
Umut ve Direnç Odakları
Zeytinburnu’nda umut ve direnç odakları bileşenleri bir aradaydı. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, Zeytinburnu Şube’nin düzenlediği dayanışma kahvaltısına katılan yüzlerce insan, bir kaç saatliğine de olsa modern – uygar dünyaya karşı belli bir mesafe koymuş oldu. Böylesi öz’e dönüş çabası içeren her eylemi önemserim. Programda Kızılbaş kültürünün özgürlükçü ve eşitlikçi içeriğine uygun olarak konuşmalar, sohbetler yapılırken bunlara Pir Sultan Abdal deyişleri de eşlik ediyordu.
Orijinal, otantik ve komünal değerlerin ezilip asimile edilmeye çalışıldığı günümüz koşullarında yerel düzeyde de olsa, sınırlı sayıda da olsa bu değerlere sahip çıkmak ve onları yaşatmak düşüncesi son derece kıymetlidir. Dolayısıyla buluşmayı organize eden dernek yöneticileri Zeynel Zor, Okan Eroğlu ve önceki dönem şube başkanı Hakan Rakip’in ve emeği geçen diğer dostların çabalarını anmak isterim. Ezilenler ve Aleviler arasındaki dayanışma kültürünü canlı kılan ve yaşatan her çabayı önemsemek gerektiği gibi bu kahvaltı buluşması için harcanan çabanın da altını çizmek gerekir.
Umut ve direnç temalı her aktivite, ülkemizin sosyal şartlarında bana, sınıf dinamiğinin yanında iki bileşeni daha muhakkak anımsatır. Bunlar Kürt ve Kızılbaş dinamikleridir. Yakın tarihimizin bitmez tükenmez sosyal süreçlerini de bu iki olgunun belirlediğini görüyoruz. Güncel sorunlar da, aktüel haberler de bu iki sosyal topluluk tarafından belirleniyor. Kahvaltı konuşmalarında da belirtildiği gibi Kızılbaşların devlete, Kültür Bakanlığı’na bağlanması çabası bunu gösteriyor.

Ayrıca son zamanlardaki gelişmelere bakılırsa Kürtler de sisteme entegre edilmek isteniyor. Halbuki hem sınıf mücadelesi tarihi hem de ezilen ulus, inanç ve halkların tarihi gösteriyor ki egemen sınıfların yeryüzüne asla barış, eşitlik ve özgürlük getirdiği görülmemiştir. Alevilerin mücadele tarihi de bunun kanıtlarıyla doludur. Kaldı ki tarihi deneyimler eşitlik, özgürlük ve barış gibi değerlerin, “verilen” değil, mücadele yoluyla “alınan” ve “kazanılan” değerler olduğunu kanıtlıyor. Masalardaki sohbetlerde, konunun sıklıkla bu mevzuya gelmesi anlamlıdır.
Ülkemizin son 60-70 yıllık tarihini düşünürsek gerek sınıfsal planda, gerek ezilen ulus ve inançlar planında, gerekse ezilen cins (kadın) ve ekoloji açısından bazı kazanımlardan söz edilebilir. Dünya ölçeğinde ise son yüz yıllık tarihimizde sosyalist yönetimleri, evrensel çerçevede kazanımlar olarak görebiliriz, görüyoruz da. Şimdi, günümüzden, bu yerel ve evrensel kazanımlara baktığımızda bunlara karşı saldırıların eksik olmadığı ve asla durmadığını satıyoruz. Emperyalizmin, öncelikle Sovyetik yönetimleri “etkisiz hale” getirdiği biliniyor. Sonrasında ise yönlendirdiği devletler aracılığıyla yerel devrimci güç odalarını ve kazanımları “etkisiz hale” getirmek istediklerini anlamak zor olmuyor.
Toplantı esnasında gerek kürsüde gerek masalarda konuşulan problemlere bakılırsa örneğin Kızılbaşların, günümüzde inançsal, kültürel, sosyal sorunlarının sınırlandığı, küçüldüğü değil Suriye örneği üzerinden düşünüldüğünde eskiye göre daha da geniş bir alana yayıldığı ve derinleştiği anlaşılıyor. Bu da kitlelerin, birtakım egemen söylem ve ideolojilere bakarak barış ve eşit yurttaşlık hakkı gibi ideallerin hayal olduğunu ve bunlara inananların ise yakın bir gelecekte hayal kırıklığına uğrayacağını göstermektedir.
Kuşkusuz ki 60-70 yıldır (öncesi de var elbette) Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu’da yürütülen sınıfsal, ulusal, inançsal vs mücadele hem devrimci, hem de reformlar yoluyla olmuş ve epeyce bir kazanım ve tecrübe söz konusudur. Son günlerdeki gelişmelere bakılırsa sermaye düzeni iki türlü bir saldırı hattı izliyor. Birisi devrimci yol ve yöntemlere karşı kitleleri reform hattına doğru yol almaya itmektedir. İkincisi de sınıfsal dinamikleri susturduğunu, sıranın ulusal harekette olduğunu düşünüyor. Sonra da tasfiye edilme sırasının Alevilere geleceğinin planını yapıyor. Bunun için burjuva medyasının, devlet güdümlü aydınların ve akademinin desteğini alıyor.
Bilhassa burjuva aydınları ve akademisyenler, emekçiler safında, devrimci platformlarda, ezilenler cephesinde her zamankinden daha çok boy gösteriyor. Ün ve ünvan karşısında aşağılık kompleksi içinde olan emekçiler ve ezilenler ise bunlara büyük bir “saygı” göstererek bir bakıma gönüllü bir şekilde akademik ideoloji tarafından zehirlenmiş oluyor.
Düşünce / felsefe tarihinde olduğu gibi üniversite ve akademi tarihinde de düşün, sanat ve bilim kişilerinin esasen burjuva / feodal düzenin sözcüleri oldukları bilinir. Ülkemizdeki akademinin durumu ise daha da kritiktir. Son on yıllar içinde bir oran söylenecek olursa akademinin % 90’ı resmi ideoloji içindedir ve karşı devrimci bir işlev görmektedir. 2016’daki akademik tasfiyelerden sonra ise bu oran daha da değişmiştir. Akademi ve akademisyenler, istisnalar hariç devletin sesi ve resmi ideolojinin sözcüsü konumundadır. Ne var ki ezilenlerin ve emekçilerin düşünce dünyasındaki payları ise hiç de az değildir.