taşımaktır.
Belki de sanat, içimizdeki eksikliği dışarıda bulma, yaratma, oluşturma çabasıdır biraz da…
‘sen denize sırtını dönen uykusuz dağlı
gemiler nerde (ki çoğu hüviyetidir melankolinin)
nerde aykırı mavzerler (onlara sığdıramazsın ki öfkelerini)
barut esmeri tenine sevdalarımı sürdüğüm
nasıl taşıdın bunca yıl delirmiş saçlarında
o eski şark yelini
biliyorum dokunsam parmaklarım kırılır
dokunmasam eşkîya uykusuzluğu çetin silâhlar gibi‘ Murathan Mungan
Yaratıcılık
Cervantes, bir deniz savaşında ağır yaralanır. Savaş gemisinde genç bir bahriyelidir. İki kurşun göğsüne, bir kurşun da sol eline isabet eder. Sol eli sakat kalır. Sağ eli adeta sol tarafını dengeler ve Don Quijote’u yazar. İnsanın bedensel bir eksikliğini ya da sakatlığını dengelemeye çalışması ve sağlam organlarına daha fazla yük bindirmesi… William G. Niederland (1989, Trauma und Kreativität, s. 167) yaptığı kapsamlı çalışmada, insanın kendi handikapını veya eksikliğini yaratıcılıkla örtmeye ve dengelemeye çalıştığını yazar. Yaratıcılık, travmayla baş etme yöntemlerinden biridir de. Michelangelo’nun eserlerinde ideal erkek figürleri vardır. Oysa Michelangelo’nun kendisi zayıf, çelimsiz bir adamdır. Gençliğinde arkadaşlarıyla yaşadığı bir kavgada burnu kırılmış ve yüzü kalıcı olarak şekil değiştirmiştir. Sürekli alay edilen, akran zorbalığı yaşayan, çirkin bir adam… Yaşadığı travmalar, eserlerinde ideal erkek bedenleriyle kendini gösterir. Niederland, bu tür durumlarda sanatın ve yaratıcılığın onarıcı, hatta tedavi edici etkisinden söz eder.
Sanatçının yalnızlığı meselesine gelirsek… Yaratıcılık yalnızlığı gerektirir. Belki de yanılıyorum. Sanatçı, üretirken tek başınadır ama asla yalnız değildir. Franz Kafka’nın “Tüm dünya kafamın içinde” (Niederland, s. 149) sözünü belki de bu yüzden söylediğini düşünebiliriz. Kalabalık içinde bile sanatçı, bazı şeyleri—hatta kendisini bile—kendi içine saklar. İçinde sakladıklarının içine de saklanır. İşte sanat, bu içeridekilerin yeniden dışa çıkmasıdır veya dışa çıkma arzusunun anlatımıdır. Şunu söylemeye çalışıyorum: Sanatçının yalnızlığı başkadır. Kalabalık içinde bile kendine özgü bir yalnızlık yaratabilen, bunu başarabilen kişidir sanatçı.
Enver Gökçe’nin bir şiirinde okumuştum: “Ben berceste mısraı buldum.” Berceste, “güzel, seçkin mısra” demekmiş… Her şair galiba o en güzel dizeyi, her yazar o kusursuz romanı, her yönetmen o mükemmel filmi arıyor. Yaratıcılık, biraz da mükemmeli bulma çabasıdır. Sanatçı, narsizmini dönüştürmeye çalışandır. Niederland (s. 114), heykeltıraş Giacometti’yi alıntılar: “Bir sanatçının başarılı olması, onun başarısızlığına işaret eder” (Erfolg haben bedeutet für einen Künstler, dass er versagt hat). Ne demek ister sanatçı? Bir roman biter ama tamamlanmaz. Bir şiir biter ama bitmesi tamamlandığı anlamına gelmez. Belki de bu yüzden sanatçı yeniden yazmaya, anlatmaya koyulur. Psikanaliz burada biraz haklı galiba. Sanatta bir iç mesele, bir iç karmaşa dışa vurulur. Yaratma sürecindeki iç çatışmalar, estetize edilerek dışa aktarılır ve bu süreç, sanatçıya bir rahatlama, bir çözüme ulaşmışlık hissi verir. Ama iç çatışmalar, kördüğüm olmuş bir balıkçı misinası gibidir. Çözdükçe çözmek gerekir.
Psikanalizi anlatırken kullandığım metafor belki de sanat için de geçerlidir: Psikanalitik süreç, insanın kendisine yaptığı bir yolculuktur ve bu yolculuk, bir soğanın içine doğru ilerlemeye benzer. Her kat açıldığında yeni bir kat ortaya çıkar ve her ilerleme, içeriye—merkeze, çekirdeğe—doğru bir yolculuktur. Her sanat eseri, her şiir, o soğanın bir katmanı gibidir belki de. Sanatçı, yitirdiği bir iç mekânı, bir objeyi aramaktadır. Belki de annesiyle yaşadığı cenneti… Bu cennetin yitimi, travmatik etkisini hep içinde taşır. Küçük bir çocuk için annenin hayatındaki merkezi konumu, dünyayı da merkezde hissetme duygusu yaratır. Anneyle bir bütün olmanın verdiği o mutlak uyum, evrenle bir bütün olma hali… Sanat, belki de bunu yeniden bulma çabasıdır. Yani sanat, kaybın yerine konulan bir eylemlilik. Tükenmeyen bir arayış, çünkü amacı imkânsızı bulmak. Ama imkânsız olanı bulmak imkânsızdır—ve belki de biz bu arayışa sanat diyoruz. Sanat eseri, kaybolan objenin yerine konulan, aslında yalnızca yedeklenmiş bir şeydir. Annesinden ayrılan bir çocuk, onun yerine bir objeye sarılarak uyur. O oyuncak, yalnızca bir oyuncak değildir; o aslında annedir. Yedek bir anne. Anne gibi olmayan ama onu temsil eden, sembolik bir anne… Sanat da belki böyle bir şeydir. Yitirdiğimizin yerine koyduğumuz şey.
Niederland, yaratıcılıkla travma arasındaki ilişkiyi Heinrich Schliemann üzerinden anlatır. Schliemann’ın dil öğrenme konusunda dahi olduğu söylenir; birçok dili çok kısa sürede öğrenmiştir. Ancak onu asıl ünlü yapan arkeolog oluşudur. Türkiye’de Truva’yı bulan kişidir. Schliemann’ın babası bir din adamıdır ve aile, bir kilisede yaşar. Kilisenin hemen yanında bir mezarlık vardır. O mezarlıkta, Schliemann’ın erken yaşta ölen ve kendi adını taşıyan kardeşinin mezarı bulunur. Mezarlık, küçük Heinrich için bir oyun alanına dönüşür. Mezar taşında da Heinrich yazan kardeşinin mezarı, onun oyun ve dertleşme mekânıdır. Schliemann, çocuk yaşta birçok yakınını kaybeder. Daha sonra bir arkeolog olduğunda, gömülü eserler araması ve mezarlara ilgisi aslında çocukluğundan itibaren şekillenmiştir. Adeta çocukken mezarlıkta hayalinde kurduğu ölülerin yaşam hikâyelerini mesleğe dönüştürür. Ölü kemiklerinden, mezarlardan çıkan eserlerden yola çıkarak kültürleri anlamaya ve açıklamaya çalışır. Yani Schliemann, çocukluk travmalarından bir başarı hikâyesi yaratmıştır. Ancak bu, aynı zamanda çocukluk travmalarıyla farklı bir düzeyde sürekli iç içe kalmak anlamına da gelir. Ölülerin gömüldüğü mezarlıklarda çocukluğu geçen bir adam, hayatını ölüleri mezarlarından çıkarmaya ve onlara hayat hikâyeleri bulmaya adar. Dil konusundaki yeteneğini ise, adeta ölülerin dilini öğrenmek ya da onlara bir dil vermek diyebileceğimiz bir işe yönlendirir.
Çocuk oyunda yaratıcıdır
Birçok kez yazdım: Bebek, annesiyle kendisini bir bütün olarak görür. Zamanla annenin kendisinden ayrı bir varlık olduğunu fark eder. İşte bu ayrımı anlamak, ben ve sen ayrımını keşfetmek, bebeğin ilk başarılarından biridir. Psikanalist Donald W. Winnicott (2020, Von der Kinderheilkunde zur Psychoanalyse, s. 252-262), bu ayrılığın acısıyla baş edebilmek için bebeğin yumuşak bir oyuncağı annesinin yerine koyduğunu yazar. Bu aslında yaratıcılıkta bir sıçramadır. Çocuk, annesinin yerine başka bir şey bulur. Burada sembolleştirme, soyutlama ve annenin iç dünyada temsili olarak sabitlenmesi söz konusudur. Psikanalist Heinz Henseler (2001, Das Scheitern religiöser Kreativität am Fundamentalismus = Fundamentalizm Örneğinde Dinsel Yaratıcılığın Başarısızlığı, s. 77), geçiş nesnesi olan bu oyuncağın annenin yerini dolduramadığını, ancak annenin kontrolsüz yokluğuna karşı çocuğa ayrılığı kontrol ediyormuş hissi verdiğini ve onu rahatlattığını yazar. Çocuk, bu oyuncağı adeta bir anne gibi kullanır: Onunla uyur, kızınca yere atar, onunla konuşur… Oyuncak hem annedir hem de anne değildir. İşte bu oyuncağı sahiplenmek, onun sadece bana ait olması ve benim yarattığım bir şey olması, çocuğun ilk sanatsal başarısı gibidir. Oyuncakla oynar, ona hayat verir, onunla bir dünya kurar. Bu dünyada çocuğun kendisi senarist, yönetmen ve oyuncudur.
Yani oyuncak, hikâyenin çeşitli figürlerini temsil eder. Oyunda her çocuk bir sanatçıdır aslında.
Burada Freud’un aile romanı (Familienroman) olarak tanımladığı olguyu da anımsatmak gerekir: Freud, çocukların mutsuzluklarında kendi fantezi dünyalarında alternatif bir aile romanı yazdıklarını, bu fantezilerle kendilerini teselli etmeye çalıştıklarını ve gerçek hayatın acımasızlığına bir alternatif oluşturduklarını yazar. Yani aile romanı, çocuğun fantezisinde inşa ettiği yaratıcı bir anlatıdır. Yaratıcılık açısından belki de Freud’un başka bir kavramına da dikkat çekmek gerekir: Anımsama örtüsü (Deckerinnerung). Freud, bazı insanların acı veren olayları bastırarak, onların yerine daha olumlu bir anıyı koyduklarını söyler. Yani, derin iz bırakan travmatik bir anının yerine, sıradan ama acı vermeyen bir hikâye geçer. Acı veren olay, farklı bir anımsamayla örtülür. Bu da aslında çocuğun—ve insanın—yaratıcı bir eylemidir. Psikanalist John Steiner’in sözünü ettiği geri çekilme alanları (Orte des seelischen Rückzugs=ruhsal geri çekilme mekanları, 1998) da çocukların daha sonra hastaların oluşturdukları yaratıcı mekanlardır.
Psikanalist Hans-Jürgen Wirth (Das Menschenbild der Psychoanalyse = Psikanalizin İnsan Tanımı, 2001, s. 16), “İnsanın en büyük trajedisi, kendi amacına ya da idealine ulaşamamasıdır” der ve yaratıcılığı, insanın ben’i ile ideal-ben’i arasındaki bir köprü olarak görür. Yaratıcılık, narsizmden doğar. Bebeğin doğumdan sonra annesiyle kendisini bir bütün hissettiği dönemin kaybolması ve bu kaybın yeniden inşa edilme çabası, yaratıcı sürecin temelinde yatar. Yitirilenin peşine düşmek, onu bulmaya ve inşa etmeye çalışmak… Sanat eseri belki de alternatif obje arayışı ve objeyi bulma (eser) sonra bulunan objeden hoşnut olmama yenisini arama.
Tek tanrılı dinler açısından bakıldığında da insan, eksik yaratılmıştır. İnsan, doğada hayatta kalabilecek donanıma sahip değildir; o, cennette yaşamak üzere yaratılmıştır. Günümüzde insana dair bildiğimiz pek çok şey, onun kültürel üretimleri ve yaptıklarıyla şekillenmiştir. Yaratma süreci doğumla metaforize edilir. Yaratıcılık, aynı zamanda ölüme bir başkaldırıdır. Ölümsüzlüğü arayıp bulamayan Gılgamış, kalıcı eserler bırakarak da ölümsüzlüğe ulaşılabileceğini söylememiş miydi? Sanatçı, ölümlü olmanın, faniliğin narsistik incinmesine itiraz eden kişidir.
‘bir gün ölürüm ben
belki bir gece treninin camına düşer başım
…
içerde yolcular uyuduğumu sanır
yalnızca bir kız düşürdüğüm gülücükten anlar öldüğümü
yakama bir gözyaşı iliştirir
bir gün ölürüm ben
…
ama ölmekten korka korka ölürüm
yaşamayı sevdiğim için’. Salih Bolat
Çocuk, hayatındaki küçük yenilgiler karşısında sığınacak bir liman arar. Annesini… (Anne bir konumdur, bir pozisyondur; kadın olması zorunlu değildir.) Sanat da yetişkinlikte böyle bir sığınaktır. Her rüya bir eserdir… Ve anlatıldığında yeniden üretilir. Psikanalist Bruno Bettelheim’ın bir kitabının adı bu nedenle Çocukların Masallara İhtiyacı Var’dır (Kinder brauchen Märchen, 2006). Aynı masalı tekrar tekrar dinlemek, çocuğa içeriği kontrol etme imkânı sunar. Ne olacağını bilmek, onu sürprizlerden korur. Çocuk, bir süre sonra o masalı kendisine mal eder ve onunla oynamayı da becerir.
Travma ve yaratıcılık
Belki de sanatçılar ve kâşifler için en isabetli tanımı psikanalist Masud M. Khan yapmıştır: “Dâhiler, aramadıklarını bile bulurlar; bizim gibi sıradan insanlar ise bulunanı yeniden bulmakla yetinirler” (Mathias Hirsch, 2023, Kreativität und Schuld als Wurzeln der Kultur = Kültürün Kökleri Olarak Yaratıcılık ve Suç, s. 14). Her insan yaşamı boyunca onlarca travmatik olay yaşar. Ancak her yaşanan, travmaya yol açmaz. İnsanın gücü, travma sonrası geliştirdiği koruyucu ve sağaltıcı tutumlarla bu etkinin kırılmasında, zayıflatılmasında yatar. Ama çoğu kez travmadan bir iz kalır. Zaten travma sözcüğü de kelime anlamı olarak yaralanma değil midir? Yara kabuk bağlasa da izi kalır.
‘Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!’ Cahit Külebi
Her travma, içsel bir karmaşaya neden olur. Sanat, belki de bu kaosu düzene koyma, kontrol etme çabasıdır. Travma iz bırakır; sanatçı da içindeki bu izi dışa vuran ve böylece başkalarında dönüştürülmüş bir iz bırakmayı deneyen kişidir. Bu yüzden sanat çoğu kez iz bırakmak, etkilemek için yapılır. Yazmak… Anlamlandırmak. Travma, insanın anlam dünyasının dışında yaşadığı bir olaydır. Bu yüzden çoğu kez suskunluk ve felç hissi yaratır. Travma, anlatılamayan, sembolize edilemeyendir. Sanatçı işte tam da bunu başka türlü anlatmaya, travmayı ifade edilebilir ve anlaşılır kılmaya çalışan kişidir. Bir anlamda, sanat eseri bazen dışa vurulmuş, dışlaştırılmış bir travmadır. Anlamadığımız, anlamlandıramadığımız şeyler bizi huzursuz eder. Oysa biz, anlayarak, anlamaya çalışarak, dünyaya bir düzen vererek rahatlar ve bilinmezi denetleyebileceğimizi sanırız. Sanat, hayata başka, yeni anlamlar arama ve ona isim koyma çabasıdır.
Bazı psikolojik olayaları en kısa ve vurucu biçimde sanatçılar anlatıyor.
‚mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!‘ Nazım Hikmet
Sanat, çoğu kez hayatı anlamlandırmaya çalışır. Sanat politiktir. Hayatı nasıl anlamlandırdığımız da son derece politiktir. Sanatçıların çok politik olmaları estetikten taviz gibi anlaşıldı. Bir zaman sonra da sanatçıların kendi politik renklerini göstermeleri ayıplandı. O dönemler yürüyüşlerde (bugün hala) şiir dizleri, roman, öykü cümleleri slogan olarak söylenirdi. Sanatın slogan olmadığı fikri benimsenmeye başlandı. Sanatçılar sanatçı olmak/kalmak için tövbe etmişçesine sanatlarında politikadan uzak durdular. Zulmü, ölümleri görmezden gelmek sanatsal olgunluk adeta… Sanatçılar, slogancı sanattan kurtulabilmek, aralarına mesafe koyabilmek için politikadan, doğrudan politik söylemden fazlasıyla uzaklaştılar. Oysa bugün sosyal medyaya baktığımızda, sloganların, reklam sözlerinin, aforizmaların vuruculuğunun ve cazibesinin geri döndüğünü, üstelik çoğu zaman bu söylemin apolitik kaldığını görüyoruz.
‚Silgiler silerken silinirler de!‘ Ece Ayhan
Sanat sadece slogandan ibaret değildir. Ama slogansız sanat da bir hayli yavan. Yavan… Oral bir söylem… Benim sanatta aradığım, insanın en ilkel dönemine dair bir haz. Sanatın anal konuları olması gerektiği fikrinin (disiplin, obsesif politikadan kaçınma çabası – ki bu aslında imkânsız) fazla öne çıkarılmasına, oral bir arzuyla verilmiş bir tepki belki de benimkisi…
Uzun yıllar boyunca sanatçılar, aynı zamanda entelektüellerdi. Çoğu, birçok konuda bilgili, uzman, hatta âlimdi. Bu da onları ayrıcalıklı ve saygın bir konuma getiriyordu. Ancak akademinin gelişmesi ve çeşitli alanlardaki bilgi birikiminin derinleşmesi, sanatçıları bu konumdan uzaklaştırdı. Buna ek olarak, sosyal medyanın yükselişi herkesi, her konuda kendini uzman ya da âlim sayan bir insan topluluğuna dönüştürdü. Tüm bu değişimler, sanatçılar için bir prestij kaybı ve aynı zamanda narsistik bir incinme anlamına geliyor. Ve sanıyorum ki, bazı sanatçılar bu incinmeyle baş etmekte zorlanıyor.
Sanatçı: Tragedayası olandır
Psikanalist Thomas H. Ogden, sanat üzerine önemli yazılar yazmıştır. Şiirin, her ne kadar sözcüklerle yazılmış olsa da, aslında sözsüz bir duygulanım deneyimi olduğunu söyler (2004, Gespräche im Zwischenreich des Träumens, s.165). Sanat, çok iyi bildiğimizi sandığımız bir olay ya da duruma dair yaşadığımız yeni ve farklı bir deneyime imkan verir. Başkalarının yazdığı bir şiiri okuduğumda, o dizelerde hem ben varım hem de şair. Ama arada üçüncü bir şey var. Hem ben ve şairin de içinde olduğu ama aynı zamanda ikimizin dışında bir üçüncü… Ogden (s. 151), şiirin okurla şair arasında, üçüncü bir yerde olduğunu ifade eder. Şiir bir araçtır, aradadır, arada olandır. Okuduğumda, şiiri seslendirerek, ona kendi sesimi vererek, böylece kendimi katarak—benim sandığım ama aslında bana ait olmayan—üçüncü bir şey yaratırım. Şiir, hem benimdir hem de benim dışımda. Belki de şiiri ilginç kılan, tam da bu “üçüncü”dür. Okurun şairle bir‘leştiğini, bütünleştiğini sandığı o an… Nefesimi dizler üzerinden şairin nefesine kattığım an. Şiir/sanat bu anlamda erotiktir. Çok yakınlaşmaya iç içe olmaya izin verir. Üçüncünün yansıra okurun yakınlığı deneyimler. Şaire haset çoğu kez şairi idolleştirerek, yücelterek ve özelleştirilerek örtülür. Bu aradada yüceltme çok agresiftir. Sevdiğimizi uzağa itmektir. Yücelttiğimizle gerçek ilişkiden kaçınırız. Yüceltmenin diğer yanı değersizleştirmedir. Yücelttiğimiz yer yücelttiğimizi düşüreceğimiz yüksekliktir de. Agresiftir yani. Şiirini okuduğum şair, o an orada olmadan, aslında orada bulunandır—zaten şiiri kurgularken bunu mümkün kılmak istemiştir.
Ben, travma ile sanatçı arasındaki ilişkiyi aramayı denedim. İlhan Berk söylemişti: “Şair, tragedyası olan insandır.” Trajedinin travmatik yanı belki de şudur: Kişi başarısız olacağını, yenileceğini, öleceğini önceden görür ama yine de yoluna devam eder. Trajedide bir seçim olsa da, trajik karakterler için aslında başka bir yol yoktur; onlar, o yolu gitmek zorundadır. Picasso’nun Guernica’sı da böyledir. Acının içinden doğan bir anlatı, kayıtsız kalmanın imkânsız olduğu bir sahnedir. Guernica bir anlatı değil, bir çığlıktır. Soyutlanmış figürler, parçalara ayrılmış bedenler, dehşet içindeki yüzler—hepsi, sadece bireysel bir acıyı değil, toplumsal travmanın görsel karşılığını oluşturur. Tıpkı bir şiirin okur ve şair arasında bir üçüncü alan yaratması gibi, Guernica da izleyiciyle sanatçı arasında bir etkileşim alanı açar. Bakarken kaçamayız, bir mesafe koyamayız; çünkü bu mesafe, savaşın dehşetinde zaten silinmiştir. Sanatın politik olması tam da budur. Acıyı anlatırken onu estetikleştirmeden gösterebilmek, sanatçının en zor sınavlarından biridir. Picasso’nun Guernica’sı, yalnızca İspanya İç Savaşı’nın değil, tüm savaşların, yıkımların ve trajedilerin evrensel bir sembolüdür. Tıpkı trajik bir kahramanın kaderi gibi, tarih de bazen kaçınılmaz bir döngü gibi işler. Ve sanat, bu döngüyü hem kaydetmek hem de ona karşı bir duruş sergilemek için vardır.
Guernica bir resim değil, bir çığlıktır. Figürlerle, renklerle yazılmış bir çığlık. Resim konuşmaz ama sanat, resme ses verir, onu konuşturabilir. Kürtçe bilmiyorum. Ama bir kadının söylediği melodiyi dinledim. Dilini bilmesem de ağzından çıkanın bir çığlık, bir acıyı anlatan bir ses olduğu çok belliydi. Sanat, diller üstü bir dil kurmayı başarır. O kadının ağıdındaki acıyı hissettirdi. İspanyolca da bilmiyorum. Tatilde biri bir şeyler konuşuyordu. Sesinin tonlamasından, dili kullanmadaki akıcılığından ve melodisinden, söylediğinin “olağan” olmadığını hissettim. Sanat olağanüstüdür… Sonradan öğrendim ki Neruda’nın bir şiirini okuyormuş.
Sanat—hiçbir roman, hiçbir şiir hayatı bütünüyle kapsamaz. Ama hayatın bir anına, bir dönemine denk düşer… Sanat bazen bir provokasyondur. Yasak olanı açığa vurur, gizli olanı görünür kılar. Tabuları çiğner. Ancak sanat, bunu yaparken aynı zamanda bir çerçeve de çizer. Bu yönüyle ritüele benzer. Ritüel de en yasak, en ayıp olanı açıkça sergiler. Fakat ritüelin çerçevesi, onun kontrolden çıkmasını önler. Böylece en yasak olan gözler önüne serilir, insan onunla ilişki kurar, ama ritüel olduğu için gerçeklikle bağı görmezden gelinir. Sanat da aynı şeyi yapar. Bir cinayeti anlatır—bütün ayrıntılarıyla. Sanat, özdeşleşme yoluyla haz sağlar. Bu özdeşleşme sayesinde izleyici imkânsızı yaşar: Sapıklığı, sapık olmadan deneyimleme imkânı. Ya da kahramanlar, katillerdir. Katillerle özdeşleşirken, katil olmadan katilliği yaşarız. Sanat bir illüzyon sunar.
İnsanların tutkuları var. Sanatta ise bu tutkuların derinliği hissedilir (Arlie Russell Hochschild, 2006, Das gekaufte Herz = Satın Alınmış Yürek, s. 56). Sanat abartır; ancak bazen bu abartı çok görkemli bir şekilde sergilendiğinde, derinlik kaybolabiliyorr. Sahne sanatçıları performans sanatçılarıdır. Bu tür sanatlar, şov unsurlarıyla sunularak daha çekici hâle getirilmeye çalışılabilir. Ancak bu noktada da derinlik sorunu ortaya çıkabilir. Derinlik, genellikle yapaylıkla anlatılamaz. Çünkü tutku hayattan beslenir; yapaylıktan ya da şovdan değil.
Her kültürün bir de duygu kültürü vardır. Ve bu duygu kültürleri arasında hem farklar hem de benzerlikler bulunur. Sanat, bu farklara rağmen insanlara dokunmayı başarır. Kültür dediğimiz örtüyü kaldırdığımızda geriye insan kalır. Sanat ayrıca o derinliklerdeki sadece insana ulaşır. Çıplak insan ve duyguları… Bazen bazı duyguların bir kültürde oluşmasını sanat sağlar. Örneğin, 17. yüzyıl öncesi Avrupa kültürlerinde “aşk” duygusuna rastlamayız. Aşk, Romantik dönemde sanatta konuşulmaya başlanır, ardından çoğaltılır, farklı sanat formlarında tekrar tekrar işlenerek dolaşıma sokulur. Günümüzde aşık olmak bize çok doğal, çok olağan gelir. Ama belki de bu “doğallık”, sanatın yüzyıllar süren üretimiyle mümkün olmuştur. İnsanlar zamanla duyguları sanat aracılığıyla öğrenebilir, kurabilir, içselleştirebilir. Aşkın Avrupa’da “keşfedilmesinde” Rönesans’ın duygusal açılımları kadar, Doğu’nun aşk masalları da belirleyici olmuştur. Leyla ile Mecnun’un, Şehrazat’ın izleri Batı’ya ulaşmış; duygu sınırları aşmıştır. Ute Frevert (2013, Vergängliche Gefühle / Geçici Duygular, s.13), sanatın üretmediği, konuşulmayan, yazılmayan, yani üzerinde durulmayan duyguların zamanla o kültürde kaybolduğunu söyler. Duygular ilgiyle, dille, imgeyle beslenmediğinde silinir gider. Ama işte tam da bu yokluk, bu suskunluk bir iz bırakır. Konuşulmayan duygular, bastırıldıkları yerde büyür, şekil değiştirir. Ve gün gelir, bu bastırılmış duygular sanatın kendisine dönüşür.
Her kültürün kendi yalanları vardır. Konuşulmayanları, üstü örtülenleri… Sanat bazen bu suskunlukları konu alır, bazen de yalnızca satır aralarına sakladıklarını fısıldar.
Her insan sanatçı değildir ama dikkatlice bakınca bazı alanlarda kısmi sanatçı eğilimleri olduğu görülebilir. Psikanalist Hans Müller-Braunschweig (1984, Aspekte einer psychoanalytischen Kreativitätstheorie= psikanalitik yaratıcılık kuramlarının boyutları, s. 122), insanda gündelik yaratıcılık biçimlerinin bulunduğunu söyler. Burada yaratıcılıktan kastı, orijinal ve yeni olanı yaratmaktır. Her insan aslında yaratıcılıkla başlar; otonom olmaya, yani kendi varlığını ortaya koymaya… Birincil yaratıcılık, aslında anne yerine bir oyuncak koymakla başlar. Psikanalist Donald W. Winnicott (1984, Kreativität und ihre Wurzeln, s. 66), bahsettiği ilk melodiye “lallen” der. (Lallen, bebeğin ilk melodik sesleri, örneğin “llalllllallllal” gibi sesler çıkarmasıdır.) İşte bu, bebeğin yaratıcılığıdır. Ağlamak—yani acının dışavurumu, çığlık—yanı sıra, bebek kendisine adeta bir ninni de söyler. Kendi ilk müziğini yapar. O an hem kendisi hem de annesi olur yani. Acının çığlığı olarak ya da sevinç sesi olarak müzik. Winnicott, bebeğin annesinin memesinin kendisine ait olduğunu sanmasını da ilk illüzyon, ilk hayal ya da fantezi olarak tanımlar (s. 67). Şunu söylemeye çalışıyorum: Her insanda yaratıcı eğilimler vardır ve bunlar yok edilemez. Sosyal medyada herkesin sanatçı rolüne bürünmesinin sebebi de işte bu eğilimi yeniden keşfetmek ve aktif hale getirmektir.
Sanat, yitirilen objeyi yeniden oluşturmaktır. Bazen de kaybın yasını tutmamızı sağlar. Bazı yapıtlar yasın kendisidir. Bir başka acı ve yas da sınırlılığımıza aittir. Ölüm. Sanat, insana kendi ölümünü hayal ettirir. Ama sadece ölüm değil, başka bir sınırlılık da insanın “kendisi” olmaktan ibaret olmasıdır. Yani kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk olmakla sınırlı olmak… Psikanalist Thomas Auchter (1984, Die Suche nach dem Vorgestern—Evvelki Günü Arayış, s. 207), Erik Erikson’a gönderme yaparak, insanın “olduğu şey olmaya mahkumiyeti”ni kabullenmenin zorluğuna değinir. Sanatçı, kendi sınırlarını zorlayarak ötekini figür olarak yaratır. Ama sadece yaratmaz, onunla özdeşleşir de. Dustin Hoffman ve Jack Nicholson, oynadıkları hasta rollerinden film bittikten sonra bile çıkmakta zorlanmışlar. Bir yazar, yarattığı figürde çocuk, kadın, eşcinsel olabilir. Ama bu figür, sanatçının kendisi olmadığı için arada bir mesafe de bırakabilir. Hem öteki olmak, onunla özdeşleşmek, hem de ötekini öteki olarak yaratmak ama kısmen kendi kalabilmek… Kısacası, bir erkek yazar kadını anlatırken, erkekliğe mahkumiyetini, bu sınırlamayı ortadan kaldırabilir.
Freud, yas ve melankoli arasındaki farkı tartışırken, yasta kaybedilen nesnenin zamanla içselleştirildiğini, kabullenildiğini söyler. Oysa melankolide kayıpla birlikte benliğin de bir parçası eksilir; yas tutulamayan kayıp, içimizde bir boşluk olarak kalır. Sanat, bu boşluğu doldurmaz ama ona bir biçim verir. Kaybı somutlaştırır, anlatıya, renge, harekete, sese dönüştürür. Sanat, yasın mekânıdır. Bazı yapıtlar, kaybın izini taşır. Anıta dönüşürler. Sanatçının kendi acısını işlediği eserler, zamanla toplumsal yasın taşıyıcısına dönüşebilir. Picasso’nun Guernica’sı sadece bombalanan bir şehri değil, savaşın kolektif travmasını anlatır. Goya’nın 3 Mayıs 1808 tablosu, kurşuna dizilenlerin korkusunu değil, tüm zamanların katledilenlerini hatırlatır. Bazı sanat eserleri sadece hatırlamak için değil, hatırlatmak için vardır. Sanat bir anımsatmadır (Rainer Gross, 2019, Heimat=Yurt, s. 75). Sanat, yaşadığımız veya arzuladığımız, bizde iz bırakan duygusal yoğunluklarla bizi karşılaştırır. İçimizde çözülemeyen bir düğümü, bir çelişkiyi anımsatır. Sanatta kendimizle karşılaşırız. Sanat aracılığıyla içimizde kendimize bir koridor açılır adeta. Bazen de ötekine uzanır bu koridor. Bazen bizi garip olanla, kendimizde reddettiğimizle ve yeniyle tanıştırır.
Bunları yazarken Deniz’i, İbo’yu, Sinan’ı, Ulaş Bardakçı’yı düşünüyorum… Onların yası nasıl tutuldu? Onların kaybı nasıl anlatıldı? Onlar için yazılan şiirler, çizilen resimler, söylenen türküler—hepsi birer yas çalışmasıdır bir anlamda. Bir insan öldüğünde, onun anısı yaşayanların belleğinde şekillenir. Ama sanat, yalnızca kişisel hafızaya değil, kolektif hafızaya da kazır kayıpları. Sanat, unutmaya karşı bir dirençtir.
Ve belki de en çok bu yüzden, bazı yapıtlar sadece bir çığlık, yastır…
Sanat sanatçının yurdudur çoğu kez.
Peter Sloterdijk, (2019, Zorn und Zeit=Öfke ve zaman, s. 20, 5. Baskı) insanların tutkuları yok tutkuların insaları var (=Nicht die Menschen haben ihre Leidenschaften, die Leidenschaften haben vielmehr ihre Menschen) derken sanatçıdan söz eder adeta.
Ve tenindeki o yumuşaklık, sesinde huzur/ben sende hiç yabancı değilim/sevgili olmak/ yetersizlik/sen/sen yurdum ol benim…