Aktüel Yorum

Neden ya da niçin şiir okumalıyız – (1-5)

Enver Topaloğlu

Birçok şairin, filozofun şiirin ne olduğuna ilişkin tanımları, şiirin nasıl yazılacağını anlatan metinleri, yazıları, kitapları var. Örneğin Terry Eageltan Türkçe çevirisi Agora yayınlarından 2011’de yayımlanan kitabı “Şiir Nasıl Okunur”da, adından da anlaşılacağı üzere şiirin nasıl okunacağını irdeliyor.

Vladimir Mayakovski’nin “Şiir Nasıl Yazılır” adlı yapıtı her şairin başucu kaynağıdır. Rilke’nin “Genç Şaire Mektuplar”ı okunmadan şiir yazmaya başlayanlar gerçekte hiçbir şeye başlamış sayılmazlar.

Buna karşın, görülen o ki şimdiye kadar “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunun karşılığı aranmış değil. Halbuki en az şiirin tanımı ya da nasıl yazıldığı, yazılacağı kadar bu da önemli bir soru. (Şimdiye kadar üzerinde durulmamış olmasının dolayısıyla gecikmenin nedenini ayrıca tartışmak gerekebilir.)

Biz bu düşünceyle başta şaire ve şair olmanın yanı sıra şiir çevirmeni, şiir editörü, şiir eleştirmeni, şiir dergisi yöneticisi gibi değişik kulvarlarda şiiri uğraş edinen isimlere “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunu yönelttik. Görüşünü sorduğumuz isimlerin seçiminde hangi etkenlerin belirleyici olduğuna da açıklık getirelim. “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunun bilhassa, şiir yazmakla kalmayıp şiirin okurla buluşması için başka kanallarda da uğraşı içinde olanlarca yanıtlanmasını amaçladık.

İlk yanıt Emel İrtem’den. İrtem’i şiir okurları elbette tanıyor. Biz kısaca bir kez daha hatırlatalım.

İrtem 1969, Eskişehir Seyitgazi doğumlu. Eskişehir Sağlık Meslek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Filoloji Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.

Emel İrtem’in ilk şiiri üniversite öğrencisi olduğu dönemde okurla buluştu. Şiirleri daha sonra İblis, Sombahar, Ludingirra, Varlık, Göçebe, Yasak Meyve, Evrensel Kültür, Şiir Ülkesi, Martı, Gard gibi dergilerde yayımlandı.

İrtem, şiir yazma sürecini “daha önce yaratılmış iyilik halini bana taşıyan özel an ve bende o yanın yansıması olan, heyecan uyandıran boyut transferi” olarak tanımlıyor… Emel İrtem edebiyatı, iki yönlü bir yaratıcılık süzgecinden geçirip hem yazarın, hem okurun evirip çevirebileceği bir zaman olarak tanımlıyor ve orada nefes alıp verdiğini belirtiyor.

Sevdiği ve etkilendiği yazarları Handke, Beckett, Blanchot, Calvino, Bilge Karasu, Yusuf Atılgan, Sevim Burak olarak sıralıyor.

İlk kitabı 1993’te “Gittik Yaşayanlardan Biri Gibi” adıyla okurla buluşan İrtem’in yayımlanmış diğer şiir kitapları şunlar: “Divaneliğe Dönen Pergel” (1999), “Zaviyesi Yıkık Gönye” (2009), “Zehirli Rüya” (2006), “Marcus’un Lisan-ı Kalbi” (2008), “Sana Seviyem” (2013), “Kapıttan Kapılar” (Seçme Şiirler (2016), “Hu” (2020).

Tadımlık olarak Emel İrtem’den bir de şiir paylaşalım. “Kara Yazı”: başlıklı şiirin tamamını aktarıyoruz:

Mektup yanar pervane döner.. sen nasılsın
Gönlümden bir yol geçer.. sen nasılsın
Sonra kapı açılır, açan korkar, vıy der kaçar
Bu kül bahçesinde sakin bir su mürekkep
Yanan dünya ıslansın.. peki sen nasılsın

Elimde bir zarf, bir yaz bir kış
Sonra bir tas deniz içinde tufan var
Ekseninden kaymış bakış, bu yedinci çember
Ben neredeyim bu kadar hayata yakışıksız
Mezarlıklardan taşıyor ölüler… sen nasılsın

Meydanı olmayan bütün coğrafyalar benim
Denizsiz bir kentte giyiniyor hayâl
Bana yazdıklarını okudum anladım
Gölgesine sığındığım bu hikâyede mahşer
Kapı artlarından eşiğime gülümser
Söyle yârim… ademden beri sen nasılsın

Saz sustu, keman sustu yaz şimdi sen yaz şimdi
Kapı tufan kapısı
Vııııy… vıııy
Konuşur kendi kendine
Gıcııır… gıcııııır
Eğer beni soracak olursan…
eh!.. ben de iyiyim

Sevgili Emel İrtem dizi soruşturmamıza seninle başlıyoruz. Soruşturmamızın konusunu da oluşturan ve karşılığını aradığımız soru “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” Neler söyleyeceksin…

Dünya üzerinde yaklaşık dört milyon yıldır hayat var ve üç yüz bin yıldır da insan var. Yani hayat önce gelmiş, insan sonra. Bizim bir önemimiz yok, ama hayatlarımızın var. Çünkü dünyaya eklemlenen şey bu. Gene de dünya ile kurduğumuz bu ilişkide daha çapraşık bir durum var.

Dünya bizi madde ile karşılıyor, biz ise dünyayı tasavvurla. Düşüncelerimiz maddesel değil. Bizi bir arada tutan şey zorunluluk dışında gönüllü bir bağ. Şöyle bir şey sanki: Beş yüzyıl evvel Ay’a baktığında orada köyden kaçan eşeğini gören köylüyle, bugün aynı Ay’a baktığında orada gülümseyen bir yüz gören altı yaşındaki çocuğun ortak duygusu. Bu çocuksu duygu bizi şiire kadar götürüyor. Tanrıyla da böyle ilişki kurduk. Biz varken o yok ve o varken biz yoğuz. Bir araya geliş tuhaf bir kıyamet planı. Ama geçişi sağlayan bir dil var ve o şiirdir. Tanrı da söyleyeceklerini bize şiirle aktarmıştır. Belki de bu nedenle onun lisanının şiir olduğunu düşünürüz. Bize gökte yüzebilme denizde uçabilme olanağını tanır. İnsan ise bu katmerlenmiş anlam çeşitliliğinde evrenler arasında geçiş yapar. Orada biraz ölür, biraz âşık olur, biraz kahramanlık yapar, düşer, dönüşür geri döner. Sonsuz seçenekler arasında bu dünyadan kısa bir tatil…Herkesin bir tatile ihtiyacı vardır.

Şiir okumanın, şiir yazmanın bir türü olduğuna inanırım. Aynı kompartımanda yolculuğa çıkan biri şair diğeri okuru iki kişi asla aynı yere gitmez. Hatta aynı coğrafyada, aynı dünyada, aynı zamanda bile olmayabilirler. Bu açıdan baktığımızda genel kabulün aksine şiir onları birleştirmez, tam tersine, hatta belki zıt yönlere savurur. Ama bu savruluşun başladığı yerde birliktelerdi. Aynı sözlerden yola çıkmışlardı.

Maddesel dünya bizden onu kendi verdiğimiz isimle ve kendi sesimizle çağırmamızı talep eder. Bizim hayal gücümüze ihtiyacı vardır böyle tamamlanır. Bu olmazsa dağılır. Hayatın o başlangıçtan bugüne kadar olan şanlı yürüyüşü son bulur. Elbet dünyayı kavramaya aracılık eden bütün sanat dalları için söyleyebiliriz bunu. Fakat şiirde durum biraz daha farklıdır. Çünkü şiir, bütün sanat dallarına sızarak kendini devamlı dönüştüren devrimci bir dünya tasarımının nükleer çekirdeğini oluşturur. Bir enerji alanı yaratır. Okur ise şiirde ruhunun cisimlenmiş halini görür. Bir çeşit ruh aynası. İyi şiir okurları bu aynanın müdavimleridir işte. İnsan bir ruhunun olup olmadığını başka nasıl anlayabilir.

Bugün çok şairden, çok şiirden ve okumaya yetişememekten yakınılıyor. Zaman zaman ben de buna benzer sözler sarf ettim. Geçenlerde üniversite öğrencisi iki gencin konuşmalarına misafir olunca başka türlü düşünmeye başladım. Gençlerden biri bilinen bir şarkı sözünü şiir gibi okuyordu. Sözlerinde herhangi bir derinlik ve özen bulamayacağınız popüler bir şarkı. Diğeri “çok güzel bir şiirmiş” dedi ve hangi şairleri okuduğunu sordu,

Arkadaşı, “Kavgam kitabını okuyorum”, dedi. “Biliyor musun Hitler de şairmiş…” Şunu düşündüm: Şu an yeryüzünde yaşayan ve ölen sayısız şair varken neden bütün hayatı boyunca birkaç şiir yazmış eli kanlı bir diktatörü şair olarak tanımlar ve okursun?

Dünyanın güzelliğe, inceliğe, bizim ise ruh aynamızda kendimizle buluşmaya ihtiyacımız var. Ve sanırım acilen var… Evet çok yazılıyor olabilir, ama belki de artık insanlar çığlık atmıyor şiir yazıyor… Okumaksa tam bir meydan okuyuş, gittikçe vahşileşen dünyaya karşı bir denge noktası, kolektif kötülüğe bir siper… Şiir her şeye yeter!

Kim ölmüş okumaktan?

Emel İrtem’in “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusuna yanıtının başlığı “Ruh Aynası” olduğunu kaydedelim. İrtem, yanıtında şiiri “ruh aynası” olarak tanımlıyor. Herkesin bakmaya muhtaç olduğu bir ayna… Ama galiba bunun farkında olanlar çok değil. elbette çoğalsın isteriz istiyoruz.

Şiir şairin dediği gibi “ruh aynası”. Bu aynaya bakanın yani şiir okuyanın hayatında neler oluyor, neler değişiyor. “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” soruşturmamız, bunu açığa çıkarmaya yönelik bir girişim ve devam edecek…

***

Okumak fiilinin de, yazmak fiilinin de kapıları açıldığında müşterek dildeki iletişimi, anlaşmayı sağlayan kalıplaşmış anlam genişleyecektir. Bu başka sözcükler, kavramlar için de geçerli. Dil yalnızca kalıplar, kurallar dizgesi değil. Dilin diriliğini, soluk almasını genellikle kuralların, kalıpların aşılması sağlar. Aşmak bozmayı da içeren bir fiil. Dil bozuldukça gelişir, genişler. Dilin bozulması, sanıldığının aksine dilin aleyhine bir gelişme değildir. Özetle, dilin bozulmasından kaygı duymaya gerek yok. Ancak iktidarlar böyle bir kaygı duyarlar. Çünkü, müesses düzen ve onun iktidarı, asla dilsiz kurulamaz. Her iktidarın kendi ürettiği dili vardır ve dili etkisini kaybeden iktidarın yıkılması kaçınılmazdır.

Cemal Süreya, “Şiir anayasaya aykırıdır” demişti. Bu sözü pekâlâ şiir iktidara da aykırıdır, karşıdır biçiminde genişletebiliriz. Çünkü şiir her şeyden önce iktidarın müesses nizamın dilini bozar, yıkar başka bir dil kurar. Şiir okumak da, yazmak da sadece ve sadece dile getirmek anlamıyla sınırlı değildir. Okumak da, yazmak da aslında yorumlamaktan, eleştirel bir mesafeye çekilmekten geçiyor. Mesafeye çekilmek aslında kritiği de kışkırtır, üretir. Öyleyse şiir okumak belli bir mesafeye çekilmektir diyebiliriz. Aynısını pekâlâ şiir yazmak içinde söyleyebiliriz. Şiir yazmak belli bir mesafeye çekilmektir.

Sözü şuraya bağlayacağız. Şiir okumak da, yazmak da yazı tura gibi aynı işin birbirini tamamlayan iki ayrı yüzü. O nedenle “şiir, okunursa şiir oluyor” diyoruz. Daha basit şöyle söyleyelim: Şiir mi? Şiirse okuyan yazar, yazan okur.

Peşrevi kesip “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusuna dönüyoruz.

Soruşturmamız kapsamında şairlere ve şair olmanın yanı sıra şiir çevirmeni, şiir editörü, şiir eleştirmeni, şiir dergisi yöneticisi gibi değişik kulvarlarda şiiri uğraş edinen isimlere “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunu yönelteceğimizi ilk bölümün girişinde ifade etmiştik. Bu bölümde sorumuzu şair olmanın yanı sıra şiir çevirileriyle de tanınan, bilinen Tamer Gülbek yanıtladı.

Gülbek 1965 yılında Ankara’da doğdu. 1983’te Kuleli Askerî Lisesi’nden, 1988’de ise Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.

İlk şiiri 1998’de Varlık’ta yayımlandı. Şiirleri, şiir çevirileri ve şiir üzerine yazılarıyla çeşitli edebiyat dergilerinde ve antolojilerde yer aldı.

Okurların, bilhassa şiir okurlarının “Zefiran” (2008), “Suda Tuhaf Hareketler” (2009), “Güven Park” (2010), “Yabancı Dil” (2013), “Tümünü Görüntüle” (2018) adlı yapıtlarından tanıdığı Tamer Gülbek’in 2010’da yayımlanmış bir de eleştiri deneme kitabı bulunuyor.

Gülbek’in İngilizceden çevirerek Türkçeye kazandırdığı şairler ve yapıtlarıysa şunlar: “Enoch Arden” Alfred Lord Tennyson (2018), “Kölelik Şiirleri” Henry W. Longfellow (2020), “Savaş Şiirleri” Wilfred Owen (2020), “Genç Harold’ın Yolculuğu” Lord Byron (2021), “Manfred” Lord Byron (2022), “Spoon River Antolojisi” Edgar Lee Masters (2022), “Ey İskoçlar!” Robert Burns (2022), “Sardanapalus” Lord Byron (2022).

Tamer Gülbek’in biyografisine bir çeviri bir de kendi şiirinden örnek ekliyoruz. Şiirlerin daha önce yayımlanmadığını, ilk defa buradan okurla buluştuğunu da belirtmek isteriz.

Charles Olson’un “Maximus’un Kendine Söylediğidir” başlıklı şiirini Gülbek’in Türkçesinden okuyoruz:

“En basit şeyleri hep en son

öğrendim. Bazı sorunlara neden oldu bu.

Denizde bile yavaştım, yardım ederken, ıslak

güverteyi geçerken.

Deniz benim işim değilmiş, neticede.

Ama kendi işimde bile, onda bile, en bilinen

şeylerden uzakta durdum. Geciktim,

ama adamın öne sürdüğü gibi

bu gecikmenin itaatsizlik

anlamına geldiği fikrinden

hiç hoşlanmadım,

yavaş bir zamanda

hepimizin geç kaldığı,

birçoğunu yetiştirdiğimiz

ve tek olanın

kolay kolay

bilinemediği

Belki de diğerlerinde gördüğüm

keskinlik (achiote)

benim kendi mesafelerimden

daha anlamlı geldiğinden. Dünyada

ve doğada

iş yapanların

her gün sergilediği

o beceriler

sezgi yoksunu olan bense

ikisini de yapamadım

Karşılıklı konuşmalar yaptım ben,

eski metinler üzerine tartıştım,

aydınlatmaya çalıştım, zevklerin

ve öğretimin içerdiğini

sundum

Ama bilinenler?

Bunun için, bir hayat, aşk,

ve bir adamın dünyası

verildi bana.

Semboller.

Ama burada otururken

dışarıya bakıyorum

rüzgârın ve suyun adamı olarak,

deneyerek ve bazı kanıtları

gözden kaçırarak

havanın karargâhını bilirim ben,

nereden geldiğini, nereye

gittiğini. Ama silsilem benim,

elde ettiğim şey, kabullenişlerinden

veya reddedişlerinden beni

Ne yok oldu

ne de arttı

kibrim benim,

iletişim nedeniyle

2

Yarım kalan işten

bahsediyorum, bu sabah,

deniz

ayaklarımın ucundan

uzanırken ufka”

Okuyacağımız ikinci şiir, Gülbek’in kendi yapıtı. Şiirin başlığı “Barfiks ve Hafıza”:

“Derinden geliyor sesin tartışıyorsun

Kilise gibi alkışlıyorsun ölümü

Kendini sevdiriyorsun sonra ölüyorsun

Babasızlığı duydum derinden diyorsun

Yağmurlu o günde iskeleye yürürken

Oysa amacım beyazla sarıyı yarıştırmaktı

Öngörümüzün doğru çıktığı doğru

Sonucundan memnun olduğumuz çıkmasın

Şimdi ağlıyorsun geçmiş olsun

Geçmiş dediğimiz hafızayla ölçülür

Birimi yoktur geçmişin olaylar belirler

Senin hatırlayamadığını hatırlayabilirim

Hatırladığımı yanlış hatırlayabilirim

Yine de zamanı ve beni yapan o hafızadır

Hâlâ barfiks çekiyorsan zamanı şaşırmışsındır.”

Sevgili Tamer Gülbek, sen şairsin, ama aynı zamanda çevirmensin ve de daha çok şiir çevirisi yapıyorsun. Birçok şairin yapıtını İngilizceden çevirerek Türkçeye kazandırdın.

Soruşturmamız kapsamında yanıtını aradığımız soruyu sana da yöneltmek istedik. Sana bir şair ve çevirmen olarak soralım: “Neden ya da niçin şiir okumalıyız?” Neler söyleyeceksin…

Esasında şiir insanlık tarihi boyunca her devirde muhtelif şekillerde günlük hayatımızın bir parçası olmuştur. Matbaanın keşfinden önceki sözel devirleri düşünürsek, hemen bütün kültürlerin ortak varlığı halk ozanlarını, ‘troubadour’ları, manzum formlarda yazılan ve sahnelenen tiyatro oyunlarını rahatlıkla bu kapsamda ele alabiliriz. Anneler yüzyıllardır bebeklerine uykudan önce ninni söylüyorlar. Tekerlemeleri düşünürsek onların tarihi de bir o kadar geriye gider. Günümüzdeyse bir tür şiir formu olarak kabul edebileceğimiz şarkı sözleriyle neredeyse her gün muhatap oluyoruz. Bunun yanı sıra artık günlük hayatımızın bir parçası hâline gelmiş olan yazılı veya görsel reklamlarda tam şiir diyemesek de şiirsel metinlerle hemen her gün karşılaşıyoruz.

Sorulduğunda çoğunlukla “şiir okumam” diyen vatandaş aslında öyle veya böyle günlük hayatı içinde şiirle ucundan da olsa bir ilişkiye giriyor. Bununla birlikte bir tercih olarak şiire ulaşıp onu okumak ayrı bir kategori tabii ki. Bunu yapan insan sayısı, ülkemiz genelinde düşünürsek, eline kalem alıp şiir karalayan insan sayısından azdır, diye bir tahmin de yürütülebilir. Öyleyse bu işi, yani şiire ulaşıp onu okuma işini yapan insanın bunu niye yaptığı, neden şiir okuduğu merak uyandırıyor doğal olarak.

“Neden şiir okumalıyız?” sorusuna birçok cevap üretebiliriz. İlk akla gelen cevaplardan biri ‘estetik haz’ olsa gerektir. Şiir, dilin günlük kullanımı dışında yeniden yapılandırılmasıdır. Böylece kelimeler ve sözler düz ve sıradan özelliklerini terk ederek şairin elinde yepyeni anlamlar ve derinlikler kazanır. Şiir okuyan kişi de bu yeni düzenlemeden, onun getirdiği yenilik hissinden, açtığı duygusal kapılardan kendine bir estetik haz payı çıkarır. Bunun yanı sıra üretilen yeni anlamlar üzerine düşünürken okuyucunun yaratıcılık becerisi de bir yandan gelişir. Çünkü şiirler birden farklı biçimde yorumlanabilir. Bu yorumların bir kısmıysa belki şairinin hiç aklında olmayan şeyler olabilir. Bunu bir tür ‘yaratıcı okuma’ olarak adlandırabiliriz. Aynı şiir her bir okuyucuyla farklı anlamlar kazanmakta, bir bakıma yeniden yaratılmaktadır. Bunu yapmayı alışkanlık hâline getiren bir okursa zaman içinde kendisini daha kolay, daha etkin ifade etmeye başlayacaktır. Dolayısıyla denebilir ki şiir okumak çeşitli önemli becerileri geliştirmemize ve kendimizi daha derin ve daha etkili bir şekilde ifade etmemize yardımcı olabilir.

Şiir okumanın bir başka avantajı da başka insanlarla empati kurma yeteneğimizi geliştirmesidir. Başka insanların, başka toplumların, başka kültürlerin hassasiyetlerini, sevinç ve kederlerini, mutluluk ve sorunlarını şiir yoluyla tanımış olur, kimi zaman onların yaşadıklarını içimizde hissederiz. Örneğin, bize kültürel açıdan ne kadar uzak olsa da Langston Hughes şiirlerini okurken 20. yüzyılın ilk yarısında Amerika’da yaşayan siyahi vatandaşların çektiği acılara şahit olmak, onları daha iyi anlamak okuyucu olarak kazanımlarımız olur. Ayrıca, şairin bu sorunları nasıl dile getirdiğiyle alakalı olarak da kafa yorarız. Şayet iyi bir şiirde anlatılan konu bizi de ilgilendiriyorsa şairin yazdığı metne bakıp “duygularıma tercüman olmuş” diye düşünürüz. Şairi biraz da kıskanırız, çünkü bu şiirde çoğu zaman ifade etmek istediğimiz ama kelimelere dökemediğimiz düşüncelerin, duyguların nasıl etkileyici şekilde aktarıldığını gözlemleriz.

Aslında günlük hayatın hayhuyu içinde koşturan işindeki gücündeki birine “Arkadaş, şiir okursan senin için çok iyi olur” diye ahkâm kesmek kolay değil. Çünkü söyleyeceklerimiz hep soyut ve havada kalıyor. Ama hayat da somut gerçekliklerden ibaret değil işte. İnsan tabiatı yalnızca bedensel değil ruhsal ve zihinsel doyum da arıyor. Şiir de bu doyuma ulaşma yollarından birisi olarak önümüzde duruyor. Diğer yollara göre öne çıkan özelliği ise kelimeler aracılığıyla yeni ifade biçimleri, yeni bakış açıları, yeni fikirler deneyimlememizi sağlaması. Bu deneyim her zaman mutlu ve neşeli bir şey olmayabilir. Belki zihnimizde olumsuz yankı uyandıran, bizi üzen ve eleştiriye sevk eden şeyler de okuyacağız. Bir şiirin üzerimizdeki etkisi ne olursa olsun, yapılan iş zihinsel bir çalışmadır ve ruhsal tatmine hizmet etmektedir.

Bazen çok okuyan insanlar, hatta edebiyatçılar arasında bile şiire mesafeli duran kişilere rastlarız. Nedenini sorduğumuzda aldığımız cevap “Ben şiirden anlamam” veya “Şiiri sevmem” olabilmektedir. Bana kalırsa burada sorun yaratan kelime “anlamak”tır. Ondan zevk almak için şiirin okuyana göre anlam değiştiren bir şey olduğu ön kabulüne ihtiyacımız var. Bunu yapıp kendimizi anlam kısıtlamasından azade edersek içimizdeki şiire ulaşıp okuduğumuz metnin tadını kendimize göre çıkarabiliriz.

Aynı şiirin her okuması farklı bir deneyimdir, dedik. Bunu daha genellersek ve zamanlar ve kültürler üstü bir anlayışla ele alırsak, şiiri insanlığın ortak bilinci olarak da niteleyebiliriz. Şiiri alımlama konusundaki deneyimimiz ve yeteneğimiz ölçüsünde, şiirin evrensel ve mistik nitelikleriyle kolektif hayal gücümüz üzerinden—genellikle açıklamakta zorlandığımız şekillerde—bize dokunduğunu hissederiz. Biliriz ki bizden önce milyonlarca başka insan onu okumuş ve her biri onun içinde bir hakikat, bir güzellik ya da başka bir özellik bulmuştur. Okurken işte ruhumuzun bu kolektif hissiyata katıldığını hissederiz. Okuduğumuz şiir ister yepyeni olsun ister yüzlerce veya binlerce yıllık olsun, kültür, cinsiyet, yaş farkı gözetmeksizin bizi tüm dünyanın harsına ve ruhumuzun en derin katmanlarına ulaştırma gücüne sahip olabilir. Bu mucizevi deneyimi yaşama ihtimali bile hemen bugün şiir okumaya başlamamız için yeterli motivasyon olsa gerektir.

***

Ya alkol olmasaydı diyor ya Edip Cansever onun gibi söyleyelim. Ya sorular olmasaydı. Ucu açık sorular, yanıtı olmayan sorugiller soyundan sorular… yaşayıp yaşamadığını kontrol etmek için kendini çimdiklemek gibi bir şey belki de soru sormak.

Sormaya, soruşturmaya devam edeceğiz. Ya da şöyle diyelim: Eylemlerimiz sürecek.

***

Bazen gerçeğin pekiştirilmesi için tekrar gerekli olabiliyor. Şunun gibi: Şiir okunduğunda varlık kazanan ve tamamlanan bir dil etkinliğidir. Öte yandan şiirin, okurunu da okumaya açan, evet açan, bir dil etkinliği olduğu söylenebilir. Şiir okumak konusunda başka neler söylenebilir… Kim bilir?.. Herkes bilebilir, ama şairler, şiiri sorun edinenler, yaşamlarında şiire verdikleri yeri olağanüstü biçimde geniş tutanlar sanki biraz daha farklı ve fazla bilir. Bu düşüncelerle, hem şair hem de şiir için sırtlandığı kayayı tepeye çıkarmaya çalışanlardan biri olan Şeref Bilsel’e yönelttik “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunu…

Şeref Bilsel 1972’de Rize’de doğdu. Üniversitede Türk dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. 1990’ların başından itibaren çok sayıda dergide şiir ve yazıları yayımlandı. Sonra Edebiyat dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Şiir yıllıkları hazırladı. Yayımlanmış dört şiir kitabı bulunan Bilsel’in ilk kitabı “Dar Zaman Rivayetleri” 1996 yılında okurla buluştu. İkinci şiir kitabı “Magmada Kış Mevsimi” 2003’te yayımlandı. Dört yıl sonra (2007) üçüncü şiir kitabı “Mecnûn Dalı” çıktı. Dördüncü şiir kitabı “Dünyanın Külü” yayımlandıktan bir yıl sonra, 2014’te , 18. Altın Portakal Şiir Ödülü’ne değer görüldü. 2015’te yayımlanan “Yalnız Şiir” adlı deneme kitabı, 2016 Melih Cevdet Anday Deneme Ödülü’ne değer görüldü. 2019’da “Yalnız Edebiyat” adlı ikinci deneme kitabı okurla buluştu. Okurla buluşan son kitabı “Şiire Giriş Dersleri” 2021’de yayımlandı.

Varlık dergisinde ‘Yeni Şiirler Arasında’ başlığı altında yayımlanan yazılarıyla bir yandan yeni kuşak şairlerin yapıtlarını değerlendirirken bir yandan da her yaş ve kesimden okura, deniz feneri misali, şiirin karanlık sularında yol göstermeyi sürdürdüğünü ekleyelim.

Bilsel’den bir de şiir paylaşalım istiyoruz ve “Kalan” adlı şiiri aktarıyoruz:

Her şey yüktür

sözcüklerden başka yükü olmayana

Yürürsün bir zaman

seni büyüten kırlara doğru

acıyla açan çiçekler sınırda

kokusu yoksul evlere dolan

Akşam olur

çöker gündüzün beyaz atı gürültüyle

kararan ormanın ortasına

uzak bir evde solgun ışık

tarihten ve tabiattan sızan

gölgeler, gölgeler, gölgeler…

Dünya boşaltılmış, görelim diye uzakları

Çocuğun bir elinde nar, diğer eli sessizlik

gidenin bıraktığı boşluk

kalanın gözlerine dolar

Her şey yüktür

sözcüklerden başka yükü olmayana

yürürsün bir zaman

seni büyüten kırlara doğru iyi bak

Annenin sevincinde kan var.

– Sevgili Şeref Bilsel; sen şairsin, ama aynı zamanda şiir üzerine düşünen, tartışan, görüşlerini yazıya dönüştüren, yayımlayan, böyle tanınıp bilinen, tırnak içine alarak söyleyelim bir “denemecisin”.

Şairliğin yanı sıra sürdürdüğün yazarlığından dolayı kendine “deneme yazarı” tabirini daha yakın bulduğunu belirttiğin için “denemeci” ifadesini tırnak içine alarak yazdık. Bize kalsa Şeref Bilsel deneme yazarıdır evet, ama o aynı zamanda bir eleştirmendir deriz. Neyse… Sonuçta, Şeref Bilsel’in düşünceleriyle, görüşleriyle, eleştirileriyle, önerileriyle günümüzde yazılan şiire gölgesini değil, ışığını düşüren az sayıda isimden biri olduğu tartışma götürmez.

Soruşturmamız kapsamında bir şair ve bir “denemeci” olarak sorumuzu sana da yöneltiyoruz. “Neden ya da niçin şiir okumalıyız?” Neler söyleyeceksin…

Buraya, yazıdan hareketle varmak gerekir, çünkü yazarken okuyoruz. İnsan içine, kalbine doğanı okumadan yazabilir mi? Demek ki yazıdan önce geliyor ‘okumak’. Burayı biraz daha açalım: İnsan okumak istemezse yazamaz. Bir günbatımını, uzayıp giden bozkırı, taşların arasından usulca sızan suyu, suya koşan balıkçıların kaçtığı yağmuru, sessizliği sırtlanıp kabaran orkideyi, öfkesini kaybetmiş bir yüzü, okumak istemez mi insan? Yazma gerekçemiz, okuma isteğimizle bağlantılı. Okumak istediğini yazanlar var; diğer tarafta da yazmak istediğini okuyanlar. Bu okuma, kara kara harfleri birbirine vurarak ses çıkartmaktan, sonra da onu söze dönüştürmekten başka bir şey.

Her an okuyoruz; sadece okulda değil, dolmuşta, halk pazarında, hastanede, cezaevinde, tımarhanede, kışlada, ışıkları söndüren gölgesi altında bir gülün şiir okuduğumuz da oluyor. Şiir gibi -dondurulmamış/doldurulmamış- okura da yer açan ‘açık metin’ler içinde dolaşmak, nesrin içinde olmaktan daha fazla heyecan verici. Kaygıda, aşkta, hasrette, acıda, başkaldırıda heyecan vardır. Kutsal metinlerin (Kuran, ‘Şuara Suresi’) düzyazıyı değil, şiiri/şairi muhatap alması bizim edebiyatımızda olduğu gibi pek çok ülke edebiyatında da şiirin bir kurucu metin olmasından kaynaklanıyor.

Bir vakte kadar şiir, aynı zamanda bilgi taşıyan bir araç, geçmişin yükünü kestirmeden şimdiki zamana aktaran bir tür. Karacaoğlan’ın dert saydığı “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm”e Matsuo Başo’da, Ritsos’ta, Neruda’da, Nâzım Hikmet’te, Füruğ Ferruhzad’da da rastlarız. Değişmeyen kadim temalar etrafında derin ve tesir edici kazılar yapan şiir, bugün form/forma değiştirmiş olmakla beraber kazısını sürdürmektedir. Söylemek isteyip de söyleyemediğini bir başkasıyla (şairle) birlikte söyleme imkânı veriyor şiir. “Dinleyen, anlatanın ortağıdır.” (Hz. Ali). Ya da baskı dönemlerinde söylemek isteyip de söyleyemediklerini bir şairin ağzından duymak istiyor okur.

Böylece, kendinde olup bitenleri ve fakat söze dökül(e)meyenleri bir başkasında okumuş oluyor. Bir çeşit kederin ve kaderin devredildiği özneyi karşılıyor okur. Ama şuradan kopmamak lazım: Okumak, yazmaktan öncedir. Gözlerin kapalıyken de okumak. Şair, kendinde olanı okur, yazarken. Okuduğunu dinler ve yazar. Şair, kendini yazamayanların yerine de yazar. Şairin, yüzünü görmediği okurlar ise yüzünü görmediği şairde kendi serüvenlerini, duygularını arayıp bulmaya, bulduklarına anlam yüklemeye doğrulur.

Nesir (düzyazı) dilbilgisi kurallarına, akla uymayı sever, cümle cümle yürüyerek; nazım (şiir) müzikten hoşlanır, dansa, eğlenmeye yakın durur, boşluklar açarak yürür. Okur, o boşluklarda kendine, kendi öznel tarihine karşılık bulmakta gecikmez. Şiirin kısa, öz, net, mert, sert yürüyüşü bir cepheden okuru kuşatır. Büyük kırılma anları kendini dindirmek için uzun zamanlardan ziyade dar vakitleri sever. Olup bitenin özetlenmesini, aşka, acıya, aldatılmaya, ölüme kısa yoldan birdenbire bir karşılık vermesini ister. Bu cephane şiirin doğasında var; doğanın şiirinde (diyelim ki ‘haiku’) var.

Dil; insanı tutar, bağlar. Birleştirdiği kadar böler de. Şiirde bu durum daha sert hissedilir. Şiir, herkese ‘aynı’ şeyi anlatmak için çabalamaz; bilakis muhatap aldığı kişilerde farklı duygular, farklı anlamlar kazanmak için durmadan devinir. Şiir, yolculuğu sırasında gelişir, genişler. Bu genişlemede doğrudan katkısı olan ise okurdur. “Bir şiir farklı kişilere farklı anlamlar ifade ettiği gibi bu anlamlar şairin kastettiğinden çok farklı da olabilir.” der Eliot.

Baştan beri şiirde ‘anlam’ üzerine devam eden, bugün de sürmekte olan tartışmanın kökeninde şiirden ne anladığımız yatıyor. Burada ölçü koyan, bekleyen ‘okur’dur. Kıstırılmıyor okur, metne katılıyor, anlam veriyor, anlam çıkartıyor; şiiri çalıştırmayı, geliştirmeyi, yaşatmayı sürdürüyor okur. Şairden ayrılmış, bitmiş (mümkün mü bu?) bir metni okur yeniden yazıyor; kendi hayatıyla birleştirmeyi sürdürüyor. Belki bu yüzden düzyazının yol göstericiliğinden çok bir okur ve potansiyel olarak şiir okumayı tercih ediyor. Bütün bunlara rağmen roman, öykü karşısında şiirin daha az muhatap bulmasının nedenleri üzerine düşünürken okurun (alıcı) zihinsel dünyasının neyi talep ettiğini dikkate almak gerekir. Şiir, yıkar, yoldan sapar; düzyazı (inşa) ise ‘kurar’ yer gösterir.

Bizde var olanı, bize yüklenmiş ve toplumsallaşmış bir araçla (dil) herkese duyurma gayreti. Bireyde birikmiş bir toplum vardır, “her kişi küçük bir toplumdur” ifadesinde hayat bulan. Birey, kendi kişisel değerleri içinde sık sık toplumsal olanla karşılaşır; şairler bu karşılaşmaları çoğu zaman çatışmaya çevirir. Var olanı kabul etmez, yıkmak ister. Bu çatışmadan geriye kalan değerler bazen açık bazen de örtülü biçimde şiire yansır. Şiirin şairi tarafından bile tam hakkıyla açıklanamıyor oluşunu burada, bu örtülü alanda aramak gerekir. Her şeyin, herkesin anlayabileceği biçimde ortaya konmasında kişilik, kişisellik değil, toplumsallık vardır. Şair, toplumsal bir uzlaşma aracı olan dili büker, kendi içine uygun bir hâle sokmaya yeltenir ki böylece kalabalıklardan ayrılır. Şiir okuru da kendini ayrıştıran, kalabalıklardan söküp alan insanlardan oluşur. Sayıları bu yüzden azdır. Turgut Uyar’ın imza gününde sekiz (rakamla: 8) kitap imzalamış olması şiirin rastlantılarla okur kazanmadığı, tesadüflerle gerçekleştirilen bir yazınsal etkinlik olmadığı noktasında fikir vericidir. Gecikmiş olmak, hayal kırıklığı, öfke, aşk, ölüm, yapıcı olabilecekken yıkıcı olan tutkular için hızlıca kürsü kuran şiirdir. İnsan, bir saniyede doğar, bir saniyede ölür; bir saniyede aldatılır. Şiir; hızlıdır, sıkılmış bir yumruk gibi bekler haksızlığın, adaletsizliğin karşısında, lafı uzatmaz. Şiir okuru da bilir bunu. Okuduğu metnin kendine konuşma hakkı vermesini ister. Gecikmiştir, yalnızdır, dalgın ve cesurdur.

‘Boşuna’ yaşamaya meyletmeyen okur, var olandan kendini ayrıştırma cesareti olan, isyan duygusunu gerek derinde, gerekse yüzeyde taşımaktan çekinmeyen bir edebi tür olan şiire yakın durmayı bırakmaz. Şiirin yalnız yazılıp yalnız okunduğunu ve özgürleşmek, âşık olmak, hatta ölmek için yalnızlığın şart olduğunu bilir. Boşuna mı yaşadı Nef’î, Pir Sultan, Nesimî, Mansur, Metin Altıok, Behçet Aysan, Josef Atilla, Lorca, Yesenin ve daha niceleri… Zamana bıraktıkları boşluk bile bizim rahatça, özgürce ağlayabilmemiz için olmasın!

“Şiir, dünyayı değiştirmenin araçlarından biridir. İnsan, şiirle yeri ve formülü bulacaktır. Şiir, insan bilincini daha ilerde bir yere atacak, insana yeni duyumlar, yeni nitelikler kazandıracaktır. Var mıdır böyle bir hayat. Olacaktır. Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovski’nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir hayat.” (Cemal Süreya)

Bütün bu duygularla davranan; umudunu diri tutmak için hayal ve hatırayı terk etmeyen insanlar şiir okur. Şiir okurken kendini yeniden yazanlardır onlar. Ben, onların ‘nicel’ gürültülerinden ziyade ‘nitel’ dalgınlıklarına yakınlık duyarım. Çünkü şiirin uzaklara bakıp gördüğü rakamlar değil, harfler olmuştur hep. Ve bu yüzden az insanın okudukça çoğaldığı bir edebî tür olmayı sürdürebilmiştir şiir.

***

Şiirin ne olduğunu bilirsek, acaba merak ettiğimiz ve dizi soruşturmamızda karşılığını aradığımız “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunun yanıtını da bulabilir miyiz?

Elbette bütün sorular yanıtlanmak için değildir. Bazı soruların soru olarak kalması yanıtlanmasından daha edebi olmaktan öte hayati olabilir. Ayrıca şiirin tanımını “bilmek” hiç de kolay değil. Çünkü şiirin öznesi insan, değişiyor. Şiirin yapı taşı dil, değişiyor. Zaman değişiyor. Hayat değişiyor. Dünya değişiyor. Bir çağın getirdiği tanımlar, bir sonraki çağda eskiyor, ölüyor. İyi gömülmese hayalete dönüşebiliyor. Şiir için de geçerli; bugünün şiiri dünkü şiir değil. Bugünün şiiri yarın ölüyor, yerine yeni bir şiir doğuyor. Hatta, günümüzde, modern Türkçe şiirde olduğu gibi birçok şiir birden doğabiliyor…

Soru ya da sorular üzerine de çok şey söylenebilir. Biz şimdilik sürdürdüğümüz soruşturma dizisinin odağında kalmaktan yanayız. Bu doğrultuda “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” sorusunu, şiir okurlarının “gönlünü” erkenden, ilk kitabı “Karşılığını Bulamamış Sorular”la fetheden Haydar Ergülen’e yönelttik. Haydar Ergülen’i okur olsun olmasın, tanımayan yoktur elbette. Biz yine de bir anımsatmada bulunmuş olalım. Şair Ergülen’in kayıtlarda yazılı yaşamöyküsü şöyle: “Haydar Ergülen, 14 Ekim 1956’da Eskişehir’de doğdu. 6 kardeşin en büyüğü. İlk ve ortaokulu Eskişehir’de, liseyi Ankara’da okudu. ODTÜ Sosyoloji’yi bitirdi. Anadolu Üniversitesi’nde Reklam ve Halkla İlişkiler Yüksek Lisans programına devam etti.

Fotoğraf: Kadir İncesu

25 yıl reklam yazarlığı yaptıktan sonra emekli oldu. Üniversitelerde yarızamanlı olarak Türk Şiiri, İkinci Yeni, Türk Edebiyatı, Yaratıcı Yazarlık, Düşünce Hayatımızdan Portreler, Şairin Yaşamı dersleri veriyor. Şiir atölyeleri düzenliyor.

İlk kitabı “Karşılığını Bulamamış Sorular” 1982’de yayımlandı. Üç Çiçek, Şiir Atı, Yazılıkaya dergilerini hazırlayanlar arasında yer aldı. Necatigil, Akdeniz Altın Portakal, Cemal Süreya, Metin Altıok, Dil Derneği Türkçe, Mersin Kent, Vedat Türkali onur ödülü, İtalya ve Lübnan’da edebiyat ve şiir ödüllerinin de aralarında olduğu ödüllerin sahibi. Pek çok şiir jürisinde yer aldı. Radikal ve Cumhuriyet gazetelerinde yazdı, BirGün’de yazıyor. Yurtiçi, yurtdışında çeşitli şiir etkinlikleri ve festivallerine katıldı. Şiirleri uluslararası dergiler ve antolojilerde yayımlandı. İkisi Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca şiir kitabı var. Toplam 54 kitap yazdı, 16’sı şiir. Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Uluslararası Şiir Buluşması, İzmir Büyükşehir Belediyesi Uluslararası Edebiyat Festivali, İstanbul Ataşehir Belediyesi Uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Günleri direktörü.

İdil’in nişanlısı, Nar’ın babası.”

Tarih yazımında olduğu gibi yaşamöyküleri de yazıya geçerken kırpılır, eksiltilir. Elde kalan kaydedilir. Elde kalan da her zaman özettir. Oysa, kaç yıl yaşanmış olursa olsun, bir ömür özetlenebilir mi hiç?

Elli yıldır şiirin içinde olan şairden, Haydar Ergülen’den bir şiir aktaralım. Ergülen’in daha önce başka bir yerde yayımlanmamış, okurla ilk kez burada buluşan “Denizküstü Baladı” adlı şiirini paylaşıyoruz:

Uzun sular eski sular

denize bakarak evsizliğini unutanlar

sular da onlar gibi evsiz meğer

bunlar köprüyü dinleme suları bunlar

köprü neşesi mi ne diyorlar

pürneşe pürgüneş pürküpeşte

Türk martı kuvvetleri gösteri uçuşunda

kim demiş kıskanır diye, kıskanmaz

Galata Köprüsü Unkapanı Köprüsü’nü

ruhu bile duymaz, yok deme, ruhusu

Suriye köprüaltı cumhuriyeti alkolsüz

Kim tanımıştır köprünün tanıdığı insanı?

Alageyik Sokağı bir zamanlar köprüye bakardı

Eminönü bayrak denizi üstkimliğimiz gibi

“Canımın çekirdeğinde sitem” var!

Yanından geçip gidenlerin denizi

Eminönü: Denizküsü

Bir daha gelirse astrofizikçi olmak istiyor Haydar Ergülen. Bunu neden istiyor. Sorumuza verdiği yanıtta onun da açıklaması var.

– Şair olmanın yanı sıra şiirin okurla buluşması için farklı kanallarda (çevirmen, editör, yayıncı, ve benzeri) yürüttükleri uğraşla dikkat çeken isimlerle gerçekleştirdiğimiz soruşturma kapsamında sorumuzu bu kez bu kez, Haydar Ergülen’e yönelttik. Ergülen biyografisinde de belirtildiği üzere Uluslararası İzmir Edebiyat Festivali’nin başta olmak üzere birçok festivalin yöneticiliğini yapıyor. Üniversitede şiir üzerine dersler veriyor, şiir atölyesi çalışması yürütüyor. Onun şiirle geçen bir ömür (elli yıl hatta daha fazla) denilecek uzun yoluculuğu süresince şiirin okurla buluşması için başka önemli sorumluluklar aldığını, bu yönde emek sarf ettiğini de ekleyelim. Bu bilgiler ışığında soruyoruz: Haydar Ergülen; neden ya da niçin şiir okumalıyız?

İzmir Uluslararası Edebiyat Festivali, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği 9 günlük bir etkinlik. Bu yıl 6’ncısını gerçekleştirdik, ben de altı yıldır direktörlüğünü yapıyorum. 2023’te 7’cisini ve 100. yıla yaraşır biçimde “Edebiyat Cumhuriyettir” temasıyla ve geniş bir uluslararası katılımla yapacağız.

Ayrıca Eskişehir Tepebaşı Belediyesi Uluslararası Şiir Buluşmaları’nı on yıldır, İstanbul Ataşehir Belediyesi Uluslararası Nâzım Hikmet Şiir Günleri’ni de 4 yıldır yapıyoruz.

Edebiyat ve şiir buluşturur. Belki de sanatın tanımlarından biri budur; buluşmak. Sanat buluşmak içindir. Bu festivaller ya da Türkçesiyle söylersek, belki şiirin nedenlerinden biri daha anlaşılır, Şenlikleri yapma amacım, bir tür karnaval duygusu. Edebiyat ve şiirin aslında en kadim duygusu, karnaval. O da bir buluşma.

Türkiye’den ve dünyadan pek çok şair geliyor, kendi dillerinde şiirlerini okuyorlar, onların Türkçe çevirilerini dinliyoruz sonra ya da okuyoruz. Tuhaf değil mi, dünyada ve bizde, az okunduğu söylenen şiir için çok uzun yıllardır etkinlikler, şenlikler, okumalar düzenleniyor! Bu bana çok şaşırtıcı geliyor. Demek ki şiir okumak bir gereksinim ve gereklilik. Elbette başta şairler, okurlar ve belediyeler ya da kültür kurumları bu umutsuz gibi görünen çabayı yine de gösteriyorlar. Şiirin mucizesi ya da büyüsü mü demeli buna?

Ben de gerek yurtiçi, gerek yurtdışı pek çok festivalde şiirlerimi okuyorum, özellikle Fransa’da ilgiyle karşılandığını söyleyebilirim kitaplarımın. Okur ilgisi, şair ilgisi. Örneğin bu yazsonu Montpellier’deki bir şiir festivalinde, Bir Fransız şairle ‘atışma’ (jouet) etkinliği yaptık. Bildiğimiz atışma, bizdeki gibi. Bir o okudu, bir ben; sona doğru o bir şarkı söyledi, ben de türküyle yanıt verdim: “Hazreti Şah’ın avazı/turna derler bir kuştadır/asası nil deryasında/ hırkası bir derviştedir”. Sonra da türküden, daha doğrusu deyişten hareketle Alevi-Bektaşi- Kızılbaş kültüründen söz ettim. Bunu önemsiyorum, çünkü benim kültürüm ve şiirimin kaynağı, aynı zamanda insani ve toplumsal varlığımı da biçimlendiren, yön veren bir kültür, doğaya yakın, bu nedenle de şiirle ve müzikle de iç içe, bir bakıma kaynak.

Şiir okumak, bu sıcak örnekte de olduğu gibi, Gezi direnişindeki coşkulu sözümüzü hatırlatıyor bana, “Bu daha başlangıç!” Peki sonrası? Mücadeleye devam, şiire devam, okumaya, yazmaya devam… Bir şiir okudum hayatım değişti demiyorum ama, bir şiirden bir türküye, oradan bambaşka kültürlerdeki insanlarla buluşma ve kültürlerarası bir durum yaşama.

Şiir bu değil, böyle bir şey değil diyenler çıkacaktır bunları okuyunca. Böyle düşünmek de iyi, şiirin zenginliğinin göstergesi. Herkesin bir ve daha fazla şiir tanımı var ve sürekli de yenileri ekleniyor buna. O nedenle, evet haklılar, ama şöyle düzelterek: Şiir yalnızca bu değil!

Şiir atölyelerinde de yaklaşımım aynı, şiir yazmak değil öncelik, şiir okumak. Benim için de atölyeye gelen, yeni başlamış biri için de. Şiir de dünyadaki varlığımıza biraz da olsa anlam vermek için icat edilmiş ya da yolculuğumuzun başında yolluk olarak yanımıza verilmiş en değerli yol arkadaşlarından. Kılavuz değil, yoldaş. Cemal Süreya’nın “Ne günah işlediysek yarı yarıya” dizesindeki duygu. O nedenle şiir okumak bir bakıma suç ortaklığı yapmak sayılır. “Masum değiliz hiçbirimiz” itirafında bulunmanın başka bir yoludur. Şiir insanın hem özgeçmişidir tek tek ve kolektif olarak hem de bir tür vakayinamedir, öte yandan da geleceğe mektuptur. Ya da şöyle diyelim, zaman mefhumunun sırrına ermeyi dileyenlerin başvuracakları bir yerdir.

Şiiri tanımlamaya başlar gibi oldum ama, şiir hakkında her konuşma, her yazı, her yanıt tanım da içerir, yeni tanımlar da getirir, gerektirir. Bir bakıma da bu şiirin diyalektiğini gösterir. Kadim olduğu kadar da taptaze olan bir şeyle karşı karşıyayızdır her zaman.

Şiir okumak, Proust’un romanın adı gibi “kayıp zamanın peşinde” olmaktır. Bazen bulur gibi olmak ama hiçbir zaman da bulamamaktır, en sevdiğim şiir başlığıyla söyleyeyim bir de, Edip Cansever’in dediği gibi “Gelmiş Bulundum” demektir.

Şiir günü kurtarmaz, aksine insanı meşgul eder, felsefeyle ilgisi yoktur ama düşünceyle vardır. Bazen hafif bir yaz düşüncesi gibidir; bütün bu güzellikler bu yaz gibi bitecek dersiniz, bazen de dünyaya kök salacakmış gibi varlığı, kainatı, sonsuzluğu düşünürken bulursunuz kendinizi. Ben şiiri en çok astrofiziğe benzetiyorum. Bir daha gelirsem şair değil, astrofizikçi olmak istiyorum!

***

Dilin ufkunun daralmasının, esnekliğinin azalmasının, anlam üretme kabiliyetinin zayıflamasının okumamakla alakasının olabileceğini söylemeye gerek yok aslında. Okumanın, dili (her iki anlamda da) kireçlenmeden, taşlaşmadan ya da kalıplaşmaktan koruyan, uzak tutan bir etkinlik olduğu açıktır.

Okumak yıkmaktır, ama aynı zamanda da kurmaktır. Örneğin şiir okumanın da yazmak gibi kurulu yapıyı bozan bir girişim olduğu söylenebilir. Hatta sadece iddia olarak kalmayıp kanıtlanabilir bile. Elbette okumak mefhumunu bütün anlam katmanlarını içerecek biçimde düşünmek önemli.

Okumakla başladık şiire geldik. Şiirden devam edelim. Şiir elbette şairinin anadilidir (Baba dili yani devlet, yasa, kurum dili ya da müşterek dil değil). Ama unutmamak gerekir ki şiirin kurulduğu dil aynı zamanda toplumunun, çağının, içinde devindiği koşullardan da etkiler alır. Etkiler alır deyişine dikkat! Yani etkiler alır ama daha fazlası değil. Dil toplum tarafından kurulur, şekillendirilir, ama toplumu da kurup şekillendiren dildir. Aradaki diyalektik ilişki konuyla ilgili kılavuzumuz olabilir.

Dizinin ilk bölümünde belirttiğimiz gibi şairliğinin yanı sıra şiir için çabasını çevirmen, deneme yazarı, editör, eleştirmen, araştırmacı, incelemeci ve benzeri vasıflarla sürdüren isimlere sorumuzu yöneltmeye devam ediyoruz. Bu defa soruşturma dizimizin konuğu, “gizli şair” “açık karikatürist” ve Ermenice yazan şairlerin şiirlerini Türkçeye çeviren Ohannes Şaşkal oldu.

Ohan adıyla tanınan Ohannes Şaşkal, 1959 yılında, İstanbul’da doğdu. Çocukluğunun geçtiği memleketi Amasya’da, Hürriyet İlkokulu’nda iki yıl okuduktan sonra, ilköğrenimini İstanbul, Halıcıoğlu’ndaki -şimdi yerinde yeller esen- Nersesyan Ermeni İlkokulu’nda yatılı olarak sürdürdü. Lise eğitimini Üsküdar’da, Surp Haç Ermeni Lisesi’nde yine yatılı olarak tamamladı. 1982’de İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden mezun oldu. Karikatür çizme serüveni 1977’de başladı.

İlk karikatürü Şubat 1978’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlandı. 12 Eylül 1980’e kadar farklı periyotlarda Cumhuriyet, Dünya, Demokrat gazetelerinde ve çeşitli kültür-sanat dergilerinde, 1989-1990 yılları arasında haftalık Sokak dergisinde ve uzun yıllar günlük Ermenice yayımlanan Marmara gazetesinde çizdi. 1997’de yayımlanan “bkz.” başlıklı karikatür kitapçığını, 2001’de Aras Yayıncılık’tan çıkan “Karakutu” albümü izledi. Ocak 2008’de, Paris’te, Hrant Dink anısına, Ümit Kartoğlu’yla birlikte gerçekleştirdikleri “göç-entegrasyon-asimilasyon” odaklı sergilerinin albümü “Le Chiendent Ayrık Otu”, 2007 yılı sonunda yayımlandı. 2010 yılında, Schneidertempel Sanat Galerisi’nde açılan “Placebo” adlı sergisi eşzamanlı olarak, yine Aras Yayıncılık etiketiyle ve aynı başlıkla yayımlandı.

Ermeniceden Türkçeye şiir çevirmekte… Zahrad’ın şiirlerinden yaptığı çeviriler farklı zamanlarda, farklı yayınevleri tarafından yayımlandı. Şimdiye dek Zahrad’dan çevirdiği bütün bu şiirler, Şubat 2020’de Aras Yayıncılık tarafından “Bambaşka Bir Bahar” adıyla kitaplaştı. Garbis Cancikyan’ın şiir ve düzyazılarının çevirisi olan “Şu Ömrümün Şubat’ı”, Şubat 2016’da, Taniel Varujan’ın “Ekmeğin Şarkısı”nın Türkçesi ise Nisan 2019’da yine Aras Yayıncılık etiketiyle okurla buluştu. Halen eczacılık mesleğini sürdürmekte, 2007’den bu yana haftalık Agos gazetesinde çizmekte.

İki şiir paylaşacağız. Önce Şaşkal’ın Türkçeye çevirdiği Ermeni şiirinin büyük ustası Zahrad’ın “Işıltı” başlıklı şiiri:

Siyahtır inatla üstümüze üstümüze yürüyen

Ve ağır çeken bir şey vardır bazen:

Siyahtır

Siyahtır verimli başakların kökünü kemiren

Gündelik ekmeğimizden eksilsin diye ışık

Fakat uykusuz gecelerin şairleri vardır ki

Dikilirler karşısına siyahın

Işıltılı

Apak

Fırından yeni çıkmış ekmek gibi sımsıcak

İkinci şiirse Ohannes Şaşkal’dan. Şaşkal’ın ilk kez yayımlanan “İz” başlıklı şiirini altındaki tarihin de metne katılarak okunmasını öneriyoruz:

Gökyüzü yalnız kalacak

Kuşlar göçünce

(Ezgiler kalacak yalnız

Yankıyacak)

Yürek bomboş kalacak

Dostlar gidince

(Sesler kalacak yalnız

Işıyacak)

Yaprak özsüz kalacak

Rüzgâr esince

(Düşler kalacak yalnız

Kanayacak)

Gözler öksüz kalacak

Renkler yitince

(Sisler kalacak yalnız

Ansıyacak)

Ölüm kimsiz kalacak

Yaşam bitince

(İzler kalacak yalnız

Yansıyacak)

20 Kasım 1980

– Ohannes Şaşkal, siz bilindiği kadarıyla şair değilsiniz ama, diyerek başlamıştık soruya. Lakin görüşmelerimizde “gizli şair” olduğunuza yönelik sezgimizde yanılmadığımızı anladık.

Bilinirliğiniz, tanınırlığınız şairler gibi sözcüklerle değil, çizgilerle şiir yazıyor oluşunuzdan ileri geliyor. Öte yandan şiirle de güçlü bir bağınız var. Yaptığınız şiir çevirileri bunu gösteriyor. Başta Zahrad olmak üzere Ermenice yazan gündeş ya da klasik şairlerin yapıtlarından Türkçeye yaptığınız çevirilerin modern Türkçe şiir için değeri ve önemi çok büyük.

Soruşturmamız kapsamında yanıtını aradığımız soruyu, artık alenileşen “gizli şair” oluşunuz ve şiir çevirileriniz nedeniyle size de yöneltmek istedik: “Neden ya da niçin şiir okumalıyız” Neler söyleyeceksiniz…

Ortaokul ve lise yıllarında, henüz karikatüre bulaşmamışken, ayrı ayrı iki dilde çıkan okul dergilerimize şiir yazıyordum. Sonrasında da yazmayı sürdürdüm. Üniversitenin ilk yılında karikatüre yönelip kendimi yoğun bir uğraşın içinde bulunca ve çizgilerim de yayımlanmaya başlayınca, şiire daha seyrek zaman ayırır oldum. 12 Eylül sonrası kimi nedenlerle onların bir kısmını ayıkladım, bir kısmını da yitirdim, Elimde çok çok azı kaldı. Hemen belirteyim ki kendimi hiç şair olarak görmedim. Yine de, 1993 yılından itibaren Türkçeden Ermeniceye şiir çevirmeye cüret etmemi, şiir yazma pratiğime ve şiirin izini süren iyi bir okur olmama borçluyum, diyebilirim.

Sorunuza dönersem; neden müzik dinlenirse, neden film izlenirse, şiir de o nedenle okunur ya da dinlenir, denebilir. Hangi gerekçeyle ortaya çıktığından bağımsız olarak, bütün öteki sanatsal yaratımlar gibi şiir de alıcıya / okuyucuya / dinleyiciye ihtiyaç duyar ve paylaşılmayı amaç edinir. Sanat alıcısı, şiir okuma eyleminde sadece bilgilenmek, haberdar olmak gibi olağan ve sıradan bir öğrenme güdüsüyle değil, aksine yeni ve hayret uyandıran şeyler işitmek merakıyla, dilsel-estetik bir hazza erişmek, dahası hayata bağlanmak, hayatı hissederek yaşanır kılmak arzusuyla hareket eder.

Şiir okumaları farklı farklıdır. Şiiri, genellikle dergi ve kitaplardan takip ederek, öncelikle yeni bir şairle, yeni şiirlerle buluşmayı, özgün ve nitelikli sesler keşfetmeyi umarız. Sevdiğimiz kimi şairlerin işlerini, daha önce okuduğumuz ve hoşumuza giden kimi şiirleri defalarca ve yeni baştan okumak da sıklıkla başvurduğumuz yollardan biridir. Beğenilerimizin süzgecinden geçmiş, belleklerimizde yer etmiş ve /ya da heyecanımızı uyandıran nice has şiirle de yollarımız sıklıkla kesişir.

Sayısız şiir arasından ve hiçbirine haksızlık etmeksizin söylemiş olayım, şimdi, ilk elde aklıma gelen şu iki şiiri örnek göstermek isterim: Biri, Arif Damar’ın “Dayanılmaz”ı, öteki de F. H. Dağlarca’nın “Söyle Sevda İçinde Türkümüzü”… Onları ve benzeri has şiirleri okumak ya da işitmek, bizi heyecanlandırmakla kalmaz, onlardaki şaire özgü dilsel tatla şenlenir, tazeleniriz; okundukça çoğalan bu tür yaratımlarda önceden sezemediğimiz yeni çağrışımlarla da büyüleniriz. İyi şiir, parıltısı sönmez çokgen bir elmas gibidir, saflığını ve güzelliğini yitirmez, zamana direnir; yeniden okunma arzusunu hep taze tutar. Sevdiğimiz şairler hayattaysa ve yazmayı sürdürüyorlarsa, onlardan da yeni şiirler okumayı ümit ederiz. İlginçtir, nitelikli bir şiir ne kadar neşeli, ne kadar hüzünlü, acı ve kederli olsa da, sanat alıcısına mutlaka ve daima dilsel-estetik bir haz sunar.

Bir şiirde herkes aynı duyarlıklara ulaşamaz. Okuma eyleminde, şiir alıcısının kavrayışı, sezgisi, sanatsal-kültürel birikimi, dilsel donanımı, o anki ruh hali ve yapıta ne kadar odaklanabildiği gibi etmenler de bizatihi onun şiirle bütünleşmesinde önemli roller oynar. Öte yandan, ister tek başına, ister toplum karşısında okunsun, şiirde, anlatının mealine, imge ve çağrışımlarına, tadına, tılsımına tam anlamıyla varabilmek için onun abartısız bir edayla, ondaki ritme ve üsluba uygun düşecek, doğru, akıcı bir tonlamayla okunması da hayli önemlidir.

Şiiri, öteki sözlü, yazılı anlatı biçimlerinden ayırıcı kılan bir özellik de, onun ezber okunabilir, belleklerde yer edebilir bir nitelik taşımasıdır. Etkisinde kaldığımız kısacık bir öyküyü bile ancak genel hatlarıyla ve bizi çarpan bir bölümüyle hatırlayabiliyorken sıkça okuduğumuz ya da hoşumuza giden şiirler, genellikle de onları ezberleme zahmetine katlanmamışken, bütünüyle belleğimize kazınabilirler. Zaman zaman da, sırası geldiğinde bize kendilerini hatırlatmayı bilirler. Bir şarkı sözü, bir beste de böyledir.

Neden ve niçin şiir okuruz peki? Her şiir okunmayı hak etmez elbet! Oysa nitelikli, has şiirlerden oldum olası çok şeyler murat ederiz. Hissetmek, umutlanmak, neşelenmek, içlenmek ya da öfkelenmekten tutun, görünendeki görünmeyeni, görebilmek, meselenin gizini sezebilmek için de şiir okuruz…

Umulmadık, bambaşka bir fikirle, güzellikle, sürprizle karşılaşmak; şaşırmak, heyecanlanmak, hayranlık duymak; mest olmak, hatta sarhoş olmak için şiir okuruz…

Şairin ustalığıyla, işçiliğiyle; ufkuyla, düş gücüyle, zekâsıyla; ruhuyla; özgün sesiyle buluşabilmek için şiir okuruz…

Sıradan görünen sözcüklerin, deyişlerin gizilgücüyle, dahası söze dönüşerek inşa ettikleri dilsel yapıdaki o sıra dışı, sihirli –ve hatta yüce- bütünlükle dolmak için de şiir okuruz…

Bu mevzuda daha çok şey söylemek mümkün elbette! Uzatmayayım; sözün özü, dilin tadına, yaşadığımızın farkına ve hayatın hazzına varmak için şiir okuruz…

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu