Aktüel Dünya

Kurt Masalı

Çocuğun cebinde ucu yanık kibrit çöpleri ve gözlerinde tarifsiz bir korku vardı. Işığın ve korkunun ürküttüğü sihir, Bin Bir Gece Masalları’ndan bir kuş gibi gelip Ali’nin ruhuna konmuştu. O şimdi bu beyaz karlarla kaplı karanlığa gömülmüş ıssızlığın ortasında, yolu izi olmayan bir yerdeydi.

Fırat’ın üstüne kurulmuş bentlerden sızan suların korkutucu sesi geceye dalgalanarak yayılıyordu.

Beyaz ve iri kar taneleri hızla çarptığı minibüsün camında erirken, Erzurumlu dışarıdaki uğultulu sesleri bastırmak istiyormuşçasına sesini iyice yükselterek palavralarla süslü konuşmasına başladı. Ali’nin bir kulağı Erzurumluda, bir kulağı dışarıdaki uğultudaydı. Karanlık iyice çökerken, aklı köye giden yola ve önüne çıkacak kurtlara takıldı.

Dört gün önce Xuxo Memo’nun köy dışındaki tepeye bıraktığı bir deri bir kemik kalmış yılkı atının kurtlar tarafından parçalandığını hatırladı. At, yara bere içindeydi, kalça ve çene kemikleri dışarı fırlamış, kızıl etleri görünüyordu. Kurtlara karşı korku ve kin hissetmesine rağmen, atın çektiği acılara kurtların son vermiş olması, sessizce kabul görmüştü. Ancak böylece kurtlar, atın gözlerindeki hüznü ve atmakta zorlandığı adımların verdiği acının bir süre sonra insanların hafızasından silinmesine yardımcı olacaktı.

Erzurumlu kuracağı ekmek fabrikasını, çocuğun anlamayacağını sandığı için daha çok şoföre iştahla anlatıyordu:

– Abi, Allah seni inandırsın Almanya’ya turist gittiğimde görmüştüm, kocaman bir bina, binanın girişine buğday çuvalları yığılmıştı, çıkışında da paketlenmiş ekmeği alıp gidiyordu insanlar. Değirmeni, hamur teknesi, fırını hepsi bir binada yani.

Erzurumlu esmer, yamru yumru ellerini arabanın loş karanlığında sağa sola sallayarak konuşuyordu:

– Gavur yapmış abi, yapmış… Ben de yapacağım şeherin merkezine, Çifte Minareler’in tam karşısına.

Halbuki şoför sadece karanlığın Ali’ye verdiği korkulu kederi dinliyormuş gibi karlı yola bakıyordu. Ya da çocuğa öyle geliyordu. Ali’nin kaderi, şoförün baktığı yol gibiydi hedefe yaklaştıkça korkusu artıyor, karanlıkla birlikte biraz daha büyüyordu. Çok istediği halde, aklı sürekli kendi çıkmazında olduğundan dolayı, Erzurumluya kulak veremiyordu.

Düşünceleri hep gidip köy yoluna takılıp kalıyordu. Kendisine yetersiz para veren amcasına içinden besmele çekerek (besmele ile işlediği günahın azalacağını umarak) küfür ediyordu. Lanet olasıca fotoğrafçı da ne olurdu yani kendisinden beş lira eksik alsaydı! O parayı almasaydı şimdi bu lanet geceye kalmayacaktı. Amcası cebine yirmi lira koymuş şehre öyle göndermişti Ali’yi. Fotoğrafçı sadece on iki buçuk lira alacaktı Ali’den. Ama on beş lira isteyince geriye iki buçuk lira parası kalmıştı.

Ali, atı yiyen kurtları düşündüğünde, köylülerin açlıktan kurtların köylere indiklerini anlattığını da hatırladı. Karın durmasını, ayın doğmasını diledi, ama bu, olmayacak duaya amin demekti. Ancak böylece, hemen olmasa da, kurtlar tarafından parçalanma ihtimalinin daha az olduğu koşullarda köye varabileceğini düşündü. Köyden şehre giderken bata çıka gitmişti, ama kar hiç durmamış, yağmaya devam ediyordu. Zaten haftalardan beri yağıp duran kar bu gidişle Ali’nin köye gidişini iyice zorlayacaktı. Karla birlikte içindeki korkular da iyice çoğalıyordu. Kasabada köylülerinden birini onları bulacağını umarak düşüncelerinden sıyrılmaya çalıştı.

Ali ile yan yana oturan Erzurumlu, koca bir ömrü mevsim başlarında kabuk değiştirerek yenilenen bir hayvan gibi yaşamış bir adam haliyle anlatısına devam ediyordu. Ekmek fabrikasını çoktan bitirip faaliyete sokmuş, ardından, köydeki güreşçiliğinden asker anılarına geçmişti. Hep kahraman, cesur ve saygı gören bir kişi olduğuna kanıttı bunlar. Bir müddet sonra Erzurumlunun anlattıkları dışarıda tüm umursamazlığı ile yağmaya devam eden kara karışıyordu sanki. Yeni bir hikâyeye başladı:

– Yemişam işmişam öylayam ki, eskerden de yeni celmişam. Dize gaddin kuma batmışam… Bağtım çayın önünde bizim Qemonun Oğli melil melil bağer! Dedim ‘ola ne bağersen?’ dedi ki, ‘korğerem.’ Allah seni inandırsın aldım bizim Qemonun Oğlini he bele giliğimin[1] üstünde karşiya geçirdim… diye devam ediyordu.

Sonra tekrar nakarata geçiyordu:

¾  Yemişam işmişam öylayam ki, eskerden de yeni celmişam…

Erzurumlu, Qemonun Oğlu’nu serçe parmağıyla coşkun sudan karşıya geçirirken… Tam bu sırada Ali ineceği küçük kasabanın girişinde durması için şoföre seslendi.

Kasabayı geride bırakmıştı. Kasaba ölgün sarı ışıklarıyla Ali’den uzaklaştıkça, geriye sadece karda gıcırdayan kendi ayak sesleri kalıyordu. Önündeki karanlık büyüyerek ilerlerken içinde bir kurtarma gemisinin daha battığını hissetti.

Bir süre sonra karanlık etrafını iyice sardı, başında ve omuzlarında biriken karın ağırlığını hissedip, arada bir silkeliyordu. Korku ve heyecandan terlemeye başladığını fark edemiyordu. Aklı fikri her an etrafını sarabilecek kurtlardaydı.

Cebindeki kibrit kutusunu yokladı, duruyordu. Sigarasını yakmak için bir an durdu. Ceketin iç cebinden bir birinci sigarası çıkarıp zar zor yaktı. Çaktığı kibritin tıslayarak çıkardığı sesle ve birdenbire parlamasıyla nerede olduğunu yeniden hatırlamıştı. Parmak uçları donmasına rağmen göğsünden çıkan terli buharı yüzünde hissetti. Kara batan ayaklarını vücuduna doğru iyice kaldırarak yürümekten nefes nefese kalmıştı.

Sigarasından birkaç nefes çektikten sonra yoluna devam ederken sigara içmenin pek akıllıca olmadığına karar verdi. Çünkü bu ateş kurtlara gelmeleri için açık davetiye olurdu. Korkusunu bir süre yener gibi yaparak yoluna devam etti.

Birkaç dakika geçmemişti ki farkında olmadan korkusunu yenmek için yüksek sesle türkü söylemeye başladı. Nefes nefese kaldığından sesi kısık çıkıyordu. Sesinin düzelmesi için hayli uğraştı ama olmuyordu. Söylediği türküyü bitirmeden annesi aklına geldi. Annesi geçen kış kardeşlerine gerçek olduğunu söylediği bir hikâye anlatmıştı. Kardeşleriyle birlikte hikâyeyi sonuna kadar heyecanla pür dikkat dinlemişlerdi. Kışla birlikte dünyadan koparılan köyü, köyün insanlarının çaresizliğini ve başlarının çaresine nasıl baktıklarını anlatan bir hikâyeydi bu:

“Genç kadının biri koyunlarını köyün yakınında otlatıyormuş. Bir müddet sonra hiç beklenmedik bir anda bir kurt peyda olmuş ve sürüye dalmak istemiş. Genç kadın ilkin kurdu köpek sanmış ve kovmak için kurda doğru koşturmuş. Elindeki sopayla uzaklaştırmaya çalışmış. Kurt kadına doğru dönmüş, üst dişlerini göstererek hırlamış. O anda kadın bunun köpek değil de kurt olduğunu anlamış.
Ama kadın kurdu yine de rahat bırakmamış, ha bire kurdun koyunlara saldırmasını engellemeye çalışmış. Kurt kadının kendisini rahat bırakmayacağını anlayınca, kadına saldırmaya hazırlanmış. Saldırmadan önce, ilkin dört ayağını yere iyice yapıştırarak, karlı toprağa sinmiş. Ardından bir anda saldırıya geçmiş. Kurdun saldıracağını anlayan kadın o anda belindeki peştamalı çözmüş ve sıkı bir şekilde sağ eline dolamış.
Kurt, boğazından ısırmak için kadının üstüne atlamış. Genç kadın, kendisine doğru hamle yapan kurdun açık ağzına peştamala sarılı elini olanca gücüyle sokmuş. Kurt neye uğradığını anlayamadan, ta boğazına kadar girmiş elden kurtulmaya çalışmış. Kadın kurdun dişlerinin elini sıyırdığını hissetse de, var gücüyle elini iyice kurdun ağzına doğru sokmaya devam etmiş. Kurt ısırarak elini koparmaya çalışmışsa da bunu başaramamış, çünkü nefes alamıyormuş. Kurt kendisini geri çekmeye çalışarak, boğazındaki elden, kendisini boğan peştamaldan kurtulmaya uğraşmış; ama başarılı olamamış. Kadın kurdun bu şaşkınlığını fark edince, tüm gücüyle elini kurdun ağzına doğru iyice bastırmaya devam etmiş. Kurt, bir süre sonra nefesiz kalmış. Güçten düşmüş. O heybetli vahşi hayvan birkaç dakika geçmeden, zayıf ve çelimsiz genç kadının elinde, can çekişe çekişe ölmüş.”
Ali, annesinin bu hikâyesini yolda hızla giderken en küçük detayına kadar hatırlamaya, gözünde canlandırmaya çalıştı. Bir anda korkusundan kendisi ile genç kadını özdeşleştirmeye çalışıyordu.

Ali ceketini çıkarıp, tıpkı hikâyede olduğu gibi, eline doladı. Bir an çevreyi dinledi. Başını yağan karlı gökyüzüne çevirerek ay ışığını aradı, ama nafile. Zifiri karanlıkta yüzüne ve gözlerine düşen soğuk kar tanelerinden başka bir şey yoktu. Halbuki ne kadar ihtiyacı vardı ay ışığına. Karda gıcırdayan kendi ayak seslerini dinledi. Bir müddet sonra ayak sesleri sanki onun ayak sesleri değilmiş hissine kapıldı.

Gayri ihtiyari arada bir arkaya dönüp baksa da bir metreden ötesini görmesi mümkün değildi. Nereye dönse zifiri karanlık gözlerini dört açmış Ali’ye bakıyordu. Sanki karanlık onunla oyun oynuyordu.    Karanlık onu gözetliyordu. Ali, zifiri karanlığın esiri olduğunu düşünerek umudunu yitirmeye başladı. Bir an şaşkınlıktan karın kapattığı yol izinden çıkıp, dereye doğru gittiğini fark ederek tekrar yukarıya, yol izine doğru yürüdü. Terden sırılsıklam olmuştu. Şakaklarından ter akıyor, gömleğinin altından sıcak buhar yükseliyordu.
Ali, bu yaşta kendisini bu durumlara sokan kaderine lanet etti. Yine annesi aklına geldi. “Annem bu halimi görse ne hissederdi, ne derdi?” derken, esir düştüğü kör karanlığa bakıp nerede olduğunu kestirmeye çalıştı.

Kar çok yağmış olsa da izler tam anlamıyla yok olmamıştı, daha alçak bir seviyede uzayıp gidiyordu. Bir ara Ali önündeki ağaçları zor bela seçti. Mahmut amcaların kavak ağaçlarıydı. Ağaçların kardan bembeyaz silueti bir anda önünde yükselmişti.
Eline sarılı ceketle yürürken, birden kendini çok gülünç ve çaresiz hissetti. Kurt şu an önüne çıkmış olsa, karşı koyacak mecalinin olup olmadığını düşündü ve yeniden iliklerine kadar ürperdi. Dizlerinin bağının çözüldüğünü fark etti, yine de yolu ancak yarılayabilmişti. Olsun, buna da şükür diyerek adımlarını hızlandırdı.
“Ya kurt bir değil de birden fazlaysa!” diye düşündü tekrar. Bu da pekâlâ mümkündü! Zaten herkes son günlerde anlatıp durmuyor muydu kurtların bu karda kıyamette sürü halinde gezdiklerini. Açlığın artık had safhaya ulaştığını, dağ köylerine toplu halde saldırdıklarını köyde sık sık anlatıyorlardı. Büyüklerin Hergele Meydanı’nda bu türden konuşmaları şimdi Ali’nin kulaklarında çınlıyordu.

Ali korkusunu yenmek ve bu belalı durumdan bir an önce kurtulmak için zihnini iyice zorladı. Yüzme bilmeyen bir insanın suda boğulma korkusuyla çırpınışı gibi kara bata çıka, zaman zaman ellerini de kullanarak ilerlemeye devam etti.

Şehirden gelirken bilinçaltının uyarısıyla olsa gerek, bir değil iki tane kibrit kutusu birden satın almıştı. Kurtların ateşten korktuklarını herkes gibi o da biliyordu. Cebinden çıkardığı kibrit kutusundan bir tane kibrit çöpü tutuşturmaya çalıştı, ama rüzgârdan ve hala yoğun yağan kardan yakmakta zorlandı. Bir daha denedi, yine olmadı. Üçüncüsünde ancak yakmayı başardı. Bir an kibritin yaratacağı etkiye dikkat etti, yok denecek kadar azdı. Kısa bir süre için avuçlarının ıslak kırmızılığını ancak aydınlatabiliyordu. Ali’yi sarıp sarmalayan kocaman karanlığa karşı ne yapabilirdi ki, bu birkaç saniye ancak ışıldayan ölgün kibrit ışığı? Kendi kendine düşündü: “Hem ben kibrit çöpünün sönmemesi için çabalayana kadar, kurtlar çoktan boğazıma dişlerini geçirmiş ve beni param parça etmiş olmayacaklar mı?”
Ali başladı kibrit çöplerini çifter çifter yakmaya. Birden yanan kibrit çöpleri yine aynı hızla sönüyordu. Sonuç hiç de iç açıcı değildi. İçinde bulunduğu çaresizlik açısından değişen bir şey yoktu. Başarısız denemeleriyle kurtlara davetiye çıkardığını düşününce kibrit yakmaktan vazgeçti.

Ardından korkudan çok bir hüzün dalgasının vücudunu baştan ayağa sardığını ve bir halsizlik başladığını hissetti. Oysa bu şartlarda güvenebileceği tek şey mümkün olduğunca hızlı yürümekti. Maazallah, ya halsizlikten, ya da yorgunluktan burada bir yere yığılıp kalırsa ne olurdu? Hızla yürürken arkasında bir şeylerin olup olmadığını anlamak için ikide bir dönüp arkasına bakıyordu.
Bir ara içinden hedefine ulaşmak için koşmak geçti. Nitekim koşmaya da yeltendi, fakat birkaç adımdan sonra bunun mümkün olmadığını anladı, tekrar eskisi gibi yoluna devam etti. Taze kar o kadar çok yağmıştı ki her adımında ayağı aşağılara doğru kayıyor, sıvı çamur gibi karın içinde, eski karın sertliğini buluncaya kadar gidiyordu. Her adım attığında dizlerini kırarak yukarıya çekmekten takati kalmamıştı. Çok enerji harcaması gerekiyordu. Çok yorulmuştu. Biraz nefes almak için durdu, ama her an kurtların saldırabileceklerini düşünerek yeniden yürümeye devam etti. Bir ara nefessiz kalır gibi oldu. Göğsünden gelen terden gömleği ıslanmıştı. Isınmış ıslak gömleğe düşen kar taneleri anında eriyordu.

Bata çıka yürürken bir süre sonra, Ağbaba ziyaretine kadar geldiğini, önüne çıkan ve geçen yazın yapılan beton çeşmenin kardan farklı şekil almasından anlamıştı. Ziyarete varmış olması Ali’nin içinde yeniden ufaktan bir umudun filizlenmesine neden oldu. Dua ederek Ağbaba ziyaretini geçti. Ardından kendisini birden köyün mezarlığının önünde buluverdi! Mezarlığı nasıl da unutmuştu!
Nefes nefese ve hızla dua ettiğini sesinin yükselmesinden fark etti. Tam mezarlığın ortasından geçerken dizlerinin bağının çözüldüğünü, bütün her şeyin iyice karardığını ve bir daha hiçbir zaman güneşin üstüne doğmayacağını hissetti.

– Ya Xızır,[2] Allah, Muhammed, ya On İki İmam bana yardım et. Ya İmam Hüseyin! diye peş peşe, hiç ara vermeden dua ediyordu.

Ali, Hayber Kalesi Cenk’ine giden bir asker gibi düşündü kendisini. Bu, zifiri karanlığı ve korkuyu yenme cengi idi. Acaba Hayber Kalesi Cengi’ne giden kahramanlar da böyle korkmuşlar mıydı? İçinde bulunduğu ağlanacak haline bir yandan gerçekten ağlıyor, bir yandan da gülümsemeye çalışıyordu. Gözyaşlarını sildi ve önüne çıkan yokuşu tırmanmaya koyuldu.
Kendisine yardım ve eşlik etmesi için tüm evliya enbiyalara dua ederken babasının ve Ali Musa Hüseyin’inin anlattığı hikayeleri, düşündü. Anlatılan kahramanlıklar, tarihe geçmiş bu büyük adamların sergilediği yiğitlikler kulaklarında çınlıyordu. Babasının anlamlı gülüşünü, zifiri karanlıkta korku içinde yürürken düşünmekten kendisini alamadı. Bu arada mezarlığın sonuna da iyice yaklaşmıştı.
Son mezarları geçtiği sırada kurtları ve kurt sürüsünü bir an unuttu. Onların yerini zihninde canlanmaya başlayan hortlaklar almıştı. Birden bir üşüme hissetti. Üşüme hızla yayılırken dişleri birbirine vurmaya, tüm vücudu titremeye başladı.

“Ya Hızır!” diyerek son bir defa kendisini toparlamaya çalıştı. Kurtlar tarafından parçalanmaktansa, hortlaklarla karşılaşmaya çoktan razıydı. Hem hortlaklar insana ne yapardı ki? Onu da pek bilmiyordu ya!

Birkaç hafta önce toplu halde köyün Hergele Meydanı’ndayken uzakta köyün önüne doğru uzayıp giden düzlük arazide hareket halinde olan kurt sürüsünü seyredişlerini düşündü. Kurtlar adeta hoplayıp zıplayarak, fingirdeşerek gidiyorlardı. Yine Memo Xuxo’nun yenen atı aklına geldi. Şimdi dua ve besmeleyle önünden geçtiği her mezar, bu kurt manzaralarını bir anlık da olsa unutmasına yardımcı oluyordu. Kurtların yerini hortlaklar almış olsa da!
Mezarlığın en başında bulunan seferberlik döneminden kalma askerlerin toplu mezar öbeğini geçtiğinde Ali tarifi mümkün olmayan duygular içine sürüklendi. Birden rahatlamış, sevinçle dolmuş, üstüne çökmüş korku bulutu uçuvermişti.
“Aman Allah’ım kurtuldum, kurtuldum…” kelimeleri defalarca dudaklarından döküldü.

Köye gelmeyi başarmıştı nihayetinde.

Köyün girişindeki ilk kerpiç evin önündeydi, bu ev teyzesinin eviydi. Şakaklarından terler, ince dere şeklinde akıyordu. Kısa kesilmiş saçları sırılsıklam başına yapışmıştı.

Ali hiç düşünmeden birkaç kez hızlı hızlı kapıyı yumrukladı. Bir müddet sonra teyzesinin kocası, “Hay Allah, sen de nerden çıktın?” diyerek, kapıyı açtı. Ali, açılan kapıdan yavaşça içeri süzüldü. Eniştenin endişeli sesinden ve meraktan, teyzesi ve kuzenleri kapıya doğru koşturdular. Bir an hepsinin bakışlarıyla karşı karşıya geldi. Ali de onlar da şaşkındı. Herkes olup biteni anlamaya çalışıyordu. Bir an Ali’nin midesi bulanır gibi oldu. Çardağa yığılıp kaldı, bayılmıştı.

Ali bir hafta sayrılar içinde yattı.

Büyükada, Mayıs 2013

 

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.