
Dijital çağın insanları/Analog çocukluklar
Benim yaş grubumdaki insanların çocukluğu analog dünyada geçti. O dönemlerde tanışma ve arkadaşlıklar fiziksel mekâna bağlıydı. İnsanlar aynı köyde veya kentte yaşadıkları için birbirlerini tanıyabiliyor, ilişkiler genellikle bu sınırlı çevre içinde şekilleniyordu. Daha sonra mektup arkadaşlıkları yaygınlaşmaya başladı. Bu hem dil öğrenme çabası hem de egzotik hayaller kurma isteğiyle tercih edilen bir iletişim biçimiydi. Kendi hayatımızdan veya çevremizden hoşnut olmadığımızda, bu mektuplar aracılığıyla yarattığımız hayali dünyalara sığınır, bambaşka bir yerde yaşadığımızı düşlerdik. Şiirlerimiz, iletişim ve sembollerimiz başkaydı. Flörtler de. Yere düşürülen mendile yüklenen anlamlar… Duygulanımlarımız, kendimizi bulduğumuz dizeler de: ‘’ Selamın geçiyor besbelli / yeşerdi telgraf direkleri‘’ (Niyazi Akıncıoğlu)…
Bugün ise dijitalleşme, tanışma ve arkadaşlık süreçlerini kökten değiştirdi. Dijital arkadaşlıklar artık mekâna bağlı değil; dünyanın çok uzak noktalarındaki insanlarla bağlantı kurmak mümkün. Ancak bu yeni biçim, ilişkileri daha yüzeysel bir hale de getirdi. Arkadaşlık, bir isim listesinden ibaret gibi görünebiliyor ve bu listelerdeki ilişkiler genellikle “beğendim,” “beğenmedim” ya da “haberim yok” düzeyinde bir etkileşimle sınırlı kalabiliyor. Fiziksel mekâna dayalı yakınlık ve derin bağlar yerini, zaman ve mekân kısıtlamalarının ötesine geçse de daha az kişisel, daha hızlı tüketilen ilişkilere bıraktı. Bu değişim, arkadaşlık kavramını farklı bir boyuta taşıdı; daha erişilebilir, ancak aynı zamanda daha kırılgan ve yüzeysel bir hale getirdi.
Analog dünyada iletişim, genellikle mektuplar ve analog telefonlar aracılığıyla gerçekleşirdi. Postacının uğradığında bir haber getirmesi veya bir mektup okumak, yaşamın özel ve anlamlı anlarından biriydi. Telefon ise yalnızca belirli bir kesimin sahip olduğu bir ayrıcalıktı ve herkesin her an erişebileceği bir araç değildi.
Dijital dünyaya geçişle birlikte iletişim, e-posta ve mesajlaşma uygulamaları sayesinde zamandan ve mekândan bağımsız hale geldi. Artık herkes, her an erişilebilir durumda. Bu durum, bir yandan hayatı kolaylaştırırken, diğer yandan sürekli bağlantıda olma zorunluluğu ve bu bağlantıya bağımlılık gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi.
Analog dünyada haber, olay gerçekleştikten sonra oluşurdu. Örneğin, bir araba kazası meydana gelir, gazeteciler olay yerine gider ve yaşananları, kazanın şiddetini yazarak aktarırdı. Günümüzde ise süreç tersine döndü: önce görüntüler geliyor, ardından bu görüntülere bağlı haberler oluşuyor. Artık önce film ya da görüntü, sonra olayın şiddeti gözler önüne seriliyor.
Geçtiğimiz günlerde düşen bir uçağın uçuş anını, yükseklik kaybettiğini ve saniyeler içinde yere çakıldığını hep birlikte izledik. Haber olacak olaydan önceki süreci adım adım görmüş olduk. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri ise 11 Eylül İkiz Kuleler saldırısıdır (Fabian Bernhard, Rache). Önce uçakların kulelere yaklaşmasını, çarpışma anını, ardından yangını, en son ise kulelerin yıkılışını ve faciayı izledik.
Bu, haber ve olay algımızı tamamen değiştiren bir gerçeklik yarattı; artık yalnızca haberleri okumuyor, olayları neredeyse eş zamanlı olarak yaşıyoruz.
Analog dünyada önemli anlar genellikle fotoğraflanır ya da videoya çekilerek saklanırdı. Önemli olaylar ve anılar, bu şekilde korunurdu. Ancak dijital dünyada önemsiz olan şeyler, önemliymiş gibi sunuluyor. Örneğin, bir kişi yaptığı salatayı, süpürdüğü odayı ya da aldığı ayakkabıyı büyük bir olaymış gibi paylaşabiliyor. Önemsizin önemlileş(tiril)mesi, sansasyon yoluyla mümkün hale geliyor. Öyle ki, salatanın unutulan limon suyu bile bir sansasyon unsuru olabiliyor. Bu durum, önemli olanın da magazinleştirilmesini beraberinde getiriyor.
Burada popülizme hizmet eden bir problem ortaya çıkıyor: Gerçekten önemli olanlar gözden kaçıyor ve önem sıralamasında geriye düşüyor. Bu önemsizliği önemseyenler, narsistik kazanımlarını kaybetmemek için kıyasıya bir rekabete giriyor. Bu durum, dijital dünyada bir tür “dijital çöplük” oluşmasına neden oluyor.
Analog dünyada bir kişinin takip edilmesi, genellikle kriminal bir faaliyetti. Uzaktaki insanlar, bir kişiyi istihbarat amacıyla izler ya da sosyal denetim için birbirlerini takip ederdi. İmajiner takipler ise daha çok paranoyanın bir ürünüydü. Günümüzde ise bu durum tamamen değişti. İnsanlar narsistik nedenlerle adeta “Beni takip edin!” derdinde.
Artık insanlar, bir şeyleri karşılık beklentisiyle beğeniyor. Yani, beğenilerimiz samimi bir hayranlıktan çok, bir çeşit hesaba dayanıyor. Bir gönderiyi gerçekten beğendiğimiz için değil, daha çok “onlar da beni beğensin” diye beğeniyoruz. Bir süre sonra, her grup kendi içinde homojenleşiyor; aynı şeyleri karşılıklı olarak beğeniyor veya beğenmiyor. Bu süreçte, “gerçekten beğenmek” kavramı giderek değerini yitiriyor.
Bu durum narsisizmin de dönüşüm geçirdiğini gösteriyor. Mitolojik figür Narkissos, kimseye ihtiyaç duymadan yalnızca kendisini beğeniyordu ve bu ona yetiyordu. Ancak günümüzde narsistik denge, mümkün olduğunca çok beğenilmeye odaklanmış durumda. Beğenilmemek, adeta insanı çileden çıkarıyor. Modern narsisizm, dışarıdan onay ve hayranlık arayışına bağımlı bir yapıya büründü.
Ancak dijital dünya, gerçekten önemli olanın peşine düşenlere de sınırsız olanaklar sunuyor. Bu çift yönlü yapı, dijitalleşmenin hem risklerini hem de fırsatlarını bir arada barındırdığını gösteriyor.
Analog dünya, somut nesnelere ve onların görünürlüğüne dayanıyordu. Fotoğraflar, albümlerde saklanan ve dokunarak hissedilen anılardı. Kitaplar, işaretlenip kitaplık raflarına konulurdu. Para, fiziksel bir varlık olarak cüzdanınızda taşınıp alışverişte elden ele verilirdi. Ancak dijitalleşme, bu somut nesneleri soyut birer veri haline getirdi. Fotoğraflar dijital arşivlerde saklanıyor, kitaplar dijital cihazlarda okunuyor, para ise artık bir ekran üzerinde görünen sayılardan ibaret. Müziğin de benzer bir dönüşüm geçirdiğini görüyoruz; kasetler, plaklar ve CD’ler gibi dokunulabilir nesnelerin yerini, dijital dosyalar aldı. Bu “eşyasızlık” durumu, hayatı kolaylaştırırken, aynı zamanda bizi maddi nesnelerden koparıp tamamen dijital bir bağımlılığa sürükledi.
Dijital bağımlılığın en hassas yanı, güvencesizliktir. Fiziksel dünyada bir nesneye sahip olmanın verdiği güven duygusu, dijital dünyada yerini sürekli bir kırılganlığa bırakıyor. Örneğin, bir virüs programı ya da sahte bir mesaj, tüm dijital varlıklarınızı tehlikeye atabilir. Telefonunuz bozulduğunda bankadaki paranıza ulaşamayabilir, hatta kapı kilidiniz dijital bir şifreyle çalışıyorsa kendi evinize bile giremeyebilirsiniz.
Dijitalleşme, bize birçok kolaylık sunsa da aynı zamanda sistemlerin düzgün çalışmasına ve güvenliğine bağımlı hale gelmemize neden oldu. Bu durum, teknolojinin getirdiği konforun yanı sıra, hayatımızı şekillendiren önemli bir kırılganlığı da beraberinde getiriyor.
Çoğu hayat, kahramansız düşünülemez. Dijital dünya da kahramanlığa bir alan tanıyor. Robin Hood, zenginlerden alıp yoksullara dağıtıyordu; Kadir İnanır’ın raconunda ise her zaman yoksuldan yana olmak vardı. Dijital dünya, bu kahramanlık konseptlerini kendine uyarladı. Ancak yoksullukla mücadele etmek yerine, yoksullara yardım etmek, en tehlikesiz ve en çok takdir edilen kahramanlık tipi haline geldi.
Fenomen olarak adlandırılan kişiler artık sadece fenomen değil; aynı zamanda kampanyalar düzenliyor, yoksullara yardım ediyor, kimsesizlere yemek dağıtıyor. Bu az tehlikeli kahramanlık biçimi, politikacıların da hoşuna gidiyor. Ramazan çadırları, makarna dağıtımları ve benzeri yardımlar, bu “kolay kahramanlık” anlayışını destekliyor. Bu söylediklerimle yoksullara yardımdan vazgeçilsin demiyorum. Ancak düzen eleştirisi yapanların hapiste, sürgünde ya da mezarda olduğu bir dünyada, bu tür yardımlar en az risk taşıyan kahramanlık biçimi haline geliyor.
Ancak bu tür yardımlar, yoksulluk gibi derin toplumsal sorunların köküne inmek yerine, sadece geçici bir çözüm sunuyor ve aynı zamanda sistemin sürdürülebilirliğine katkıda bulunuyor. Dijital dünya, bu kolay kahramanlık biçimini yaygınlaştırırken, kahramanlık kavramının anlamını da dönüştürüyor.
Sosyal medya
Sosyal medya, günlük hayata özgü yeni ritüeller oluşturdu. Sabah uyanıldığında ilk iş olarak belirli uygulamalara göz atmak, sosyal medya üzerinden yapılan “günaydın” selamlaşmaları, doğum günü kutlamaları ya da ölenler için önceden hazırlanmış taziye mesajları gibi alışkanlıklar artık hayatın bir parçası haline geldi. Ancak bu ritüellere rağmen, ayakları yere basan bir ahlaki tutum gelişmiyor. Çünkü sosyal medya, genellikle çalmak, soymak, kendine ait olmayanı bölüşmek ve toplumdaki ahlaksız olanı çekici kılmak gibi eğilimlere zemin hazırlıyor.
Bir başka mesele de çocuğun, toplumdaki değerleri içselleştirerek bir ahlaki sistem (üst-ben) oluşturmasıdır. Yani, toplumun dışındaki değerlerin birey tarafından benimsenip içselleştirilmesi ve daha sonra bu değerlerin, dışarıda karşılaşılan durumlarla karşılaştırılarak bir değerlendirme sürecine tabi tutulması ahlakın temelini oluşturur. Örneğin, “hırsızlık kötüdür” değerini içselleştirdiğinizde, bir hırsızlık vakasıyla karşılaştığınızda bu durumu kendi iç değerlerinizle karşılaştırırsınız. ‘Ayakkabı kutuları’na baktığınızda, içsel değerleriniz bu durumu sorgular. Ancak, başınız belaya girmemesi için bu sorgulamayı manipüle edebilir, görmezden gelebilir ya da inkâr yoluna gidebilirsiniz. Bu, ahlaki sistemin bireyde ve toplumda nasıl zedelendiğine işaret eder.
Burada bir diğer önemli mesele sosyal medya. Sosyal medya, sınırsız fotoğraf, bilgi ve ileti ile dolu. Her gün yüzlerce, hatta binlerce bilgi, haber ve görselle karşılaşıyoruz. Ancak, bu kadar hızlı ve yoğun bir bilgi akışı, gördüklerimizi anlama, kavrama ve içimizdeki değerlerle sağlamasını yapma fırsatı tanımıyor. Bu durum, ortak ahlaki değerlerin yitirilmesine yol açıyor. Yani, toplumun ortak değerleri ve ahlaki ölçütleri, bu hızlılık ve yoğunluk içinde anlamını kaybediyor.
Başka bir mesele de otoriter toplumlarda her tartışmanın kaçınılmaz olarak ahlaki bir tartışmaya dönüşmesidir. Örneğin, cinayet gibi hukuk sistemine ait bir mesele bile ahlaki açıdan tartışılır hale geliyor. Bu, otoriter yapıların ahlakı bir kontrol aracı olarak kullanmasından kaynaklanır. Hukuki normların ve objektif düzenlemelerin yerine, bireylerin ahlaki yargıları ön plana çıkarılır. Sonuç olarak, bireyler ve toplum, hukuki olanı değil, ahlaki olanı tartışmaya başlar ve bu da ortak bir zeminin kaybına neden olur. Cinayetleri bile hukuk ve kriminalite çerçevesinde değil, ahlak çerçevesinde tartışıyoruz.
Sosyal medyada insan ya kendini ya da başkasını sömürüyor. Kişi, kendine ait olanı, mahremiyetini teşhir etmeyi bir haz kaynağına dönüştürüyorsa aslında kendini sömürüyor demektir. Bu süreçte utanma duygusu, utanmazlığa dönüşebiliyor. Bu durum, gerçekliğin deforme olması anlamına geliyor. Teşhirci-röntgenci dinamiğinde, bir tarafın bilmezliği ya da fark etmezliği temel bir unsurdur. Röntgenci, birinden haz alırken, haz alınan kişinin bu durumdan habersiz olması dinamiğin gerilimini ve hazzını artırır. Bu gizlilik ve yasaklılık, süreci daha çekici hale getirir. Ancak, sosyal medyada teşhirci-röntgenci dinamiğinde her iki taraf da bu durumun farkındadır. İşte bu farkındalık, gizliliğin eksikliğini doğurur ve tarafların haz almak için daha fazla abartmaya, saçmalamaya yönelmesine yol açar. Bu da hem izleyeni hem de göstereni daha uç noktalara sürükleyen bir döngü yaratır.
Yemek bile bir lezzet ve tat deneyimiyle değerlendirilmesi gereken bir şeyken, sosyal medyada yalnızca görüntüye indirgeniyor.
İnsanda, bebeklikten itibaren görülmek, fark edilmek ve ilgi görmek gibi temel gereksinimler vardır. Ancak, herkesin aynı anda bu istekleri taşıdığı bir ortam, adeta bir kalabalık ve cangıla dönüşüyor. İnsanların kendini duyurmak için haykırdığı bir karmaşa içinde, bireysel görünürlük arayışı giderek daha yorucu ve rekabetçi bir hale geliyor. Sosyal medyanın sunduğu bu olanaklar, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin yüzeyselleşmesine ve gerçeklik algısının zedelenmesine yol açıyor.
Sosyal medya, bu tür ritüellerle yalnızca iletişimi değil, aynı zamanda bireylerin kendilerini ifade etme biçimlerini ve sosyal ilişkilerini de yeniden şekillendiriyor.
Buna karşılık, analog kültürde büyüyen yaşıtlarım, lise yıllarındaki fotoğraflarını sosyal medya profillerine koyuyor. Dijital dünyada kimlik yeniden inşa edilirken, analog kültür, geçmişin izlerini daha sabit ve somut bir şekilde taşımaya devam ediyor.
Analog ve dijital flörtler
Karacaoğlan’ın türkülerinde su ve suyun etrafındaki karşılaşmalar anlatılmıştır. Su, yaşamın temel kaynağıdır ve tarih boyunca kültür havzaları su kenarlarında oluşmuştur. İnsanlar, diğer canlılar gibi, suya giderken veya gelirken sosyal ilişkiler kurmuş, bu ilişkiler zamanla türkülere yansımıştır. Örneğin, “Helkeler kolunda suya gidiyor” dizelerinde su başında karşılaşmalar, aşklar ve flörtler anlatılır. Çeşme başları, kadın ve erkeğin bir araya gelebildiği, aile veya toplum baskısından uzak ender mekânlardan biriydi. Ferdi Tayfur’un söylediği “Susadım çeşmeye” gibi şarkılar da bu geleneği hatırlatır.
Eskiden, kadın ve erkeğin birbirini tanıyabileceği alanlar sınırlıydı. Çeşme başı flörtlerinin yanı sıra toplu ritüeller —cenazeler, düğünler, şenlikler— bu tür karşılaşmalara zemin oluştururdu. Ancak modernleşme ve kentleşmeyle birlikte suyun köyün ortasından evlere taşınması, bu gelenekleri tarihe karıştırdı. Artık çeşme başı flörtleri, bakışmaları yerini yeni ilişki dinamiklerine bıraktı.
Kentleşme, kadın ve erkeğin aynı ortamlarda bulunmasını artırdı; eğitim merkezleri, okullar ve iş yerleri yeni flört alanları haline geldi. Arkadaşların düzenlediği partiler, sınıf veya iş arkadaşlıkları üzerinden tanışmalar yaygınlaştı. Ancak günümüzde, bu tür toplu etkinliklerin de azaldığını görüyoruz. Örneğin, en son ne zaman 20-30 kişi bir araya gelip birlikte yemek yedik? Toplu yemek ritüelleri, tanışmalar, tartışmalar ve hatta küsmeler gibi sosyal etkileşimler azalırken, bu ihtiyaç bir şekilde sosyal medyaya kaydı. Artık yapılan bir çorbanın fotoğrafını paylaşmak ve sosyal medyadaki “afiyet olsun” yorumlarını almak, adeta modern bir toplu yemek ritüeline dönüştü.
Flört de bu dönüşümden nasibini aldı. Flört, bir kişinin diğerine olan ilgisini ve beğenisini ifade etmesi, karşılıklı bir duygusal bağ kurma çabasıydı. Eskiden flört, evliliğe giden yolun ilk adımı olarak görülürdü. Bu süreç, duygusal eğilimlerin ifade edilmesi, buluşmalar, söz kesme, nişan, evlilik ve nihayetinde aile kurma gibi adımları içerirdi. Bu yol haritasını insanlar zamanla kendilerine özgünleştirme, bireyselleştirme eğilimi gösterdi ve bu bireyselleştirme çabası, geleneksel kalıpların içine yeni yaklaşımların entegre edilmesine yol açtı. En umulmadık yerlerde, alışılmadık şekillerde gerçekleşen evlilikler de aslında bu özgünleşme arzusunun bir yansımasıdır. İnsanlar, ilişki ve evlilik süreçlerini yalnızca toplumsal normların belirlediği çerçevede değil, kendi kişisel ihtiyaçları, arzuları ve hayata bakış açıları doğrultusunda şekillendirme isteğiyle hareket etmeye başladılar. Bu durum, geleneksel planların esnekleşmesine ve ilişkilerin daha çeşitli biçimlerde yaşanmasına olanak tanıdı. Ancak günümüzde, cinselliğin evlilik kurumu dışında da yaşanabilir hale gelmesi, flört ve aşk gibi kavramları dönüştürdü, hatta bazı durumlarda lüzumsuz hale getirdi.
Artık, “Birlikte kahve içelim mi?” gibi bir teklifin yerini, “Sevişmeden önce mi yoksa sonra mı kahve içeceğiz?” sorusu alabiliyor. Bu değişim, flört, aşk ve sevgi kavramlarını farklı bir noktaya taşıdı. İnsanların bireyselleşen hayatlarında, bu kavramların anlamı da dönüşüm geçirdi. Modern yaşamda flörtün işlevi ve yeri, geçmişteki kadar net veya gerekli olmayabilir; ancak bu, ilişkilerdeki duygusal bağın önemini tamamen yitirdiği anlamına gelmez.
Dating App
Kimlik, geleneksel olarak aile tarafından kişiye verilir. Ancak sosyal medyada kişi, kendini yeniden doğuruyor ve kimliğini kendi seçiyor. Eskiden kimlik, anne-babanın ya da tanrının insana verdiği bir armağan veya yük olarak görülürdü. Günümüzde ise birey, kendini yeniden yaratabiliyor.
Kimlik, bir insanın bedeni ve yüzünde somutlaşır. Ancak beden ve yüz, estetik ameliyatlarla değiştirilebiliyor. Dijital dünyada ise kişi, fotoğraflarını filtrelerden geçirerek ya da dijital işlemlerle dönüştürerek yeni bir kimlik yaratıyor. İmajiner olan, neredeyse gerçekmiş gibi algılanıyor. Örneğin, yapay zekâ sayesinde Orhan Veli ile bir diyalog kurabiliyorum; bu, gerçeklikle imajiner olanın karmaşıklaştığı bir alan yaratıyor. Bu tür uygulamalarda, kayıt işlemi sırasında sorulan sorular ve sunulan yanıt seçenekleri nedeniyle profil bilgileri birbirine benzerlik gösteriyor.
Gerçek hayatta, misafir geldiğinde evdeki halimizi toparlarız; çünkü normal ev halimiz, dağınıklığımız, bizim mahremiyetimizin bir parçasıdır. Ancak sosyal medyada mahremiyet, bir tür Big Brother’a (biri bizi izliyor) dönüşüyor. Artık mahremiyet pazarlanabilir bir ürün haline geliyor. Mahremin teşhiri ve bunu bir haz kaynağına dönüştürme durumu ortaya çıkıyor. Bu süreçte izleyici, adeta röntgenci yanını tatmin ediyor.
Bazı kimlikler, sözde “doğallık” iddiası üzerine inşa edilmiştir. Örneğin, şalvarlı fenomenler ya da sürekli yayın yapan bir Big Brother formatındaki içerikler, bu “doğallık” söylemini öne çıkarır. Ancak bu durum, “doğallığın” kendisinin bile yapay bir performansa dönüştüğünü göstermektedir. Bir yandan, gelenekten tamamen kopamama ve yasak-günah anlatısı, diğer yandan ise “içimizde kalmasın, her şeyi deneyelim” çabası arasında bir gerilim mevcut. Günümüz kültüründe, “Benim neyim eksik?”, “O yapıyorsa ben de yaparım” ya da “Sakın ha geri kalmayayım” gibi rekabetçi bir eğilim hâkim. Bu rekabet, sürekli bir basitleşme ve değişim döngüsüne yol açıyor. Bu durum, erken dönem kapitalizmi anımsatan ve “platform kapitalizmi” olarak adlandırılabilecek bir yapıyı işaret ediyor. Üstelik bu yapı, henüz ahlaki normların oluşmadığı bir zeminde gelişiyor.
Sosyal medya, bireylerin gerçek hayatta kimlikleriyle yapamayacakları şeyleri sergileyebildikleri bir alan sunuyor. İnsanlar, kendilerinde bastırdıkları ya da sakladıkları yanlarını sosyal medyada bir şölen havasında yaşıyorlar. Toplumdaki yasaklar, sosyal medyada eğlenceye dönüşüyor. Ancak burada zalimlik, saldırganlık ve cezasızlık da ön planda. Bir süre sonra, kişinin reel kimliği ile sosyal medya profili arasındaki mesafe kapanıyor. Bu durum, günlük hayatta densizleşme, kabalaşma ve zarafet kaybına neden oluyor. Özellikle sosyal medyanın yoğun olduğu bir ortamda, bu etkiler daha da belirginleşiyor.
Geçmişin “uygun bulma/görme” kültüründe, insanlar birilerini diğerine layık görür ve önerilerde bulunurdu. Namzet, adeta bir ön seçim süreci sonrasında belirlenirdi. Günümüzdeki dating appler, benzer bir mantıkla çalışıyor. Johanna L. Degen’in “Swipe, Like, Love” adlı çalışması, bu uygulamaların nasıl kurumsallaştırıldığını ve kâr amacıyla nasıl kullanıldığını detaylı bir şekilde ele alıyor.
Dating appler, narsistik incinme riskini azaltma konusunda önemli bir işlev görüyor. Eskiden birine ilgimizi belirtmek cesaret gerektirirdi ve reddedilme riski taşırdı. Reddedilmek ise narsistik bir incinme anlamına geliyordu. Bu uygulamalar, kullanıcıların özelliklerini filtrelerden geçirerek ve eşleşme sayılarını artırarak bu riski minimize etmeye çalışıyor.
Ancak bir başka mesele daha ortaya çıkıyor: Bu kadar çok seçeneğin bulunması, insanlar üzerindeki riski dağıtıyor. Riskin azalması ve seçeneklerin artması, ilişkiden beklentileri ve ilişkiye dair umutları da azaltabiliyor. Bu durum, daha fazla seçeneğin her zaman daha fazla tatmin getirmediğini, aksine ilişkilere olan bağlılık ve beklenti düzeyini düşürdüğünü gösteriyor.
Bu uygulamaların bir avantajı da var. İnsanlar genellikle gelir durumları, etnik kökenleri, alışkanlıkları, meslekleri ve ikamet ettikleri yerler nedeniyle belirli sosyal çevrelerde bulunuyor ve yalnızca bu ortamlardaki kişilerle tanışma imkânı bulabiliyorlar. Ancak bu uygulamalar sayesinde farklı mesleklerden, farklı şehirlerden ve farklı geçmişlerden insanlar birbirleriyle tanışabiliyor.
Örneğin, Berlin’deki bir doktor Paris’teki bir sosyologla, bir gecekonduda oturan boyacı başka bir kentten bir arkeologla tanışabiliyor. Artık bir bankacıyla bir postacının aşkı, şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkıyor.
İnsanların birbirlerini iş, okul ya da hobiler dışında tanıyabilecekleri sosyal fırsatların sınırlı olduğu bir dünyada, sosyal medya üzerinden başlayan aşklar önemli bir imkân sunuyor. Ancak bu uygulamalar aracılığıyla tanışmaya çalışanlar, bir süre sonra umutsuzluk ve birikmiş bir hayal kırıklığı hissiyle karşılaşabiliyor.
Bu uygulamalar konusunda Eva Illouz çok kapsamlı bir çalışma yaptı. Onu başka bir yazıda anlatacağım.
Dijital dünyanın psikolojik etkileri
Korona sürecinde görüntülü görüşmeler, dersler, süpervizyonlar ve danışmalar büyük ölçüde arttı. Yüz yüze derste veya konferansta, kendimizi o an nasıl görüneceğimizi ve nasıl bir etki yaratacağımızı hayal ederek provalar yaptık. Danışma sürecinde ise kendimizi fiziksel olarak görmez, iç gözümle nasıl algılandığımızı kurgularız. Ancak görüntülü aramalarda bu hayal kayboldu, çünkü biriyle konuşurken aynı anda sürekli kendimizi de görüyoruz. Hem kendini hem de karşıdakini aynı anda görmek, insanlık tarihinde yeni bir deneyim. İnsanın kendisini aynada görmesi gibi bir durum bu, ancak süreklilik arz ediyor. Bu da kişinin kendi görüntüsüne müdahale etme gereksinimini doğuruyor.
Fotojenik olmayanlara poz verme kursu
Sosyal medyada veya TikTok’ta insanların sürekli saçlarıyla, bıyıklarıyla oynaması, kazağının yakasını düzeltmesi gibi davranışlar bu yüzden ortaya çıkıyor. Fotoğraf çektirirken de benzer bir durum yaşanırdı: Kendimizi ayarlar, makyajımızı yapar, poz verirdik. Poz vermeden önce, nasıl göründüğümüz ile nasıl görünmek istediğimiz arasındaki farkı minimize etmeye çalışırdık. Fotoğrafçı da bu süreçte bizi yönlendirir ve ortaya çıkan sonuç, hayalimizle fotoğraf arasındaki mesafeyi belirlerdi. Fotoğrafın tabedilmesinden sonra yaşanan hayal kırıklığı, bu mesafeden kaynaklanırdı. Ancak görüntülü iletişimde durum farklı; burada sürekli bir poz verme hali söz konusu. İnsan kendisini sürekli görüyor ve dolayısıyla sürekli değiştiriyor, düzenliyor. İnsan, kendi hayatında hem kendisi hem seyircisi hem kameramanı (fotoğrafçısı), hem rejisörü hem de senaristi haline geliyor. Ancak bu kadar, yani gereğinden çok fazla kendisiyle yüzeysel bir beraberlik, insanı mutlu etmeyebiliyor. Narsizm, yüzeyle ve dış görünüşle ilgili bir odaklanmayı beraberinde getiriyor. Bu durum, iç dünyanın güzellikleri anlatılsa da asıl yoğunlaşmanın dış görünüşe kaymasına neden oluyor. Kendini sürekli izlemek ve değerlendirmek, bireyi derinlikten uzaklaştırıp yüzeysel bir varoluşa hapsediyor. Bu hem bireysel mutluluğu hem de anlam arayışını zedeleyen bir kısır döngü yaratıyor.
Bu süreç dikkat ve yoğunlaşmayı da dağıtıyor. Görüşme sırasında konuyla, karşı tarafın davranışlarıyla ve karşı aktarım duygularıyla ilgilenirken bir yandan da ötekinde bıraktığım intiba (aktarım) üzerinde düşünüyorum. Kendime sürekli bakmam, görünüşümle daha fazla ilgilenmeme ve karşı tarafa güzel görünme hevesimin artmasına neden oluyor. Bu durum sıkıcı ve narsistik bir döngü yaratıyor: Saatlerce kendime bakıyor, “Bana baksınlar ve beğensinler” narsizmiyle “Kendimi nasıl beğenirim?” narsizmini aynı anda yaşıyorum.
Eğer bu görüşme psikolojik veya mesleki bir görüşmeyse, işim insanın iç dünyasına bakmak, görünmeyeni görmeye çalışmaktır. Ancak görüntülü görüşmelerde dış görünüm ön plana çıkıyor. Görme, dış dünyaya ve yüzeye hapsediliyor. İç gözle görmek ya da derinlere bakmak zorlaşıyor. Bu yüzden terapötik görüşmelerde, kısa bir merhabalaşmanın ardından kamerayı kapatarak konuşmak, terapötik konulara yoğunlaşmak için kaçınılmaz hale geliyor.
Yaşadığımız, reel olan gösterilemeyecek durumdaysa, poz verilir. Poz, gerçeğin örtülmesi, süslenmesi veya seçilmiş bir kısmının sunulmasıdır. Bu hem bireyin kendisini koruma hem de başkalarına istediği bir imajı gösterme çabasının bir sonucudur. Reel olanın gösterilememesi ya mahremiyetten ya da kabul görmeyeceği endişesinden kaynaklanabilir. Bu durumda poz, gerçeği saklamanın ya da yeniden şekillendirmenin bir aracı haline gelir.
Poz vermek, bütünlüğü gizlemek ve yalnızca seçilmiş, işlenmiş yanları görünür kılmak demektir. Melanie Klein’ın kuramsallaştırdığı bir olgu vardır: Bebek, anneyi bir bütün olarak algılamaz. Poz vermek de bu durumu yansıtır; bütünü göstermek yerine onu bir görsel fragmana indirger. Görüşmelerde de görünüşümüze, yüzümüze, kaşımıza daha fazla özen gösteriyoruz. Saatlerce kendi yüzümüze bakmak, yüzümüzü eksik görme ve düzeltme ihtiyacını artırıyor. İnsanlar, göstermedikleri yerlere botoks yaptırmaz; gösterdikleri yerlerle daha çok ilgilenirler. Görüntülü görüşmelerde bu durum yoğunlaşır. Örneğin, sadece saç dökülmesini fark eden biri saatlerce saçını izler; kaşları düzensiz olan biri saatlerce kaşlarına bakar. Gün içinde birkaç kez yüzleştiğimiz yüzümüz, görüntülü görüşmelerde saatlerce izlediğimiz ve hem kendi hem de karşı tarafın perspektifinden gördüğümüz bir nesneye dönüşür.
Sadece yüzün göründüğü sosyal medyada, yüzü ilginçleştirme çabası baş gösteriyor. Bu yüzden pek çok insanın kendini deforme ettiği, çizgi film figürlerine dönüştürdüğünü görüyoruz. Kişinin kendisini ve “kusurlarını” saatlerce izlemesi, bir iç baskı yaratıyor. Dikkati başka konulara çekmek, karşı tarafın ilgisini görünüşümüzden uzaklaştırmak ve görüşmenin yoğunluğunu azaltmak zorlaşıyor. Bu nedenle görüntülü görüşmeler, yer yer saçmalık ve aptallık yarışına dönüşebiliyor.
Sosyal medyada imparatorlukları: Facebook, Instagram, Tik Tok…
Sosyal medyanın yaygınlaşma dönemlerinde, birçoğumuz dışarıda kalmamak ve birileriyle aynı yere ait olmak için sosyal medya platformları seçtik. O dönemlerde ben ve arkadaşlarım, bu yeni icatlara karşı oldukça muhafazakâr ve eleştirel bir tutum içindeydik. Kendi ödipal sıkıntılarımızı da görmezden gelerek bu yeni kuşağı ve teknolojileri eleştiriyorduk. Ancak bir süre sonra, ortada kalmamak ve dışlanmamak için ben de kendime sosyal medya “imparatorlukları” seçtim.
Eski imparatorluklardan farklı olarak, günümüzdekiler arasında seçim yapabiliyorsunuz: Facebook ya da Instagram gibi platformları tercih etme özgürlüğünüz var. Dahası, aynı anda birden fazla yere kayıtlı olabiliyorsunuz. Ancak bu gönüllü katılım aslında tam bir gönüllülük de sayılmaz. Çok sayıda insan bir platforma üye olduğunda ve iletişim ya da haberleşme buradan sağlandığında, dışarıda kalmak dışlanmak anlamına geliyor. Dolayısıyla bir zorlama olmasa bile, kişi kendini bu sürecin parçası olmaya zorlayabiliyor. Bu durum, bireyin özgür seçimini dahi sorgulatıyor; çünkü dışlanma korkusu, katılımı neredeyse kaçınılmaz hale getiriyor.
Biz… Aidiyet duygusu
İnsan, kendisine benzer olanları arar. Yabancı ülkelere yapılan gezilerde, insanın kendisine benzeyen veya yakın hissettiği insanlara verdiği duygusal tepki bununla ilişkilidir. Göçlerde de benzer bir durum gözlemlenir; insanlar genellikle kendilerine benzeyenlerin yaşadığı bölgelerde ikamet eder. Bu, yaşanan yabancılık duygusunu azaltma ve aidiyet arayışının bir yansımasıdır. Ancak bazı göçmenler, göç sonrası kendilerine yakın olanlardan bilinçli olarak uzak durabilir. Bu durum, bireyin kendi geçmiş deneyimleriyle bağlantılıdır. Örneğin, ailesinden veya köyünden uzaklaşmak amacıyla göç eden biri, yeni bir ülkede kendisine benzeyenlerden kaçınmayı tercih edebilir.
İnsanın kendisi gibi olanlara ilgi duyması, aidiyet duygusunun temel kaynaklarından biridir. Anne ve bebek ilişkisinde bu aidiyetin temelleri atılır. Doğumdan sonra bebek, annesi dışında olan her şeyi “yabancı” olarak algılar. Anneyle kurduğu güçlü bağ sayesinde “biz” duygusu gelişir. Bu “biz” duygusu, zamanla genişler ve birey, kendine benzeyenlerin onayını alma ihtiyacı duyar.
Aidiyet, yalnızca bir yere ya da gruba dahil olma isteğiyle değil, aynı zamanda ait olmak istediklerimizin bizi kabul etmesiyle de mümkün hale gelir. İşte bu kabul edilme meselesi, insanın kendini göstermek, kabul edilebilir olduğunu sergilemek için çaba harcamasıyla doğrudan ilişkilidir. Bu noktada teşhircilik ve kendini sevdirme çabası devreye girer.
Eğer bir kişi beğenilmek istiyorsa, bu beğenilme arzusu sıklıkla arzulanmayı da içerir. Görülme, gösterme, izleme ve izlenme dinamikleri, bu beğenilme isteğini şekillendirir ve bu süreç çoğu zaman cinsel bir renk kazanır. İnsan sadece bir birey olarak, akıllı biri olarak ya da iyi konuşan biri olarak değil; aynı zamanda kadın ya da erkek olarak, yani cinsiyet ve cinsel kimliğiyle de beğenilmek ister. Bir kişiye yalnızca fikirlerini ya da zekasını sevdiğimizi söylemek, onun için yeterli olmayabilir; cinsiyetine ve bedensel varlığına dair bir onaylama da beklenebilir.
Sosyal medyada ise bu beğenilme arzusu, fiziksel mekânların ve doğrudan temasın eksikliği nedeniyle görsel ve görünümsel boyuta sıkışır. Bedenin fiziksel varlığını hissettiremeyen bir platformda, görsellik birincil araç haline gelir. Ancak bu görsel beğeni, dijital ortamın sınırları nedeniyle genellikle tam bir tatmine ulaşamaz. Dijital arzu, bu yüzden çoğu zaman giderilemeyen, sürekli bir eksiklik hissi yaratan bir arzu olarak kalır. Bu durum hem bireyin kendini sunuş biçimini hem de başkalarından beklentilerini etkileyerek yeni tür bir beğenilme ve arzulanma dinamiği oluşturur.
Burada başka bir dinamik devreye giriyor: doyurulamayan ancak arzulanan obje, zamanla abartıya dönüşüyor. Sosyal medya, bu abartının adeta merkezi haline gelmiş durumda. Sanatta da abartı vardır; bu, vurgu yapmak ve belirli unsurları ön plana çıkarmak için gereklidir. Ancak sanatın bir izleyicisi, bir değerlendireni vardır ve bu bağlam, sanatı anlamlı kılar.
Sosyal medyada ise benzer bir abartı dinamiği, bireylerin kendilerini birer sanatçı gibi konumlandırmalarına yol açıyor. Sosyal medya paylaşımları, beğeni ve alkış için sunulan “eserler” haline geliyor. Her içerik, bir değerlendirme sürecinden geçiyor; alkış ya da yergi topluyor. Bu süreç hem paylaşan hem de izleyen için yoğun bir duygusal deneyim anlamına geliyor. Kısacası, sosyal medya kullanımı, sanatsal yaratım sürecine oldukça yakın bir yerde duruyor.
Sosyal medya pozlarının artistik fotoğraflara benzemesi, kullanıcıların yazar, şair ya da sanatçı eserlerinden parçalar paylaşması, hatta kendilerini birer “içerik üreticisi” olarak tanımlamaları, bu durumu daha da belirginleştiriyor. Birçok kullanıcı, paylaşımlarına gereğinden fazla anlam yüklüyor. Sosyal medya, sanatla kesişen bu yönleriyle, bir dönem sonra adeta bir “alim, filozof, pedagog, psikolog, şair ve artistler” dünyasına dönüşüyor.
Ancak bu durumun güçlü bir narsistik boyutu da var. Sosyal medya, bireylere kendilerini özel, değerli ve alkışlanmaya layık hissettiren bir alan sunuyor. Her paylaşım, kişinin kendi değerini ve önemini pekiştirme çabası haline geliyor. Bu narsistik dinamik, sosyal medyanın sanata benzer bir platform haline gelmesini sağlarken, aynı zamanda bireylerin kendilerini ve içeriklerini abartma eğilimini de körüklüyor. Sanat izleyicisinin beğenisini dolaylı ya da doğrudan talep eder. Sosyal medyanın “beğenmek” ve “beğenilmek” üzerinden işleyişi, sanatçı-izleyici dinamiğine benzer bir yapı oluşturuyor.
Kişi, görünüyorsa adeta var (Tayfun Atay, Görünüyorum O Halde Varım; Yaşasın Meşhuriyet Çağı). Ünlü olmak, sadece var olmakla değil, aynı zamanda ölümsüzleşmekle de ilişkilidir. Geçmişte, görünür olmak veya ünlü biri haline gelmek genellikle haber konusu olmak ya da dikkat çekmekle mümkündü. Ancak sosyal medya sayesinde artık ünlü olmak bir gereklilik değil. Dahası, bireyler kendi çabalarıyla kendilerini “ünlü” yapabiliyor. Bu, ölümsüzlük arzusunun dijital çağda görünürlük yoluyla tatmin edilmesine dair önemli bir değişimi temsil ediyor.
Dijital çağ öncesinde her şey zamanla unutuluyordu; bireylerin izleri, anıları, eylemleri kalıcı değildi. Ancak internet, her şeyi kalıcı ve unutulmaz hale getiriyor. Bu durumun olumlu yanları olduğu kadar, olumsuz yönleri de var. Çünkü dijital dünyada her şeyin iz bırakması, kişinin bazı şeyleri unutmak veya unutturmak istemesiyle çelişiyor. İyi ve kötünün aynı ölçüde kalıcı hale gelmesi, bireyler için hem bir avantaj hem de bir yük oluşturuyor.
Yani, sosyal medya, görünürlük ile varlık arasındaki bağı kuvvetlendirirken, bireylerin hem geçici hem de kalıcı olma arzularını aynı anda besliyor. Görünmek, sadece “şimdi” için değil, “sonsuza dek” için de bir anlam taşıyor.
Kişi, başkalarının gözünde kabul edilebilir ve değerli olduğunu hissetmek ister. Bu istek, bireyin görünürlüğünü artırmak, kendini olumlu yönleriyle öne çıkarmak ve başkalarının onayını almak için çeşitli yollar denemesine yol açar. Teşhircilik, bu çabanın bir parçası olarak, bireyin kendini sergilemesi ve beğenilme ihtiyacını tatmin etmesiyle kendini gösterir. Bu durum, aidiyet arayışının bir yan ürünü olarak, bireyin hem kendini hem de başkalarını nasıl gördüğüyle ilgili bir dinamik yaratır.
Burada, insanın olduğu gibi kabul edilmeyeceği korkusu öne çıkıyor. Bu korku, bireyin sosyal ilişkilerinde kendisini tam anlamıyla ortaya koyamamasına neden olur. İnsan, zaten sosyal bağlamlarda bazı yanlarını, düşüncelerini, fantezilerini ve arzularını geride tutar. Çünkü bu yönlerin kabul görmeyeceği, eleştirileceği ya da dışlanmaya neden olacağı endişesi taşır.
Bu durum, bireyin kendini kabul edilebilir kılmak için belirli yönlerini ön plana çıkarma ve diğerlerini gizleme eğilimini besler. Bu korku, sosyal maskeler takmaya, belirli roller oynamaya ve “olması gereken” bir imaj yaratmaya yönlendirir. Ancak bu imaj, bireyin gerçek benliğinden uzaklaştıkça, aidiyet ve kabul edilme arzusu daha karmaşık bir hal alır. Sonuçta, birey hem başkalarının onayını kazanmaya hem de kendi özünü korumaya çalışırken bir gerilim yaşar.
“Biz” duygusu, aslında narsizmin sosyalleşmesiyle de şekillenir. İnsan, doğal olarak en önemli, en sevilen ve en takdir edilen kişi olma eğilimindedir. Ancak karşısındaki “öteki” de aynı isteklere sahiptir. Bu durumda birey, kendi beklentilerini sosyalleştirerek, yani diğerleriyle uyumlu hale getirerek aidiyet duygusunu yaşar.
Sosyalleştirilemeyen narsizm ise bireyi yalnızlaştırır ve öfkeli bir hale getirir. Çünkü bu tür bir narsizm, başkalarının varlığını ve ihtiyaçlarını görmezden gelerek, bireyi yalnızca kendi merkezinde tutar. Sonuç olarak, birey toplumsal bağlar kurmakta zorlanır ve bu eksiklik, aidiyet hissinin yerine bir kopukluk ve öfke yaratır. Sosyalleşme, bu çatışmayı yumuşatarak bireyin hem kendi benliğini hem de başkalarının varlığını kabul etmesine olanak tanır.
Yabancılık duygusunun sürekli hale gelmesi, birey için psikolojik bir yük haline gelebilir. Bu yük, aidiyet arayışını ve insanın benzerleriyle kurduğu bağları daha da önemli hale getirir. Aidiyet ve onaylanma ihtiyacı, bireyin hem bireysel hem de toplumsal yaşamında belirleyici bir rol oynar.
Sosyal medya ve beğenilme
Doğum zor bir süreçtir. Çoğu zaman oldukça uzun bir süreçtir. Ancak “uzun” ve “kısa” görecelidir; acı çeken için zaman, olduğundan daha da uzar. Doğum anı, acının, özlemin ve merakın sona erdiği andır. Bu, rahatlama, huzur ve “hele şükür” anıdır. Gülümseme… Çoğu bebek dünyaya geldiğinde, karşısında ona gülümseyen bir anne bulur. Sonra “gözün aydın”lar gelir; bebeği kucağına alan, doğumuna sevinen halalar, teyzeler, amcalar, dayılar… Bu an, sadece anne ve bebeğin değil, tüm ailenin bir araya geldiği, sevincin paylaşıldığı özel bir andır. Yeni bir hayatın başlangıcı, aynı zamanda bir ailede yeni bir bağın, yeni bir sevginin de filizlenmesidir.
Tıpkı bu ilk deneyimdeki gibi, farklı bir dünyaya adım atan çoğu insan gülümsemeyle karşılanmak ister. Turist, indiği ülkenin havalimanında; göçmen, yerleşeceği yeni ülkede; öğrenci, ilk defa adım attığı sınıfta; hasta, hastanede; bizler, bir devlet dairesinde… Herkes, varlığının sıcak bir tebessümle karşılanmasını diler. Bu gülümseme, kabul edildiğimizi, istenen ve değer verilen biri olduğumuzu hissettirir.
Çünkü varlığımızın bir yük gibi algılanması, istenmeme duygusu, insan için ağır bir yük olabilir. Gülümsemek, yalnızca bir jest değil, insana varoluşunun hoş karşılandığını hissettiren güçlü bir mesajdır. Bu beklenti ve ilişkinin başlangıcında, ilişkinin akışını şekillendiren bu ilk an, zamanla “pozitif psikoloji”nin temel dayanaklarından biri haline geldi. “Hayata gülümseyin,” “güne gülümsemeyle başlayın” gibi telkinler, insan ilişkilerinde sıcak bir tebessümün yarattığı güven ve kabul hissinin önemine dayandı. Bu basit eylemin ruh halini olumlu yönde etkilediği fikri, zamanla hayatın her alanına yayılarak yaşamı güzelleştirebilme umuduna dönüştü. Gülümsemenin, yalnızca bireysel mutluluğu değil, toplumsal ilişkileri de iyileştirebileceği inancı yaygınlaştı.
Bu eğilim, sosyal medyada da güçlü bir şekilde devam ediyor. Beğenilmek… “Önemseyin beni, beğenin beni, sevin beni…” Sevmek, insanlar arasındaki ilişkilerde oluşan özel ve müstesna bir bağa verdiğimiz isimdir. Ancak, sanatçılar sıkça “Ben hepinizi seviyorum” der. Bu söylemde ise müstesnalık ve özellik kaybolur. Aslında bu, izleyiciyi aynılaştıran, özel olmaktan çıkaran bir söylemdir. Yani ‘hepinizi çok seviyorum’ aslında ‘hiçbirinizi sevmiyorum’ anlamına gelir. Kısacası popüler sanatçılar bizi değil de bizim onları çok sevmemizi çok severler.
Bu durum, tamamlayıcı narsizme örnek teşkil eder. Sanatçı, beğenilmenin peşindeyken; izleyici de önem verdiği sanatçı tarafından beğenilme arzusundadır. Bu söylemdeki “özel” olan şey, aslında karşılıklı gereksinim ve beklentilerin birbirini tamamlamasıdır. Tamamlayıcıdır çünkü bir taraf, kendisinde eksik olanı diğerinden alırken, aynı anda karşı tarafa da onun eksik olanını sunar.
Sosyal medya da bu “beğenme ve beğenilme” üzerinden işleyen tamamlayıcı narsistik bir sistemle çalışır: Beğen beni, beğeneyim seni. Beğenilmek için, kişi kendisini sergiler. Hatta bu kendilik, başkalarından alınmış, kopyalanmış ve sunulmuş bir imaj bile olabilir. Ancak yine de temelde aynı talep vardır: Beğen beni. Bu tutum, kişinin gereksinimlerini karşılamak adına takipçilerine bağımlı hale gelmesine yol açar. Takipçilerin nabzına göre hareket etmek, beğenilmenin bir koşulu haline gelir. İlginç bir şekilde, insanın çok beğenilmesi, çoğu zaman sıradanlık ve ortalamayla daha mümkün hale gelir. Bu bağlamda, sosyal medya, vasatlığın ve ortalamanın hüküm sürdüğü bir alan haline gelir. Çoğu insanın vasat ve ortalama olduğu bir dünyada, insanlar birbirlerine daha çok benzer hale gelir.
Bu benzerlik içerisinde, bir sanatçı ya da sosyal medya fenomeni kaza geçirdiğinde, on binlerce insan geçmiş olsun dilekleri yayınlar. Aynı cümlenin on binlerce kez tekrarı… Bu tekrarın sıradanlığında, öne çıkma, farklı olma ve diğerlerinden ayrışarak özgünleşme telaşı başlar. İşte bu noktada, saldırganlık bir araç olarak öne çıkabilir.
Sosyal medya, küfürlü ve tabulara saldıran içeriklerin sıklıkla görüldüğü bir mecra haline gelir. Ancak, bir süre sonra tabulara saldırmak da ilginçliğini yitirir. Sürekli farklı olma çabası, bu saldırganlık eğilimini beslerken, toplumsal dinamikleri daha da kutuplaştırabilir. Bu döngü, sosyal medyada vasatlık ve saldırganlık arasında gidip gelen bir kısır döngü yaratır.
Günümüzde bu meseleler bile giderek temsili bir hal almaya başladı. İnsanlar artık bir paylaşımın nasıl karşılanacağına ya da bir tartışmaya nasıl yanıt verileceğine yapay zekâ aracılığıyla karar veriyor. Tartışmalar, hatta çatışmalar bile yapay zekâ üzerinden sürdürülür hale geldi.
Bu durum, insanları kendi kavgalarının ve tartışmalarının bile birer izleyicisi haline getiriyor. Gerçek bir yüzleşme ya da samimi bir etkileşim yerine, başkalarının ya da algoritmaların yönettiği bir simülasyona tanıklık ediyoruz. Bu temsil dünyası, bireyleri hem kendi duygularına hem de diğerlerine yabancılaştırırken, tartışmaların özünü ve gerçekliği de gölgede bırakıyor. Artık yalnızca fikirler değil, kavgalarımız da birer yapay zekâ performansına dönüşüyor.
İmajiner olan
Freud’un bahsettiği bir fenomen var: aile romanı. Çocukların mutsuz olduklarında yarattıkları ve hayatları zorlaştığında sığındıkları bir fantezi aile. Güzel ve uyumlu bir ailenin çocuğu olma hayali, çocuk için teselli kaynağı olabiliyor. Bu eğilimin izlerini bugün sosyal medyada görmek mümkün. Psikanalist Wolfgang Mertens, Psychoanalytische Wahrheitssuche im postfaktischen Zeitalter adlı eserinde, gündelik hayatta hayallerin gerçekleşmesinden bahsetme nedenimizin, gerçeklerin hayal bile edilemeyecek kadar zorlayıcı olması olduğunu vurgular. Bu nedenle, gerçek hayattan memnun olmayan bireylerin kendilerine sosyal medyada hayali bir aile romanı yazmaları anlam kazanır.
Günümüzde bu fantezi dünyalar, sosyal medyada sanal alanlara taşınmış durumda. Örneğin, insanlar yapay zekâ kullanarak beğendikleri ünlülerle fotoğraflar düzenleyip paylaşabiliyor. Bu durum, sanal haz alanlarının oluşumuna işaret ediyor. Pablo Neruda’nın şiirlerinden dizeleri, onun adını anmadan, yalnızca kendi duygusallığını teşhir etmek için kullanmak ve bundan haz almak buna örnek olabilir. Bu haz, bireyin kendini terk ederek başka bir imajla sergilemesinden kaynaklanıyor. Bir kişi, kışın ortasında yazdan kalma bir fotoğrafla sanki ekvatora yakın bir ülkede tatildeymiş gibi poz verebiliyor. Bir başkası ise, pahalı bir otelin girişinde çekilmiş bir fotoğrafını, o otelin müşterisi olduğu izlenimini yaratmak için paylaşıyor.
Sahte/çakma/fake ürünler, filtreler ve düzenlemelerle kendimizi farklı göstermeye çalışmamız bu eğilimin bir parçası. Mesele belki de bu sahtelikte değil; asıl sorun, insanın kendisinden bu kadar nefret etmesi, kendinden kaçması ve kendisini sahte bir imajla sunma gereği duyması. Aynı kişinin farklı bir bağlamda dinini, milletini, ailesini ya da köyünü yüceltmesi ise dikkat çekici bir çelişki. Sanal kimliğini uydurma bir tarihle süsleyen, koyduğu filtreler ve estetik müdahalelerle ailesiyle olan benzerliğini ortadan kaldıran, hatta anne ve babasının verdiği ismi değiştiren bireylerin aynı zamanda ailesine, milletine ya da inancına övgüler dizmesi, bu övgülerin de sahte olabileceğini düşündürüyor. Şunu söylemeye çalışıyorum: Sosyal medya, yeni sanal haz alanları yarattı (virtüel haz). İnsanlar, kendilerini farklı göstererek, bazen hayranlık duydukları veya özenip ait olmak istedikleri gruba dahilmiş gibi bir imaj çiziyor. Aynı zamanda bu paylaşımlarla sosyal medya arkadaşlarına dolaylı olarak “Ben sizden biri değilim” mesajını da vermiş oluyorlar.
Bu çelişki hem bireyin sunduğu sanal kimliği hem de yücelttiği değerleri sorgulanır hale getiriyor. Örneğin, vatan için ölenlerin aynı zamanda vatanı yaşanmaz hale getirmeleri ya da vatanı sevdiğini iddia edenlerin ona karşı anal bir öfkeyle hareket etmeleri şaşırtıcı olmuyor. Sosyal medya, bireyin kendi kimliğinden uzaklaşıp sınırlarını aşarak bir “sanal başkası” haline gelmesine olanak tanıyor. Ancak bu sanal kişilik, sonunda bireyin özünden hiçbir iz bırakmayabiliyor.
Görünür olmanın zorluğu
Süje olmak, yani birey olarak kendi kimliğine sahip olmak, anneden ayrılmakla mümkündür. Ancak bu zorlu ayrılığın ardından, insanda “öteki”yle — sevdiği, dostları ya da diğer insanlar ile — bütünleşme arzusu canlı kalır (Christiana Schachter, Die Anderen – Intersubjektivität im Netz psychoanalytisch betrachtet).
Eskiden insanlar birbiriyle tanışmak için fiziksel bir mekâna bağlıydı; aynı mahallede ya da köyde yaşayanlar tanışabiliyordu. Günümüzde ise tanışma ve ilişki kurma, artık fiziksel mekâna bağlı değil. İnsanların birbirleriyle ilişki kurabilmesi için dikkat çekmeleri gerekiyor. Bu noktada, herkes ötekiyle ilişkilenmek ve mümkünse bütünleşmek için kendini göstermek ve başkalarına da ilgi göstermek istiyor.
Bu durum, toplumsal düzeyde bir dikkat çekme çabasını ortaya çıkarıyor: Bir medyatik sel, bir tür medyatik uğultu. Herkesin sembolik olarak “bağırdığı”, dikkat çekmek için yarıştığı bir mecra. Dikkat çekme çabası ise genellikle provokasyonlarla mümkün hale geliyor.
Provokasyonun alanı ise sınırlı: cinsellik, tabular ve kutsal olana saldırılar bu alanda öne çıkıyor. Ancak bu alanların da sınırları var. Örneğin, pornografiye kolay erişimin mümkün olduğu günümüzde, cinsel provokasyonların etkisi giderek azalıyor. Bununla birlikte, kutsal olanın bile dikkat çekmek için pornografik imgeleri ya da içerikleri kullandığını görüyoruz. Kaç evlilik, kaç huri gibi söylemler bile bu bağlamda okunabilir.
Ötekinin beni görmesi ve beğenmesi için iletişim büyük önem taşıyor. Ancak iletişim, karşılıklı bir etkileşim üzerine kurulabilir. Yani ben bir şey anlatırken, karşımdakinin jestlerine, mimiklerine ve tepkilerine de dikkat ederim. Bu karşılıklı etkileşim, sosyal medyada eş zamanlı olarak gerçekleşme imkanından yoksundur. Bir mesaj ya da paylaşım yaparken, karşımda gerçek kişiler ve onların o anki tepkileri eksik kalıyor. Bu durumda, hayali/imajiner kişilerin hayali tepkilerinden yola çıkıyorum.
Bu durum, narsistik yönelimi de tetikleyebilir. “Ben istedim, ben yaptım, benim tarzım bu… Ben, ben, ben” şeklinde bir tutum gelişebilir. Bu noktada, “sen” ve “siz” çok da umursanmayan bir hale dönüşebilir. “Sen, sadece beni beğen; o an önemlisin” düşüncesi öne çıkar.
Ancak ilginç bir paradoks da ortaya çıkar: “Sen”in beğenisi dolaylı bir etkiye sahip olur. Öyle ki, bir sonraki paylaşımda ya da videoda “sen”in beğenisini kazanmak için kendimi sansürleyebilir, davranışlarımı veya ifadelerimi şekillendirebilirim. Böylece iletişim, sahici bir karşılıklılıktan uzaklaşıp daha çok bir onay kazanma oyununa dönüşür.
Dilin evrenselleşmesi, dijital dil
Psikanalist Martin Altmeyer (Auf der Suche nach Resonanz), bir bebeğin doğduğunda hayatta kalması ve gelişimi için bazı gereksinimlerinin öncelikli olduğunu, dilin ise insan için öneminin daha sonra geldiğini ifade eder. İnsanlık tarihine baktığımızda da dilin ve dilin gelişiminin, yeme, içme ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonraki dönemlerde ortaya çıktığını ve zamanla, yaşam deneyimi ve ustalaşma süreciyle daha da ayrıntılı bir hale geldiğini görebiliriz. Yeri gelmişken söyleyeyim. Dil gelişimi insanı sadece geliştirmez yoksullaştırır da. Dil öğrenilmeden önce kullanılan iletişim kanalları (dokunma, jestler, mimikler, el kol hareketleri) dil öğrendikten sonra daha az kullanılır. Bebekleri inceleyen bilim insanları bebeklerin ağlama biçimlerinin iletmek istedikleri mesaja göre farklılaştığını söylerler. Yani ‘altımı temizleyin’ ağlamasıyla ‘acıktım’ ağlaması ya da ‘ağrım var’ ağlamaları farklıymış. İşte çocuk kendini dilsel ifade ettiğinde ağlamalardaki bu farklılıklar da kayboluyor…
Başka bir gelişim süreci, günümüzde dijital dünyada ortaya çıkan dijital dil için de geçerlidir. Emojiler ve diğer dijital ifadeler, yoğun ve geniş kitleler tarafından kullanılmaya başlamasıyla, son dönemde evrensel bir iletişim biçimine dönüşmüştür. Bu dijital dilin gelişiminde de insanlık tarihindeki dilin evrimine benzer bir süreç yaşandı.
Dil ve kültür arasında her zaman sıkı bir ilişki olmuştur. Bu bağlamda, dijital kültürün yaygınlaşması da büyük ölçüde bu yeni dijital dile bağlıdır. Emojiler ve diğer semboller, dijital dünyanın evrensel iletişim aracı haline gelirken, aynı zamanda dijital kültürün temel yapı taşlarını oluşturuyor. Bu dilin yaygın kullanımı, dijital kültürün küresel ölçekte benimsenmesine ve anlaşılmasına önemli bir katkı sağlıyor. Böylece, dilin kültürü şekillendirdiği ve kültürün de dili beslediği bu karşılıklı etkileşim, dijital dünyada yeni bir boyut kazanıyor.
Sosyal medya, sınırları aşan bir platformdur. Farklı uluslardan insanların anlaşabilmesi genelde ortak bir dil gerektirir. Ancak sosyal medyada, bu ihtiyacı karşılamak üzere yeni bir dijital dil gelişti: emojiler.
Tarihsel olarak yazının ilk bulunduğu dönemlerde de oldukça ilkel bir alfabe kullanılıyordu. Harfler yerine şekiller aracılığıyla iletişim kuruluyordu. Örneğin, bir “kuş” kelimesini ifade etmek için “k, u, ş” harflerini yazmak yerine, bir kuşun resmi tablete çiziliyordu. Benzer şekilde, bir “aslanı” anlatmak için aslanın resmi kullanılıyordu. Bu tür bir dil, somut nesneleri ifade etmekte etkiliydi, ancak soyut kavramlar üzerine tartışma yapmak mümkün değildi. Bu nedenle, böyle bir dil, yalnızca sınırlı bir şekilde bilgi iletmek için kullanılabiliyordu.
Benzer bir örneği, Kızılderililerin dumanla haberleşmesinde görmek mümkün. Duman sinyalleri, bir mesaj iletmek için yeterliydi, ancak soyut düşünceler ya da felsefi tartışmalar yapmak için uygun değildi.
Bugün dijital bir dil olarak, sosyal medyada emojilerle benzer bir “ilkel” iletişim biçimi seçilmiş durumda. Örneğin, “Üzüldüm,” “Çok üzüldüm,” ya da “Üzüntüden ağlıyorum” gibi ifadeler yerine, ağlayan yüz emojileriyle bu duyguyu ifade edebiliyoruz. Aynı şekilde, “Kızdım,” “Öfkeliyim,” ya da “Çok öfkeliyim” yerine, kızgınlığı ve kızgınlığın derecesini gösteren emojiler kullanılıyor. Bu basit ama etkili dijital dil, somut duyguları ifade etmekte oldukça başarılı, ancak soyut düşünceleri aktarmakta sınırlı.
İşte bu dijital dil sayesinde, sosyal medya sınırları aşıyor ve kültürel, dilsel engelleri ortadan kaldırıyor. Emojiler, tüm dünyada ortak bir anlam taşıyarak, farklı diller konuşan insanlar arasında bile iletişimi mümkün kılıyor. Bu yönüyle sosyal medya, modern çağın evrensel “ilkel dili” diyebileceğimiz bir iletişim biçimi yaratmış durumda.
Şimdilik bu kadar… Şair Nihat (Ağabey) Behram söylemiş: Bizi eşkıyalar soymamış abi/ muhabbet yıkmış!
Belki de dijital bilinçötesi mümkün mü üzerine düşünmenin zamanı…