Aktüel Yorum

Mülkün temeli çöktüğünde…

Diken

Malum, adliyelerde yazılı, adalet mülkün temelidir. Bilmeyen yoktur, o mülk, devlettir. Eğer devlet kavramı ve tarihi üzerine iki satır çalıştıysanız, yaşama baktığınız yerden, devlet ile adalet arasında olduğu varsayılan ilişkinin şekli şemailini sorgularsınız. Nedir adalet, kimdir adil olan, devlet nasıl bir örgütlenme biçimidir ki temelinde adalet olsun, peki mülkiyet ve servet bu adaletin neresinde, devlet neyi korur ve devlet kendisini nasıl ayakta tutar?

Devletin varlığını sürdürebilmesi için gerek duyduğu rıza üretimi için yerine getirmesi gereken görevlerden biri, ‘adalet’ tesis etmek. Hep hırpalamaz devlet, sever de, zaman zaman uyruğunun gönlünü yapar ki hak ettiği sorgulamayla yüz yüze kalmasın ve bozguncuya haddini bildirsin.

Adaletin nasıl sağlanacağını, yasanın adil olup olmadığını, yasanın nasıl yapıldığını, yasanın nasıl uygulandığını, yasanın hangi niteliklere sahip bir toplumun yasası olduğunu, yasayı belirleyen sınıf mücadelesini vs. bir yana bırakalım bir an. Yasanın içeriğini de. Filanca yasa hukuk devleti ilkesine uygun mudur, değil midir, boş verelim. Ortada yalnızca bir yasa olduğunu varsayalım, tüm ilişkilerden soyutlanmış, uzayda imal edilmiş gibi. İşte o yasanın gereklerinin yerine getirilmesidir yasa devleti.

Yasa adilse, eşitlikçiyse, çağın demokratik gereklerine uygunsa, yurttaşına öngörülebilirlik güvencesi veriyorsa, devlet, hukuk devletidir. Ancak yasa ‘hukuk devletinin gereklerini’ yerine getirmese de, ona salt yasa olduğu için saygı gösteriliyor ve o adil olmayan yasa herkese uygulanıyorsa, devlet bir yasa devletidir. Devlet, yasa devleti olmaktan da vazgeçerse… Geriye, ‘sözleşmeci’ düşünürlerin betimlediğini andıran bir ‘doğa durumu’ kalır.

Bir insanı durduran, yasak olanı yapmaktan alıkoyan nedir?

Defalarca yazdığımı yinelemenin zararı yok… Üç kural öbeğidir aslolan; ahlak, din ve hukuk kuralları. Üçünün gerekleri tarih boyunca birbirini belirlemiştir; iç içe geçer, çakışır, çelişir ama hep bir ilişki vardır. Örneğin hırsızlık, örneğin cinayet, örneğin linç, örneğin yalan beyan; ahlaken kabul edilemez, dinen uygun değildir, hukuken suçtur. Hukuk kurallarının diğerlerinden farkı, arkasındaki kamu otoritesidir. Birine aykırılıkta hesap topluma, diğerinde Allah’a verilirken, hukuk kurallarına aykırılıkta hesap kamu adına devlete verilir. Bu üç kural öbeği insanın bir toplum içinde yaşayabilmesinin zeminini oluşturur. Laik yasadan çekinmeyeni inandığı ilahi yasa, ondan çekinmeyeni yurttaşı olduğu devletin yasası, ikisini de ciddiye almayanı toplumsal dışlanma kaygısı engeller, her zaman değil, çoğu zaman.

Eğer hiçbiri durdurmuyorsa? Dilimize yerleşmiş “Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz” deyişine, bir de ‘hukuk tanımazı’ eklemek gerekir. Laik/seküler bir hukuk sisteminde, ahlak kuralları ahlaka önem verenleri, dini kurallar dindarları, yasalar ise herkesi bağlar ve bu nedenle o yasa birlikte yaşamın temel güvencesidir. Her şeyi, hiç hesap vermeden ve dizginlenmeden yapabileceğini düşünen yurttaşlardan daha tehlikeli ne olabilir bir toplum için?

Devlet bir yasa devleti olma niteliğini dahi kaybettiğinde, bunun olağan sonuçlarından biridir ‘cezasızlık’. Cezasızlık toplumu baştan aşağı dönüştüren bir olgu. Türkiye’nin şu yılında gençliğini yaşayan bir yurttaşa, yasaya uymanın erdemini nasıl anlatabiliriz? İyi yurttaş olmanın ödülü nedir? Örneğin, bir yurttaş kırmızı ışıkta geçtiği için kesilen trafik cezasını hemen ödemeli mi? O cezanın bir süre sonra affedileceğini bildiğinde öder mi? Vergi borcunu? Kaçak yapısının bir süre sonra yasal hale geleceğini bilen birine, önerimiz nedir? Peki bir ülkede milyonlarca yurttaş, kayırma olmadan iş güç sahibi olamayacağına inanıyorsa? Ya da birileri, hiçbir elle tutulur niteliği olmamasına karşın sırf iktidara yakınlığı nedeniyle hayal dahi edemeyeceği mevkilere yükseldiyse? O zaviyede, kendilerinden olamayanlara eziyet edebilmenin, pek çok şeyi yapabildikleri için yapıyor olmanın tadını aldılarsa? Sözün özü, elimizde herkesin uymak zorunda hissettiği bir yasa dahi kalmadıysa…

Çıkın yaşadığınız semtin meydanına, ‘Barış istiyorum’ deyin, göz altına alınmanız beş dakikayı bulmaz. İçinde ‘barış’ sözcüğü geçmesine rağmen muktedirlerce ve ahalinin genelince sevilen tek ifade, ‘imar barışı’ oldu Türkiye’de. Artı Gerçek’in dünkü haberine göre örneğin Malatya’da yıkılan 1300 binanın yalnızca ‘ikisi’ yapı denetimliymiş. Denetimden geçmemiş binalara imar barışıyla iskân (doğru adı, yapı kayıt belgesi) verilmiş. Hemen her yerde olduğu gibi.

Felaketlerde sorumluluğu sade yurttaşa ve hak ettikleri cezayı alacaklarından kuşku duyulan üç-beş müteahhide yıkmak, yetmezse ‘kader’ vurgusunu koyultmak âdettendir. O müteahhit o binayı nasıl yaptı, izinleri kim verdi, inşaat çılgınlığı esnasında nasıl oldu da TMMOB’nin elinden bazı yaşamsal yetkiler alınıp firmalara devredildi, uzmanlar derdini anlatmaya çalışırken dinleyen kimdi, karar mekanizmasının diğer halkaları olup bitene nasıl göz yumdu, onca bina neden gerektiği gibi güçlendirilmedi, deprem için ödenen vergiler nerelere harcandı, dokunulması mümkün olmayan yerler nasıl kolaylıkla yerleşime açılabildi… İmar affı ve türlü kurnazlık peşinde koşan yurttaş ile inşaatçının sorumluluğu da görmezden gelinemez, doğru, ancak bir yıkımda sorumluluğun herkeste olduğu serzenişinin altı gereğinden kalın çizildiğinde, asıl fail ve sorumluların ellerini yıkanması kolaylaşıyor. Bir insan, içinde yoğrulduğu sistemin niteliklerinden ne ölçüde sorumlu tutulabilir?

Ne zaman dört başı mamur bir hukuk devletiydik, tartışılır; bana kalırsa şahtık şahbaz olduk ve ne yazık ki kareli ceketliler, yıllar içinde hukuk devletinin kırıntısını yok etti. Bu ancak ‘kamu yararı’ ilkesi bir yük gibi gösterilerek yapılabilirdi. Kamu yararı idealinin itibarsızlaştırıldığı yerde devlete tezahürat artar. Bir avuç insanın, servet sahipleri ve idarecilerin devletine. O bir avucun çıkarı ile kamunun genel çıkarı çeliştiğinde tercihin servet sahipleri ve siyasal temsilcilerinden yana yapılması, devletin niteliğini de belirlerkaçınılmaz biçimde.

Küçük bir zümreye kamu kaynaklarıyla sayısız fırsatın yanında, muhalife eziyet etme imtiyazı da tanındı Türkiye’de. ‘Cezasızlık’, söz konusu zümre ve çevresindeki halenin bir ayrıcalığına dönüştü. Ahalinin geneli için, yasa ihlallerinin ‘görmezden gelinmesi’ bir sus payı oldu. Adaletsizlik, aldıkları payla susanların gözünün önünde, saklayıp gizlemeden, pervasızca sergilendi. Adalet ilkesi ile insanca yaşamın asgari gerekleri arasındaki ilişki ustalıkla gizlendi. Oysa adalet, endişe duymadan hesap sormak, güven duygusuyla denetlemek, çatımızın sağlamlığından emin olmak için gerekli. Önce adalet, ardından yasaya sadakat mülkün temelinden çekildi. Mülk nerede? Görünen o ki sağa sola öfkeyle çatıp, konuşanları kara tahtaya yazıyor.

Yazı önerisi: Depreme dayanıksız olduğu bilinen bir hastanenin 11 yıl boyunca açık tutulmasının adı nedir? Çiğdem Toker’in yazısı

Murat Sevinç

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.