Aktüel Yorum

Sanat, Direniş ve Devrim*

Belirli bir şiddeti içerip önermeyen ve yalnızca güzele yoğunlaşan sanatçı ve onun ortaya koyduğu estetik, burjuva/feodal kaba saldırılar karşısında ayakta kalamaz, devrimci bir direniş gösteremez. Sanat deyince de tek tarz bir sanattan söz etmek yanlış olur. Sınıf teorisinden bakıldığında ne kadar sınıf ve tabaka varsa o denli de sanat düşüncesi, akım ve anlayış vardır denilebilir. Marksist teori bağlamında bir genelleme daha yapmak uygun görünmektedir: Her çağda ortaya çıkan egemen sanat ve edebiyat, egemen sınıfların sanat ve edebiyatıdır.

Özel olarak emekçi sınıfların genel olarak da ezilenlerin sanat ve edebiyatı çoğu zaman, egemen sanatın içinde yer bulur. Ezilenlerin düşüncesi de böyledir. Böyle bir tespit, sanat ve edebiyat tarihinin de sorgulanmasını gerekli kılıyor. Çünkü ana akım sanat ve edebiyat tarihinde emekçilerin ve ezilenlerin adı yer almıyor. Oysa her türden düşünsel etkinlik ve ürün gibi sanat ve edebiyatın yaratıcısı da halktır, emekçi sınıflardır. Shakespeare, Goethe, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi büyük sanatçıların sanatına konu ve temel teşkil eden nice halk hikayesi saptamak mümkündür. Sanat eserlerinin yapılıp yayılmasında, özellikle kültür endüstrisinde emekçilerin rolü belirleyicidir demek abartı olmasa gerek.

Artı Değer ve Sanatsal Üretim

Maddi üretimin belirleyeni olan güçler kültürel olanın da belirleyicisidir. Ne var ki tüm bu üretimin başına iktisadi bakımdan egemen olan sınıflar konmaktadır. Sanatın yaratıcısı halktır, emekçi sınıflardır. Sanatçı olarak profesyonel faaliyet yürüten kişiler halkın ürettiği “sanat olmayan sanat” ürünlerine estetik, etik, politik içerikler vererek biçimlendirirler. Sanatsal süreçler, unutulmasın ki ekonomik süreçleri izler. Bugün bu alanın kriz içinde olduğuna değineceğim.

Marksist sınıf teorisi bakımından artı değer, üretim sırasında meydana gelir dolaşım sürecinde kar, rant ve faiz olarak açığa çıkar. Düşünsel süreçler ve konumuz olan sanat ve edebiyat da bu şekilde açıklanır. Emek gücü ile sanat eseri arasında diyalektik bir ilişki olduğu açıktır. Diyalektik, sanat eserindeki katmanlı yapıya gönderme yapar. Sanat eseri, kendini aşan özelliklere sahiptir. Peter Weiss da Direnmenin Estetiği adlı çalışmasında böyle bir yol izlemiştir. Kitapta bir yandan iktisadi, sosyal ve siyasal süreçler ele alınırken aynı zamanda bu sürece karşılık düşen sanat ve edebiyat eserleri de açıklanır. Böylesi bir düşünme yönteminin, kaynağını Marx ve Marksizmden aldığını söyleyebiliriz. Netice itibariyle Marx açısından sanat ve edebiyat bir kültürel üstyapı kurumu olarak görülmektedir.

Gombrich de Sanatın Öyküsü adlı kitabında bu geleneğe uyarak üretim ilişkilerinin tarihine bağlı olarak bir sanat tarihi sunmaktadır. Mısır piramitlerinin sanatsal değeri tartışılırken sanatta kölelerin rolü de konu edilir. Gombrich’in sunumu bağlamında şu ortaya çıkıyor ki, sanat ekonomik ve sosyal tarihe bağlı bir kültürel disiplin olarak var oluyor. Bu yüzden de sanatın, devrimci rol oynaması, mülkiyet şekillerine ve sınıf mücadelesine bağlı olarak değişiklik göstermektedir. İlerici ve radikal sanattan söz edildiği gibi uzlaşmacı ve muhafazakar sanattan da söz etmek kaçınılmaz görünmektedir. Dolayısıyla sanat ve politika biçiminde bir başlık açmak zorunlu görünmektedir.

İktidar ve Sanatın İşlevi

İktidar hangi sınıftaysa sanatı da aynı sınıf belirliyor. Sanat, devrimci bir işlev gördüğü gibi sınıf ilişkilerini gizleyen bir ideolojik perde işlevi de görüyor/görebilir. Bu yüzden de güç odakları tarafından yakın markaja alınmaktadır. Platon, kurmayı tasarladığı devlette sanatçılara yer olmayacağını söylüyordu. Kilise ise sanatı, dini ve Tanrı inancını meşrulaştırmak için kullanmak gerektiği kanaatindeydi. Sanat kapitalizm koşullarında da sermayenin ruhunu yansıtmıştır. Emekçi sınıfların sanat ve edebiyat yapma imkanı olmadığı için yani ekonomik, hukuki ve sosyal zor yoluyla böyle bir etkinlikte bulunmak engellendiği için egemen sanat, baskın hale gelmiştir.

Sanatta da bir bakıma diğer bilim ve düşün ürünleri gibi “olması gereken” değil de, “olan” hakim form özelliği kazanmıştır. Emekçi sınıflar için olası sanat düşünceleri de çoğu zaman ana akım sanatın içinde yer almıştır. Marx’ın Balzac gibi bir krallık yanlısını övmesi, Lenin’in Tosltoy gibi bir aristokratı iyi model sanatçılar olarak göstermesinin nedenini de bu noktada aramak gerekiyor. Emekçilerin sanata kattıkları değerin, bir kısmının ana akım sanatsal üretimde içkin olduğunu düşünsek de bir kısmını da bağımsız eserlerde gördüğümüzü iddia edebiliriz. Bu türden eserlerin ana akım sanat tarihi tarafından “elendiğini” ve adeta görmezden gelinerek yok edildiği ileri sürülebilir. Dolayısıyla genel olarak tarihin, hakim sınıflar tarafından yazıldığını ve emekçi sınıfların ve sınıf mücadelesinin yok saydığı gibi sanat tarihinde de emekçilerin rolü, eserleri ve mücadelesi yok sayılmıştır.

Egemen sanat tarihi yazımına karşı “aşağıdan sanat tarihi yazımı” gibi sanat tarihi anlayışını savunmanın önemli olduğunu düşünmeliyiz. Emekçi sınıfların nitelikçe bir değişiklik göstermesi ise ancak yakın tarihte söz konusu olabilmiştir. Yeni ve devrimci bir sınıf doğmuştur: Proletarya. Proletarya ve onun ürettiği sanat veyahutta onun adına yapılan sanat, yalnızca eski rejimlere karşı direnmekle kalmamış, eskiyi yıkıp yeni bir dünya tesis etme amacı da gütmüştür.

Sanat ile Politika Arasındaki Gerilim

Ekonomik -temel- yapı ile kültürel -üst- yapı arasındaki ilişkisinin Yeniçağ ile (kapitalizm) birlikte belirgin hale geldiğini düşünmek yanlış olmaz. Temel yapının, düşünsel olana etkisi esas olurken politik olanın da sanatı koşulladığı görülür. Politika, Machiavelli ve Hobbes gibi siyaset filozoflarına göre iktidarın ya da yönetimin alınması olarak düşünülmüştür. Sanat da bu sürece eşlik eder. Bilhassa Marx ve Engels’le birlikte politikanın, değiştirme kategorisine vurgu yapılması bu terime daha keskin bir anlam yüklemiştir. Yani onlar için politika eski düzenin parçalanması ve yeni bir düzen kurulması için verilen uğraşın adı oldu.

Bu yolda ilerleyen politika filozoflarından V. Lenin, politik olmayan daha doğrusu partili olmayan edebiyatçıları –Platon benzeri bir edayla- toplumdan, daha açıkçası partiden atmak istemiştir. Lenin, “Parti Örgütü ve Parti Edebiyatı” başlıklı makalesinin bir yerinde şu sert açıklamalara yer vermişti: “Sosyalist proletarya açısından edebiyat, bireyler ya da topluluklar için bir zenginleşme aracı olmamalıdır diyemeyiz sadece; edebiyat, proletaryanın genel davasından bağımsız, bireysel bir girişim olamaz kesinlikle. Kahrolsun partisiz yazarlar! Kahrolsun edebiyatın üstün insanları!” Burjuva aydınlarının ekonomik ve sosyal sorunları es geçerek her şeyi edebiyat, sanat ve estetik düzeyine indirgediklerini gözlemlediği için Lenin’in bu radikal tutumu hoş karşılanabilir.

Lenin aynı yerde edebiyatı sınıf mücadelesine hizmet eden “küçük bir çark ve vida” olarak görse de, kendi sisteminde bunun anlamı, politik mücadele ile estetik mücadelenin bütünleşmesi olmuştur. Bu durum sanat ile politika arasında hem bir gerilim ve çatışma olduğunu hem de bir ittifak ilişkisi olduğunu göstermektedir. Lenin de buradaki paradokssa düşmüş ve sorunun çözümünü edebiyatla politikanın sentezinde bulmuştur.

Sanat ve Çok Değerlilik

Nicos Hadjinicolau da sanatın diyalektiğini açıklarcasına Sanat Tarihi ve Sınıf Mücadelesi adlır kitabında şunları söyler: “Estetik değer sorunu konusunda ben, bu nedenle Gorge Boas’ın savını benimseyeceğim. Bu teze göre sanat yapıtları, ‘güzellik’ vb. diye bilinen tek bir değerin taşıyıcısı değildirler; bunlar daha ziyade çok değerlikli olup, bazı değerlerini bazı insanlar, bazı değerlerini ise başka bazı insanlar algılar ve bu birçok değerin hangisinin gerçek ‘estetik’ değer olduğunu belirlemek konusunda… hiçbir önsel yöntem yoktur.”

Halk ve emekçiler, köleci ve feodal toplumlarda bilim, politika, felsefe yanında sanatla da ilgili olmuşlardır. Emekçi sınıflar, bunları biçimlendirmek, formüllere, kitaplara dökmek yerine bunları “yaşamışlar” ve “uygulamaya koymuşlar”dır. Mesela Spartaküs ayaklanması, felsefenin, siyasi teorinin ya da konumuz olan sanatın somutluk kazanmış halidir. Yani estetik teorinin pratiğe eşitlenmesi misali sanatsal olan, pratik haline gelmiştir. Haddizatında sanatı, sınıf mücadelesinin estetik araçlarla (imge, figür, renk, biçim, ses vs) sürdürülmesi olarak tanımlamamızın nedenini de bu noktada aramak gerekiyor. Yakın çağlarda proletaryanın ortaya çıkışı, eski emekçi sınıflardan farklı olarak estetiği pratikte de gerçekleştirme yetkinliğine kavuşmuştur. Emekçi sınıfların nicel gelişimi (köle, serf) proletarya ile birlikte nitel sıçramaya dönüşmüş ve yenilmez, devrimci bir sınıf olarak tarihteki yerini almıştır.

Sanat ve edebiyatın zengin bir içeriğe ve işleve sahip olması burjuvazinin iştahını da kabartmıştır. Sanat ederi, adeta bir meta olur. Frankfurt okulu bu durumu “kültür endüstrisi” terimiyle açıklar. Kültür endüstrisi, kültürel ürünleri üretim ve mülkiyet ilişkilerinden kopararak üretir ve sanatın ekonomik, sosyal gerçeklikle bağını ya koparır ya da zayıflatır. Bu türden ürünler meta düzeyinde sunulur. Eserlerde bütünlük yerini parçalara bırakır. Sanat ve edebiyat eğlence sektörünün yerini alır. Emekçi sınıflar yanında orta ve hatta üst sınıflar da bu sektörün içinde yer aldıklarını fark etmezler. Aynı tiyatroda, aynı sergi salonunda ya da aynı AVM’deki sinemada film izlerler. Kültür endüstrisinin karşıt sınıfları “aynı gemide” göstermek gibi bir de hilesi vardır. Bertolt Birecht gibi sanatçılar bu aynılaşmaya ve sanatın eğlence sektörüne dönüşmesine karşı devrimci bir müdahale yapmışlardır. Brecht’in tiyatroya getirdiği epik içerik ve yabancılaşma tekniği bu nedenle doğmuştur.

Sanat Eseri, Süs Eşyası Değildir

Sanatın hem dikey planda (zamansal) hem de yatay planda (mekansal) dinamik olduğunu düşünmek zorunlu görülüyor. Bu dinamizm esasen temelini sınıf mücadelesinden alır. Nasıl ki sosyal tarih, sınıf mücadeleleri tarihi ise bu durum sanat ve edebiyat tarihi için de geçerlidir: Sanat tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Sanat ve edebiyat ürünlerinde konu genişlemesi ve emekçilerin kendini göstermesi zamanla mümkün olmuştur. Örnek olarak emekçilerin, kadınların ve yoksul köylülerin tablolara girmesi Hollandalı Flemenk ressam P. Bruegel ile birlikte olmuştur.

Bunu daha iyi anlamak için Jacques-Louis David (1748-1825) ismini de anmak yararlı olur. Zira Fransız Devrimi’nin ressamı olarak ün yaptı bu sanatçı. Yalnız Fransız resminin değil Batı sanat tarihinde yeni klasikliğin belirgin bir figürü oldu. David, sanatı bir süs olmaktan çıkarmıştır, yeni bir estetikle birlikte sanatı toplumun bir parçası olarak görmüştür. Sanata itici, eğitici ve inceltici roller biçmiştir. Onun sanatı, çağın gerçeğini yansıtmanın yanında halkların ortak malı olma özelliği taşıdı. Peki; David, devrimci çizgisini sonuna kadar koruyabildi mi? Hadjınıcolaou şöyle yanıtlıyor bu soruyu: “Kuşkusuz ben de David’in, Birinci Cumhuriyet’in devrilmesinden sonra devrimci kampı hiç terk etmemesini, ezilen sınıfların tümel ideolojisine denk düşen bir görsel ideoloji ile yapıt üreten bir ressam olarak işlevini sürdürebilmesini isterdim. Ne var ki o böyle yapmadı. Yeni egemen sınıfın hizmetinde tüm görkemiyle çalıştı.”

Bruegel ve David’in tutumu politikayla sanat arasındaki gerilime dikkat çekmesi açısından enteresan bir düşünceyi duyuruyor. Sanat ve edebiyatın politikayla ilişkisi açık hale gelmektedir. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca görülmüştür ki, politika otoriteye ya da otorite odaklarına karşılık gelirken sanat ve edebiyat ise daha çok muhalif alana gönderme yapmıştır ve yapmaktadır.İktidarların ya da politik güç odaklarının toplumu koşulladığı yerlerde sanat ve edebiyat çıkış yolu aramakta bunu da estetik kaygılarla ortaya koymaktadır. Estetik kaygı sorunu ise bir bakıma modern bir sorundur. Ayrıca sanat ve edebiyat dendiğinde sanat içinde edebiyata özel bir vurgu yapıldığı görülmektedir. Sermayecilik çağıyla birlikte edebiyatın sanat içindeki etkisinin güçlenmesinin, onu öne çıkarmakla ilgisi bulunmaktadır.

Sanat, Direniş ve Devrim Yapma Kültürü

Türkçeye geçtiği biçimiyle “Marksist estetik” ifadesini kullanıyoruz. Sanatta direniş temasının konuşulduğu bir metinde meselenin Marksist teoriye gelmesi ve hatta sanatsal etkinliği bu teori ışığında ele almak gerektiği vurgusu doğal karşılanmalıdır. Çünkü bu teori yalnız sanat felsefesinde değil, bilim, felsefe ve politika alanında da bir epistemolojik kopuş meydana getirmiştir. Sanatın emek ve sınıf mücadelesi çerçevesinde ele alınması gerektiği ortaya çıkmıştır. Konu bu denli genişleyince de ana akım filozofların Platon ve Aristoteles’ten Descartes, Kant, Rousseau ve Nietzsche’ye dek genişlemesi kaçınılmaz olur. Ana akım filozofların da birbiriyle çatıştığına tanık olunuyor. Örneğin Kant, sanatı yalnızca kendisi için yapılan bir etkinlik olarak betimlerken (sanat, sanat içindir), Hegel’e göre sanat, kamu içindir.

Sanatın emek ve sınıf mücadelesi açısından tartışıldığı bir platformda üzerinde durulması gereken temalardan birisi de “estetik kriz teorisi”dir: Madem tekelci kapitalizm koşullarında burjuvazinin ekonomik krizleri yapısal özelliktedir. O halde ekonomik temelle diyalektik ilişkisi olan sanat alanında da burjuvazi kriz içindedir. Gerek günümüzde gerekse klasik çağlarda burjuvazinin büyük sanat eserleri yarattığı tezini de abartılı bulduğumu belirtmek isterim. Marx ve Lenin örneğinde değinmiştim. Sanat algısının bu şekilde oluşmasının nedenini, sanat tarihini egemen sınıfların yazmış olduğunda aramak gerekir. Dolayısıyla sanat eserini, egemen sınıfların sanatçıları inşa etmiş olsa bile, sanatın asıl yaratıcılarının halk olduğunu aklımızda bulundurmak gerektiğini de tekrar anımsamak gerekiyor.

Sınıf teorisi açısından düşündüğümüzde toplumsal bir devrimin, sanat ve edebiyat dünyası için de geçerli olduğu sonucu ortaya çıkar. Komünizm hedefli her devrimin kültür devrimi ile devam etmesinin neden gerekli olduğu da sanırım anlaşılıyor. 20. yüzyılda ortaya çıkan sosyalist ve demokratik devrimler yalnız ekonomik krizleri çözme işlevi görmekle sınırlı olmamış, sanat ve edebiyattaki krizi çözme işlevi de taşımıştır. Bu yüzden de sanatsal etkinliği sınırlı bir şekilde “güzeli yaratma” ve ona temas etme etkinliği değil bununla birlikte bir değiştirme kültürü olarak görmek ve dahası sanat ve edebiyatı bir direniş ve devrim yapma kültürü olarak değerlendirmek gerekiyor

*Sancı Dergisi Ocak-Şubat (2023) Sayısında Yayınlanmıştır.

Mehmet Akkaya

1964’te Malatya’da doğdu. İlkokulu Malatya’da okudu; orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Kocasinan Lisesi’nden sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans (master) yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışmasıyla mezun oldu. Çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli yazdığı yazılarla biliniyor. Akkaya, televizyon ekranlarında yaptığı felsefe/düşünce programlarıyla da tanınıyor. 2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaşan yazarımızın eserleri felsefe, bilim, sanat ve politika meraklıları tarafından ilgiyle izleniyor.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.