Aktüel Yorum

İtaat kültürü (1- 12)

Şahap Eraslan

Paradoks hisler ve çocuğu bağımsızlaştırma görevi

Çocukluk konseptinin bizdeki en önemli ayağı çocuğun itaatini sağlamaktır. İtaatin amacı ise çocuğu duygulardan uzaklaştırmak, duygularını manipüle etmek, onu kolektif kültüre uygun hale getirmek ve empatiyi yok etmektir. Çocuktan itaat bekleyen anne-baba da zaten o an ve tutumlarında empatiden yoksun ve duygusuzdur. “Ailemize yakışmaz!”, “Erkekler ağlamaz!”, “Kızlar böyle oturmaz!” gibi söylemler bir imaj yaratmak ve duygulardan, dolayısıyla insanca olandan uzaklaşmak anlamına da geliyor. “Bir oğlum şehit oldu, öbür oğlum da vatana feda olsun!” diyen acılı bir annenin bu söyleminde anaç bir tutumun varlığından söz edemeyiz. Sahi, anne-babanın ve devletin çocuklarını feda etme hakkı nereden geliyor?

Hakimiyet ile teslimiyet, iktidar ile itaat arasındaki mesele insanlar arasındaki eşitsizlikten doğar; tarafların birbirlerini eş değerde, eşit ve oldukları gibi kabul etmedikleri durumda ortaya çıkar. Ben ve sen eşit değilsek, itaat ve hakimiyet arasındaki ilişkinin çerçevesiyle ilgilidir konu. Her insanın öteki tarafından kabul edilip onaylanmaya ihtiyacı vardır; bu olmazsa insan kendi olmakta ve kendini tanımlamakta zorlanır. Bununla birlikte, ben ve sen olmamız demek, benzerliklerimiz ve aynılıklarımız gibi farklılıklarımız da var demektir. İşte bu durumun kabulüne ilişkin dinamikte oluşuyor itaat ve hakimiyet.

Bu konu kolay gibi görünse de bayağı karmaşık ve zordur. Günümüz psikanaliz kuramcılarından Jessica Benjamin, 1994 yılında yayımlanan Die Fesseln der Liebe [Sevginin Kelepçeleri] yapıtında bu konuyu kapsamlı bir şekilde inceler. Benjamin’e göre anne doğurduğu çocuğu kendisinin bir parçası olarak görür, ama aynı zamanda doğum sonrasında çocuk anneden ayrılmış, öteki (anne dışında) biri olmuştur. Bu durum annede karmaşık ve yoğun duygulanımlara yol açar. Benjamin bunu “paradoks hisler” (paradoxe Empfindungen) olarak tanımlar: Doğan çocuk annenin bir parçası gibidir ama aynı zamanda annenin dışında ve anneye artık ait değildir; kendine ait bir kimliği vardır.

Anne-babanın çocuğuna karşı en temel görevi ilişkide çocuğun bağımsızlaşmasını sağlamak, çocuğun hayatını anne-babasız sürdürecek bir konuma ve duruma getirmektir. Kısacası anne-baba kendilerini ‘lüzumsuz’ hale getirmek için uğraşmalıdırlar. Böylece anne-baba ile çocuk ilişkisi bu süre içinde bağımsız ama sadece duygusal ve derin bir bağa dönüşür. Bağımsızlık bu derin bağın oluşturulması ve bağımlılığın en aza indirilmesi halidir. Doğum sonrasında anne çocuğu kendi dışında biri olarak algılar ama ondan ve ‘biz’ olmaktan da vazgeçmez. ‘KızıM’, ‘oğluM’ derken onu kendi dışında, kimliği olan biri olarak kabul eder, ama aynı zamanda sahiplenir ve ‘biz’i korur. Bebek de önce anneyle kendini bir bütün olarak algılar. Anne çocuğun kendi dışında biri olduğunu kabul ettiğinden, çocuk da anneyi ‘ben-değil’ (Nicht-Ich) olarak algılar ve kabul eder. Böylece anne başka bir kişi olarak onaylanır da. Bu durumu annenin olumlayacak bir şekilde ilişkiye yansıtması ve ayrılığın gerekliliğinin mesajını vermesiyle çocuk bu durumla daha kolay baş edebilir hale gelir.

Bazen anne çocuğun öteki olduğunu negatif olarak görür ve çocuğu kendi arzularına göre davranmaya zorlarsa problem çıkabiliyor. Mesela anne yorgun ve uyumak üzere ama o sırada bebek uyanıyor. Annenin çocuğun uyanmasına kızdığını ve bunu çocuğa gösterdiğini düşünelim. İşte burada sen ve ben olmanın farklılığına anne negatif tepki veriyor. Çocuğun öteki olduğunu, annenin gereksinimlerine paralel ve senkron bir şekilde yaşamayacağını kabul etmiyor. Böyle olunca annenin tepkisine çocuk da agresif tepki verir, ağlar ve yeniden uykuya dalma sürecini uzatır. Bu durum yorgun anneyi daha da tahammülsüz hale getirir. Burada bir çıkmaz oluşur. Çocuk anneden korktuğundan ve ona varoluşsal bağımlı olduğundan ötürü bir dönem sonra öteki olmayı bırakır, kendi olmaktan vazgeçer. İşte bu çok önemli bir kırılma anıdır!

Ötekinin varlığını kabul etmek

İlk itaat korkuyla, kendinden vazgeçerek, sembolik olarak kendini yok ederek, annenin kopyası olarak başlar. Çocuğun kendisi olmasına olumlu değil de negatif tepki verilmiştir; Jessica Benjamin bunu “olumsuz tanıma” (negative Anerkennung) olarak adlandırır. Çocuk annenin istediği tepkileri verince pozitif karşılık alır ve böylece çocuk belli bir tarafa yönlendirilir. Bu durumda çocuk ve anne farklı iki ayrı varlık olmayı ve bu farklılığa rağmen bir bütün olabilmeyi başaramıyorlar, çünkü farklılıkların ‘biz’ olmaya engel olmadığına dair deneyimleri eksik.

Böyle yetiştirilen insanlar daha sonra da ötekinin öteki olduğunu kabul etmiyor, ötekini bir role zorluyor. Bunu başarabilmek için de şiddete başvurabiliyor. “Ya sev ya terk et!”, “Ya benimsin ya kara toprağın!” söylemleri itaate zorlanmış, itaat etmeyi erdem sayan insanların söylemleridir. Yani ‘kendi’ olamadıklarından, başkaları için de ‘pozitif öteki’ olmayı bilmediklerinden tüm ilişki biçimleri itaat ve hakimiyet üzerinden oluyor. İtaat edecekleri otoriteyi buldukları süre içinde ötekilere zulüm yapmayı sürdürüyorlar. Sen ve ben arasındaki tüm pürüzler şiddetle düzeltiliyor. Hıristiyanlar, Aleviler, Kürtler vd. aynı tornadan çıkmış gruplar haline getirilmeye bu nedenle çalışılıyor: Sünni-Türk olmak. Sünnilik ve Türklük ideal üst kimlik olarak sunuluyor ve insanlar bu kimliğe ulaşmaları için kendi kimliklerinden vazgeçmeye zorlanıyorlar.

Bir örnek vereyim. Çocuk annenin yanında sesli bir oyuncakla oynarken çıkan sese seviniyor. Annesine baktığında annesinin de çocuğu izleyip sevindiğini fark ediyor. Bu sahneyi izleyenler çocukla annenin tepkilerinin benzerliğinden yola çıkarak, ikisinin de sevinç üzerinden ortak bir kontekstte buluştuklarına ve böylece iki farklı kişi olmalarına rağmen ‘biz’ duygusu yaşadıklarına tanıklık edeceklerdir. Paylaşılan sevinçler üzerinden oluşan bir ortaklık. Ama burada başka bir ayrıntı daha var: Çocuk oyuncağın çıkardığı sese sevinirken, anne ise çocuğun sevinmesine seviniyor. Sevinç paylaşılıyor ama paylaşılamayan bir şey de var. İşte bu sahnede annenin gör(e)mediği bir şey var; bu iki kişiyi aynı sahnede sevinirken görenler de aynılığı fark ederken farklılığı fark edemeyebiliyorlar. Bu durumda aynılaşma ve farkın inkarı oluşuyor. Öteki dediğimiz gruplarla ortak sevinçlerimizin olması her sevincimizin ortak olmasını gerekli kılmamalı. “Çanakkale’de beraber savaştık” söylemi üzerinden ötekilerin aynılaştırılmaya çalışılması da böyle bir mesele…

Mutlak bağımsızlığın imkansızlığı

Otonom ve bağımsız olmak karmaşıklık arz eder. Bir yandan öteki olmak, bağımsız ve otonom olmak, anneye gereksinimimiz olmadan varlığımızı sürdürmek istiyoruz. Ama diğer taraftan bu bağımsızlığın ‘kabul edilmesi’ için ‘ötekine’ gene de bağımlıyız. Ötekinin onayıyla kendimin kendim olduğunu kabul eder ve ettirebilirim. Bu da mutlak bağımsızlığın imkansızlığı demektir. Mesele, bağımlılıkla bağımsızlık arasında iki taraf için de kabul edilebilir dengeler kurabilmektir. Bağımlılık boyun eğmeye zorluyorsa, egemenliğin son bulması anlamına geliyorsa sıkıntı büyür. İnsanlar itaat etme korkusundan uç noktalara savrulup, bağımlılığın bütünüyle reddini bağımsızlık olarak algılayabiliyorlar. Muhtaç olma korkusuyla bağlanmaya ve bağımlı olmaya karşı korku oluşuyor.

Bağımlılık ve bağımsızlık arasındaki dengeler aileden aileye, kültürden kültüre de farklılık gösterebiliyor. Bağımlılığın zorunluluğu, kendilik, öznelik ve kimlik dediğimiz konuların sınırlarının olduğunu anlamaya, kişinin kendi gücünün sınırlarını tanımasına ve kabul etmesine yol açıyor. İnsanlar tanrısal sonsuzluk ve sınırsızlığın olmadığını kabul etmek durumunda kalıyorlar. İşte bu durum ‘ben’i ötekiyle ortaklaşmaya, uzlaşmaya ve onunla ortak bir yaşamın çerçevesini çizmeye zorluyor.

Tüm hikaye anne-babanın isteğiyle başlıyor. Başlangıçta asimetrik bir ilişki vardır. Çocuğun doğumunu, adının ne olacağını, hangi dili konuşacağını anne-baba belirler ama zamanla çocuk aileye mesafe koyarak kendi kişiliğini geliştirir. Kolektif kültürlerde çocuğun bireyselleşmesi engellenir ve anne-babanın arka tekeri olmaya, onları izlemeye zorlanır. Örneğin çocuğun okumasını anne-baba isterken çocuk bazen bunu içselleştirerek ve bireyselleştirerek üstlenebilir. Yani kendisi istediği için okulunu sürdürür. Okul hayatının uzunluğu çocuğun okul süresince anne-babaya bağımlılığı anlamına da geliyor. “Uzatılmış ergenlik” dediğimiz bir durum ortaya çıkıyor. Bu da gencin bireyselleşmesini engelliyor. Bu bağımlılık genci aileye tabi ve onlara eyvallah eden bir konuma getiriyor; bağımsızlık zorlaşıyor.

Gencin hangi bölümü okuması gerektiği bile kolektif bir karar oluyor. Bireyselleşmeyi aileye bir tehdit gibi gören kolektif kültür bireyselleşmeyi, yani ötekinin öteki olmasını olabildiğince engelliyor. Karşılıklı bağımlılığı kabul etmek, bir denge oluşturmak yerine çocuk, “çocukluk vazifeleri” ve “hayırlı evlat” tasarımlarıyla itaate, boyun eğmeye zorlanıyor. Çocuklar anne-babalarına, Tanrı’ya, vatana, millete doğuştan borçlu olarak dünyaya geliyorlar. Her çocuk bir gün anne-babasına bir tartışma anında ‘Neden beni dünyaya getirdiniz?’ sorusunu yönelterek, onları birinci derecede sorumlu tutabilir. Aynı soru Tanrı’ya da yöneltilebilir. Ama bu soru ‘vazife’ konseptiyle sorulamaz hale getiriliyor; anne-babanın ve Tanrı’nın kuralları da böylece sorgulanmadan kabul ediliyor ve boyun eğiliyor. Büyükler ne yaparlarsa haklıdırlar çünkü! Ve bu onları tanrısal bir konuma da getirir.

Anne-baba çocuğun iradesini kırıp onu itaate zorlarken bulunan açıklama şudur: “Senin iyiliğin için!” Çocuk itaat konseptiyle, kendisine yapılanın ya da kendisinden istenenin ilk bakışta zararlı gibi görünse bile orta ve uzun vadede kendi yararına olduğunu düşünür: ‘Annem ve babam iyi insanlar ve benim iyiliğimi düşünüyorlar.’ Böylece, ‘otorite benden bir şey yapmamı istiyorsa mutlaka bir bildiği vardır ve o bildiği benim yararımadır’ düşüncesi içselleştirilir. Bu durumlarda çocuklar anne-babadan korktukları için onları sorgulayamazlar. İtaat kültürü bu şekilde itaat ile vicdan arasındaki seçimi de ortadan kaldırabiliyor.

İlk incinme

Çocuk anne-babaya ve Tanrı’ya dünyaya getirildiği için minnet ve vefa borcuyla yaşar. Yaşam da bu borcu ödemek üzerine kuruludur. Bu konsept sevgiyi suç ve borç konseptine dönüştürür. Suçluluk, borç ve vazife üzerinden şekillenen bir bağ ve bağımlılık ilişkisi vardır. Bu bağımlılık ömür boyu sürdüğünden çocuklar bir yanıyla bağımsızlığı anne-babaya saldırı olarak, nankörlük olarak yaşarlar. Bağımsızlaşmak, otonomlaşmak nankörlük olarak görülür. Anne-babaya olan borç “helalleşme” konsepti üzerinden düzenlenir ve Allah’ın kontrolüyle de güvence altına alınır. Anne-babaya itaat etmemek “hayırsız evlat” olmak anlamına gelir. Anne çocuk karşısındaki gücünü “sütünü helal etme” hakkı üzerinden alır. Ve Tanrı’nın, annesinin helalliğini almayan çocuğu mutlaka cezalandıracağına inanılır.

Babalık hakkı denilen bir hak vardır ve bu babayla çocuk arasındaki çatışmada babayı sürekli ‘haklı’ ve dolayısıyla güçlü hale getirir. Burada çocuğun argümanlarının daha güçlü olmasının bir anlamı yoktur. Anne de “sütünü helal etme hakkı”nı bir zulme dönüştürebilir… Daha sonra otoriteler ana-baba konumunu üstlenerek insanları yönlendirebilirler. Ana-baba hakkı vazifeler üzerinden ödenmeye çalışılsa da hiçbir zaman bu borcun bütünüyle ödenerek bitirilemeyeceğine inanıldığından, ancak anne ve baba haklarını helal ederek çocuğu bu borçtan azat edebilirler.

Bu da anne ve babaya ölünceye kadar bir güç ve otorite sağlar; bu borç üzerinden çocuğu itaate zorlayabilirler. Çocuk büyür, genç olur, anne ve babasından fiziki olarak güçlü olur ve onlara bağımlı değildir; ama işte “ana-baba hakkı” üzerinden Tanrı’nın denetlediği bağımlılık böylece sürdürülür. Çocuğun kaçması, uzağa gitmesi de bundan kurtaramaz, çünkü Tanrı her şeyi görür ve cezasız bırakmaz! Kültür, din ve aile çocuğun birey olmasına izin vermez. Bu konsepti toplum “ayıp” (“El alem ne der?”) ve “günah” üzerinden denetler. Bireyin hareket alanı ve itaatten kaçış yolu yoktur. Boyun eğer. ‘Dik durma’ edebiyatının bu kadar revaçta olması biraz da bundandır.

İşte ilk incinme, ilk onur kırılması burada olur. Bu incinme derindir, çünkü bizi inciten ve boyun eğdiren, en güvendiğimiz ve sırtımızı dayadığımız anne-babadan gelir. Sembolik olarak çocuk anne-babasını da yitirir. Güvendiği dağlara kar yağmıştır bir kez… Anne-baba ile çocuk ilişkisi bağ ve sevgi üzerinden değil, ayıp, günah ve vazife üzerinden organize ediliyor. Bunun bir diğer anlamı da bağımsız, otonom ve birey olmak suçluluk duygusu olmadan mümkün olmuyor. Bağımsızlık, birey olmak, özgürleşmek Tanrı’ya, topluma ve anne-babaya saldırı ve agresyon olarak konseptleştiriliyor.

Önceleri çocuk asimetrik ilişkinin farkında değildir. Anneyi kendi devamı, kuklası gibi görür. Annenin “ben-değil”, yani öteki olduğunu fark edince annenin kendi istekleri ve arzuları olduğunu da fark eder. Anne çocuğu çocuk istediği için değil, aynı zamanda kendisi istediği için de sevmektedir. Jessica Benjamin, hakimiyet ya da iktidarın bağımlılığı inkar etmekle başladığına vurgu yapar. Anne ve çocuk ilişkisinde çocuk anneye bağımlıyken anne de çocuğa bağımlıdır. Birçok anne yaşamını düzenlerken çocukları yokmuş gibi davranmaz ve kararlarını çocuklarını da dahil ederek verir.

Gerçek bağımsızlık bağımlılığa tahammül edebilmekle mümkün. Kendin olacaksın, kendin olmayı kabul ve takdir edeceksin, başkalarıyla aradaki farklılıkları görüp onlara da saygı göstereceksin, aradaki zıtlık ve çelişkilerini de kabul edeceksin. Zor bir iş yani… Mesela, “Ben Sünniyim ve Sünni kalmak da istiyorum. Sen de Alevisin, iyi ki öylesin. Ortak ve ayrışan yanlarımız var. Ben senin inançların ve yaşam hakkın için çaba gösteririm, senin farklılıklarını silip yok etmek istemem” diyebilir miyiz? Kürtlere diyebilir miyiz? İtaat hiyerarşilerinden vazgeçebilir miyiz? Tanrı, devlet, baba, abi… Ben ve sen, iki süje olmayı başarabilir miyiz? Yoksa ötekini obje mi yaparız? Obje olan sizinle obje olarak ilişki kurarken sizi de kaçınılmaz olarak obje yapmak durumundadır. Yani ötekine yaptığınız her şey, söylediğiniz her söz sizi de tarif etmektedir.

Anne-babadan kopuş

Çocukların anne-babalarına ilişkin yüceltilmiş bir fikirleri vardır: ‘Annem dünyanın en iyi insanı’, ‘annem en güzel kadın’, ‘annem beni her şeye karşı korur’, ‘annem her şeyi bilir’, ‘annem her sorunu çözer’ gibi. Zamanla çocuğun hayatına realite girer ve çocuk bu fikrini realitenin süzgecinden geçirerek revize eder. Realitenin girmesi aynı zamanda bir düş kırıklığıdır. Ama çocuğun mutlak güçlü, mutlak güzel, mutlak iyiye gereksinimi hala sürmektedir. Burada oluşan boşluğu başka özneler/kişiler doldurur. İşte burada anne ve babaya yüklenen ve yüceltilen konular Tanrı’ya projekte edilir ve Tanrı mutlak güçlü ve adaletli, sonsuz bilgiye sahip bir yaratıcı olarak kurgulanır. Çocuğa Tanrı’ya itaat etmek ve onun kulu olmak öğretilir: Tanrı’nın bu mutlak özelliklerinden yararlanmanın yolu, ona itaat etmek ve dualarla minnettar olmaktır. Böylece anne-baba üzerinden oluşan illüzyon Tanrı üzerinden devam ettirilir. Tanrı konsepti üzerinden çocuklukta oluşan illüzyon mutlak doğru olarak kabul görür; mutlaktır, çünkü tanrısaldır. Sorgulanamaz, kuşkulanılamaz, gerekçelendirmeye gerek duymaz; hakikattir. Bu durum başka bir fenomenle daha da keskin hale gelir: “Dönüştürebilen obje” (Verwandlungsobjekt).

“Dönüştürebilen obje”, psikanalist Christopher Bollas’ın Der Schatten des Objekts (2012) kitabında betimlediği bir fenomendir. Bebeğin karnı ağrıdığında bedeninden gelen sinyalleri anlamaz ve bu yüzden bu sinyaller onda korku yaratır. Bu durum bebek için küçük bir faciadır da. Anne gelir, anlar ve bu durumu dönüştürür; sorunu çözer ve bebeği rahatlatır. İşte bunu yaşayan bebek, anneyi dertlerini, sorunlarını, acılarını ve korkularını dönüştüren kişi olarak algılar. Anne her sorunu anlayan, anlamlandıran ve çözen kişidir. Çocuk bir dönem sonra annenin sadece bazı sorunları çözebildiğini deneyimler. Ama işte insanın bu dönüştürebilen (her şeyi gören, bilen, çözen, iyileştiren) obje gereksinimi devam eder.

Çocuğun gelişirken anne-babayı realite sınavından geçirerek yüceltmeyi sınırlandırmasından sonra, dönüştüren obje gereksinimi dinsel anlatılar üzerinden Tanrı’ya yansıtılır ve bu özellikleri çocuk Tanrı’ya aktarır. Bütün bunlar gelişen çocuğun çocuksu tasarım ve fantezilerden uzaklaşarak olgunlaşacağı gerçeğinden çocuğu uzaklaştırır ve çocuk çocuksu konseptlerde takılı kalır. Gelişme, anneden ve babadan uzaklaşıp özgür ve otonom olmak yerine, objeleri değiştirerek çocuksu tutumunu sürdürür. Bu gibi çocukların daha sonraları da bir kurtarıcı beklemeleri, bir führer, başbuğ ve reis bulduklarında tüm sorunları mucizevi bir şekilde çözecek birini bulduklarına inanmaları da bu yüzdendir. Bu insanlar itaat edecekleri böylesine yüceltilmiş birine hemen boyun eğmeye meyillidirler. Popülist politikacılar bu oluşturulmuş tutumu kolayca kullanırlar. Eğer bu kullanma dinsel motiflerle de süslenirse, tanrısal olanla yeryüzü (dünyevi olan) kesiştiğinden, itaat edenler üzerinde daha da etkili olur.

İtaat ve mazoşizm

Boyun eğmek inciticidir. Her ne kadar çocuk bağımlılığından ötürü bu durumu relative ederek katlanabilir hale getirmeyi denese de acı verir. Üstelik bir de size acı veren en yakınınız, en güvendiğiniz, en bağımlı olduğunuz ve en sevdiklerinizse, bu itaat etme ve boyun eğme bir sefere mahsus değilse, yani “köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek” köprünün uzunluğundan ötürü çok zaman alıyorsa, daha doğrusu ayıyla yaşıyorsanız ve sürekli ateş üzerindeyseniz… Acı çekildiğinde bilinen ilk tepki acıyı yaratan durumdan uzaklaşmaktır. Ama bu bağımlılıktan uzaklaşıp gitmek, çocuk olarak tek başına yaşanamayacağından dolayı mümkün değildir. Bu durumda çocuk anne-babayı ‘iyi’ olarak koruyabilmek için suçu üstlenir: “Annem ve babam iyi insanlar, yanlış ve kötü olan benim; aslında bu şiddeti hak ediyorum. Bu durum bu çerçevede çok normal; ben onları bana kötülük yapmak zorunda bırakıyorum!” türünden açıklamalar geliştirerek durumu relative eder.

Bu tür düşünme sistemlerini yetişkinlikte de gözlemleriz: Mağdurun suçlu ilan edilmesi! “Mini etek giydi tacizi hak etti.” “Aleviler de bacılarıyla yatmasınlar!” “Solcular işkenceyi hak ediyorlar; kim onlara solcu olun dedi?” “Ermeniler bizi sırtımızdan vurdular” gibi…

Çocuk sevdikleriyle birlikte yaşamak zorundaysa ve birlikte yaşadığı insanlar onu itaate zorluyor, onun iradesini kırıyorsa, onu özgün bir kişi olmaktan vazgeçirmeye zorluyorsa, boyun eğdirerek onurunu incitiyorsa, yani narsistik derin bir yara açıyorsa, çocuk acıyı azaltmanın mekanizmalarını arar. Acıyı veren kendisi değil de öteki olduğundan, yaşadığı acıyı başka türlü anlamlandırarak acı olmaktan çıkarmayı dener. “Acımadı ki!” “Aslında acı yok, annem ve babam beni seviyorlar, benim yararım için bana boyun eğdiriyorlar” diye düşünür. Bu anlamda acıtacak bir durum yoktur ortada. İnkar ve yok sayma mekanizması sayesinde ilişki sürdürülür. “Annem ve babam bana bunu yapıyorlarsa bu iyi bir şeydir.”

İyi o dönemlerde çocuk için ‘haz ve rahatlık veren’ anlamına gelir. Freud’dan bu yana mazoşizmin ‘acıdan haz almak’ olduğunu biliriz. Acı veren bir şeyi hazza çevirdiğinizde artık boyun eğmeyi seversiniz de. Acının hazza dönüşmesi de acıyı kontrol edebilmek demektir. Kontrolsüz, ne zaman geleceğini bilmediğiniz ve sürekli tedirginlik yaratan bir şey hazza dönüştüğünde ne zaman ve nasıl geleceğinin tedirginliği ortadan kalkar ve memnuniyet yaratır. Her çocuk mazoşistik bir tutum alırken de anne-babasıyla, yani kendisine acı verenlerle, bu bağlamda sadist olanlarla da özdeşleşir. Anne-baba çocuğun algısında sadist konumundadır: Hiç anlamlandıramadığı bir biçimde çocuğun iradesini kıran, ona boyun eğdiren insanlardır. Çocuk bu durumu anne-babanın acı çektirmekten haz aldıkları şeklinde yorumlar. Acının hazza dönüşmesinde ve mazoşist yapı kazanmasında en önemli faktörlerden biri de anne-babanın çocuğu sevmesi, ona ilgili ve sevgili davranmasıdır; bu yolla acının hazza karışması kolaylaşır.

Çocuk için yaşanan aynı zamanda bir iç karmaşaya dönüşür: Acıyı acı olmaktan çıkarmak için mazoşist pozisyon ve aynı zamanda özdeşleşmeden ötürü sadist pozisyon. Bu pozisyonların ürettiği karmaşık öfkeler de anne-babadan korkulduğu (kaybetme, küsme, sevilmeme ve terk edilme korkuları) için onlara yansıtılmaz. Psikanalizde “kaydırma” dediğimiz bir yöntemle bu öfke başkalarına yansıtılır: Kardeşle kavga, sakarlık yoluyla çevreye zarar verme ve oyuncaklarla agresif oyunlar gibi. Bu öfkenin bir kısmı da içeride tutulur, baskılanır, depolanır. İleriki dönemlerde ötekine duyulan orantısız şiddet eğiliminin kaynağı buralara kadar uzanır. Mesela Filistinli çocuklara empati kurarken, aynı zamanda kendi ülkelerindeki ‘öteki’ çocuklara sonsuz zulmün sorumlusu olmakta bir sorun görmezler. İtaate zorlanan insanları daha sonra tanrı, führer, reis ya da başbuğla özdeşleşerek kendi kendilerini itaat eden konuma getirmeleri mazoşist bir tutum, aynı zamanda öteki olarak adlandırdıkları gruplara zulüm yapmaları da sadist bir tutumdur.

İnsan açısından ilişkisiz yaşamak çok zordur. Bir bebeğin doğduktan sonraki ilk çabalarından biri ilişkilenme ve bağlanma çabasıdır. İşte çocuk anne-baba kendisini itaate zorladığında anne-babayı kaybetme korkusu yaşar ve bu nedenle boyun eğer. Burada öfkesini içine atmasının bir diğer nedeni de anne-babanın kendisiyle ilişkisini keseceğini sanması ve bundan korkmasıdır. Ayrıca bu kültür ‘küsmek’ konsepti üzerinden ilişkisizliği sunar. Küsmek, negatif bir ilişkinin ceza amaçlı kullanılması ve sevginin geri çekilmesidir. Çocuk bu durumu da bildiğinden sevgisizlikle cezalandırılacağı korkusunu da yaşar. Mazoşizm bu kontekstte ilişkisizlik yerine mazoşist bir ilişkinin tercih edilmesi anlamı da taşır.

Mesela bazı erkeklerin kadınlara yönelik ilkel laf atmalarında da mazoşist söylemlere rastlarız, “Ye beni yavrum!” gibi. Bunu söyleyen bir adam normal koşullarda bu kadınla normal bir ilişkinin olmayacağını tahmin ettiğinden, bu imkansızlıkta ilişkisizlik yerine yenmeye bile razı olarak bu kadına ulaşmaya çalışıyor. Mazoşizm, imkansızlığı geçebilmenin en akla gelmedik biçimine bile razı olma halidir. Çocuk da anne-babasıyla ilişkisizlik yerine kendisine acı da verse boyun eğmeyi tercih eder. Çocuk boyun eğdirildiği anda pasif ve çaresizdir. Mazoşizm ona dönüştürme (acıyı haz sanmak) ve pasif olmaktan kurtulma şansı da verir. Benzer mekanizmaları Stockholm sendromunda da görürüz.

İnsanlar zulme uğradıklarında acılarını feryat ederek gösterirler. Acılarını gösterdiklerinde faili yaptığı zulümle yüzleştirmek ister, böylece de ondan tutum değişikliği umarlar. Sadist faillerde bu durum acıma yerine haz uyandırdığından daha da sertleşmelerine yol açar. Çünkü mağdurun çektiği acı onun hakimiyetinin kanıtıdır; amacına ulaşmanın hazzını yaşar. Çocuğunun iradesini kıran anne ya da baba da cinsel hazdan çok ‘iyi anne ve baba’ olabilme keyfini yaşıyor. ‘İyi’ ebeveynliğin çocuğa boyun eğdirmek üzerinden tanımlanması onlarda suç bilinci oluşmasının ve mevcut tutumlarının değişmesinin engeli oluyor.

İtaat edenler bazen farkında olarak bazen de farkında olmadan, kırılan onurlarının ödüllendirilmesi suretiyle, yaşadıkları içsel acıyı faillerin hafifletmesini beklerler. Bu faillerden ödül beklemek, aynı zamanda onlardan empati ve şefkat de beklemektir. Bazen itaatten ötürü mağdura acımalarını ve böylece suçluluk hissetmelerini de beklerler. Aslında bu bir imkansızı beklemektir çoğu kez…

Bastırılmış olanın geri dönmesi

Freud’un psikanalize kazandırdığı önemli konseptlerinden biri, “bastırılmış olanın geri dönüşü”dür. Freud bastırılanın bir dönem sonra bastırıldığı dönemden daha da güçlü olarak geri dönmesinden bahseder. İtaatte oluşan öfke de bastırılır. Bastırılan bu öfke içten içe kaynamaya devam eder ve çıkış yolu arar, sonra katlanmış bir öfke olarak ortaya çıkar. Bu tür öfkeler devletleri ve sistemleri yıkar bazen. Ama çoğu kez otoriteden korkulduğu için ‘ötekine’ şiddetli bir biçimde yansıtılır. Polis, ordu ve derin devlet gibi çok hiyerarşik organize yapılarda emir-komuta zinciri ve alt-üst çok belirgindir. İşte bu mutlak itaat eden insanların ötekine gözlerini kırpmadan zulüm yapmaları ve sıradan toplantılarda insanlıktan çıkmaları çoğu kez bu durumla ilişkili değerlendirilebilir. Bastırılan geri döndüğünde oluşturulan tepki, yeniden ve daha şiddetli olarak bastırmayı denemektir.

Müslümanlar yıllarca kendilerine baskı yapıldığına dair “Cumhuriyet zulmü” anlatısını sesli dile getirdiklerinde ve başörtüsü tartışmalarında devletin yeniden bastırma şiddetine maruz kaldılar. Bir adam çıktı televizyonlara, kendi hikayesini, akrabalarının ve sosyal çevresinin hikayesini anlattı, “Soyumu kırdılar!” dedi. Bastırılmış olan, tabu olan, suskunlukla anlatılan seslendirilmişti. ‘Bastırılan’ şey televizyonlarda dile gelmişti… Hrant Dink… Bastırılmış olan geri döndüğünde, bastıranlar geri döneni de yeniden şiddetle bastırmayı dener. Sokak ortası. Yırtık bir ayakkabı fotoğrafı. Yeniden bastırılandan geri kalan… Kürtler türküler söylediler, zılgıtlar, ağıtlar yaktılar. Bu kadar zulme rağmen melodilerinde keyif vardı, oynaktı. Kart-kurt, Kürt olarak geri döndü… Sonra Tahir Elçi… Ölümler, zulümler, sürgünler, işkenceler. ‘Bastırılan’ geri döndüğünde bastıranlar, yani zalimler yeniden bastırdılar.

Geride kalanlar umudu kuşanırlar. Umut ki en güzel elbiseleridir ve en çok onlara yakışır. Kendilerini biriktirirler sessizlikte. Suskunluklarında umut ve biraz da öfke saklıdır. Bilirler, dalgalar ölmek için gelir çoğu kez sahile. Gene de severler rüzgarlı havaları, yağmuru, fırtınayı, dalga dalga vurmayı. Ve hüzün… Vurulmayı… Ve bu nedenledir ki, onlar sıradan bir biçimde yazarlarken kendi tarihlerini, tarihe de yazarlar bu hikayeleri ve bu yüzden tarih yazar onların hikayelerini…

Freud’un bize öğrettiği başka bir konsept de “tekrarın zorunluluğu/kaçınılmazlığı”dır (Wiederholungszwang). Takıntıları anlamaya çalışırken Freud, çözülemeyen çelişkilerin, işlenemeyen, optimal çözüme ulaşmayan konuların insanı bu konuları tekrara zorladığını, bunun çözüme ulaşıncaya kadar süreceğini yazar. Mesela otoriteden korkma sorununuz var, otoriteyle karşılaştığınızda itaat ederek bu soruna tepki veriyorsunuz. Ama itaat etmek aslında bir zorunluluktur; otoriteyle karşılaştığımızda o an bulduğumuz bir çözümdür, ama ideal ve istenilen bir çözüm bu değildir. Bu nedenle insan otoriteyle her karşılaştığında bellediği örnekle çözer o an oluşan sıkıntıyı; yani eskinin yinelenmesiyle. İşte bu anlık çözüm de yeniden bir iç sıkıntı oluşturur ve bu sorun, ideal ya da kabul edilebilir şekilde çözülebilmesi için tekrarı zorunlu kılar.

Kirlendiğini sanan biri, ellerini yıkayarak temizlenmeye çalışır. Ama gene elleri kirlendi sanarak yeniden yıkar. Bu kirlenmişlik duygusu o insanı daha da titiz yapar. Her el yıkama daha da temiz olma gereksinimini doğurur. Onlarca, yüzlerce, binlerce kez yıkar ellerini. Ne zaman içindeki ‘psikolojik pisliği’ temizler, o zaman rahata kavuşur elleri. Bu durum bastırılan için de geçerlidir. Başka bir Hrant bir gün gene söyler. Mağdurlar mağduriyeti tekrar etmek zorundadır, yoksa bu yara içten içe kanar. Gene vururlar bir köşe başında… Çünkü failler de zalimliğe mahkumdurlar. Bu sorunları çözmek aynı zamanda failler için de insan olma, bu sıkıntılardan arınma ve temizlenme meselesidir. Başka bir Tahir anlatır… Bir Kürt ağıtında buluruz gene tüm hikayeyi. Bu, sorunları çözene kadar tekrarı zorunlu bir meseledir…

Celladına sevdalanmak ya da itaatin sevgiye dönüşmesi

Stockholm’de soyguncular bir bankayı soymak için basarlar, bankadaki görevlileri günlerce rehin tutarlar. Soyguncular rehinelere iyi davranır, aralarında iyi ilişkiler oluşur. Polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini fark eden rehineler, soyguncuları uyarırlar. Soyguncuları kollarken kendilerini kurtarmak isteyen polisten korkarlar. Rehineler olay sonrasında yakalanan soyguncuların aleyhine ifade vermekten kaçındıkları gibi, onların avukatlık ve savunma giderlerini karşılamak için aralarında para toplarlar. Onları hapishanede ziyaret ederler. Bu olaydan sonra, insanın kendisine kötü davranana duyduğu sempatiyi tanımlamak için “Stockholm sendromu” kavramı kullanılır.

Kendisine kötülük yapan insanlarla pozitif ilişkinin nedenleri araştırıldığında bu insanların olağanüstü bir durum yaşadıklarını tespit ederiz. Rehinelerin dış dünyayla ilişkileri kesiktir ve kendilerini rehin alanlara varoluşsal bağımlı hale gelirler. Temel gereksinimlerinin giderilmesi faillerin ‘sayesinde’ olur. Böylece rehineler gereksinimlerinin giderilmesiyle faillerine şükran borçlu duruma gelirler. Burada algılamanın çarpıtıldığını görürüz. Sosyal izolasyondan ötürü dış dünyayla ilişki failler üzerinden olur. Faillerin işkenceci olmayan tutumları da çok olumlu olarak değerlendirilir. Ve böylece durum deneyim olarak bir rehin alma durumundan çıkarılmış bir halde algılanır. Rehineler korktukları için çok itaatkar davranırlar ve böylece failin isteklerini koşulsuz bir şekilde yerine getirirler.

Bu aşırı uyumluluk hali da failin pozitif davranmasını sağlar ve pozitif bir atmosfer oluşur. Bu durumda mağdurlar varoluşlarını faile borçlu gibi hissetmeye başlarlar. Ayrıca rehin olduklarından sonsuz bir çaresizlik yaşarlar, ama fazla uyumluluktan oluşan pozitif atmosferden ötürü durumu kontrol edebildiklerini düşünürler. Sonsuz çaresizliğin getirdiği kontrol yitimini böylece azaltarak yeniden sınırlı bir denetleme duygusu yaşarlar. Kurtulamayacakları durumu pozitife dönüştürerek travmatik etkiyi en aza indirirler. Failin güvenini kazanmak için de onunla koalisyonlar yaparlar. Failin tutumunu üstlenmekle beraber, failin düşmanını da kendi düşmanlarıymış gibi yaşarlar. Failin perspektifinin üstlenilmesiyle birlikte faile anlayış çoğalır. Failin rehin almaya mecbur kaldığına, başka çaresinin olmadığına inanırlar. Ve böylece taraf değiştirerek faille özdeşleşmeye başlarlar. Faille mağdur arasında güven ilişkisi olur. Eylemden ötürü oluşan suç dışarıya (koşullara ve sisteme) atılarak fail masum ilan edilir.

Rehin alma durumu, ailedeki çocuğun durumuyla benzerlik gösterir. Çocuk da sosyal, psikolojik ve varoluşsal olarak anne-babaya bağımlıdır. Anne-baba onun yaşamını sürdürmesine izin verir. Boyun eğdirme daha sonra gönüllü boyun eğmeye ve böylece gerilimi düşürmeye dönüşür. Bu durum diktatörlüklerde halkla diktatör arasındaki ilişkide de gözlemlenir. Halk rehindir ama bu durumdan hoşnut olmak için gerekçeler bulur. Kenan Evren faşizmi döneminde yüzbinlerce insana zulüm ve işkence yapılırken halkın derdi Bülent Ersoy’un cinsiyet değişimi, kesilen çüküne ne olduğu, ya da televizyon kanallarının çok kanallı olması ve Evren’in başarısıydı.

Erdoğan’ın yaptığı kötülüklerin görmezden gelinip “yollar yaptı” manzumesinin okunması da benzer bir sistemle ilgili: Olumlu bir örtüyle tüm kötülüklerin üzerini örtmeyi denemek. Erdoğan’a itaat ederek onun öfkesinden korunabilmeyi pozitif olarak yaşamak… Kötüye, faile sevdalanarak onun olumsuzluklarının tümünü görmezden gelmek ve onun yerine sonradan yaratılmış olumlu bir imaj koymak. Bu iyilik maskesiyle kötüyü görünmez hale getirmek. Bu durumda faille hayranı arasındaki fark ortadan kalkıyor. Aynı metni okuyor, aynı telden çalıyorlar. Birey olmak, ben ve sen olmak yok ediliyor. Biz olunarak aradaki kişilik sınırları da ortadan kaldırılıyor.

Büyük, muhteşem birinin parçası olmanın getirdiği narsistik haz da bu kendini katletmeye, kişiliksizleştirilmeye ve hiç olmaya karşı edinilen bir armağan. Ötekiyle yaşanan farklara öfkenin ardında da bu mekanizma var: Faille bütünleşmek ama ötekiyle olan farkın altını çizmek!

Çocukluk ve merhamet

İkinci Dünya Savaşı sonrasında psikologlar ve psikanalistler, o dönemde yaşanan vahşetlerin nasıl mümkün olabildiği üzerine kafa yordular. Irkçılığın ve zulmün itaat kültürüyle ilişkisini saptadılar. Stanley Milgram, daha sonra bilim etiği açısından çok eleştirilecek olan deneylerini yaptı.

Soru şuydu:

Zulme yol açan itaat sadece özel dönemlerde ve koşullarda mı mümkün?

Deneye katılan insanlardan vicdanla çelişebilecek şeyler yapmaları istendiğinde denekler vicdanlarının sesini mi dinleyecekler yoksa otoriteye (deneyin yöneticisi, bilimsel otorite vd.) boyun mu eğecekler? Deneyde, öğretmenin sorularına yanıt veremeyen bir öğrenciye (aslında öğrenci rolü oynayan ve deneyden haberdar olan biri) elektrik vermek suretiyle işkence ediliyor. Birçok ülkede, başka zamanlarda bu ve benzeri deneyler tekrarlandı. Sonuç her yerde aynıydı. Deneye katılanların çoğunluğu, öğrenci rolündeki kişi acı çekmesine, bağırmasına ve inlemesine rağmen, otorite istedi diye elektrik vermeyi sürdürüyordu. İnsanların çoğu sorgulamaksızın otoriteye boyun eğiyor. İtaat kültürü sosyalleşmeyle öğreniliyor. Çocuğun itaate zorlanmasının nedeni onun aykırı ve asi yanlarını törpülemek. Daha sonraları bu itaat yıkıcılığın motoru oluyor. İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca insan, itaat kültüründen gelen insanların yıkıcı yanları yüzünden öldürüldü!

Frankfurt okulu ve otoriter kişilik

İkinci Dünya Savaşı faciasının oluş nedenleri üzerine araştırmalar yapan düşünürlerden Theodor W. Adorno ve Erich Fromm otoriter kişiliği ve otoriter eğitimi incelediler. O dönem psikanalizdeki “dürtü kontrolü”nün (Triebkontrolle) ve patriarkal aile yapısının otoriter yapıyı oluşturduğunu yazdılar. Aile içinde anne ve babanın rolünün otoriter yapılanmada öneminin altını çizdiler. Bir yandan çocuktaki dürtüler (Trieb) ve buna karşın toplumsal değerlerin temsilcisi olarak babanın çocuğun dürtüleri karşısındaki otoriter ve tahammülsüz tutumunun çocuğun dürtülerini arka plana itmesine vurgu yaptılar. Üst-ben dediğimiz psikolojik merci, babanın bu tutumuyla oluşuyor. Çocuk babayla özdeşleşerek toplumsal değerleri ve normları içselleştiriyor. Ve böylece çocuğun içinde bir yandan üst-ben, diğer yandan da dürtüler bulunuyor ve bunlar zıtlık içeriyor. Çocuğun üst-beni dürtüleri denetliyor. Böylece dürtülerle toplum arasındaki bir mesele içselleşiyor. Çocuğun kendi dürtülerine karşı katı tutumu otoriter kişiliğin oluşmasına katkıda bulunuyor. Üst-benin çocuğun iç dünyasındaki hakimiyetiyle biten bir hikaye…

Otorite konusunda Almanya’da kapsamlı çalışmalar yapan Julia Schuler, Clare Schliessler ve Oliver Decker, “otorite sendromu”nda (Das autoritäre Syndrom) erkeğin toplumdaki otorite kaybından ötürü özel alanda daha da otoriter davranmaya yöneldiğini vurgularlar (Jahrbuch der Psychoanalyse, 2021). Toplumsal hayatta ‘reisliği’ yitiren erkeğin ‘aile reisliğini’ abartmasına, çocuklara karşı daha da otoriter olmasına vurgu yaparlar. “Akşam babana söylerim!” ve “Sakın baban duymasın!” türü söylemler bu rolün abartılmasına katkı yapar. Oliver Decker’in bu kontekstte geliştirdiği bir kavram var: “İkincil otorite”. Birincil otorite çocuğun babasıyla özdeşleşerek otoriteyi içselleştirmesi, ikincil otorite ise çocuğun bazı fikirlerle, inançlarla ve ideallerle özdeşleşmesi ve bunu içselleştirmesidir. İkincil otorite otoriter ideallerle özdeşleşerek bunları ölümüne savunmaktır; Türklük, Müslümanlık ve Turan gibi. Birincil özdeşleşmede bazı değerler içselleştirilir ama entegre olmaz. Bu ise insanın kendi değerler sistemini oluşturmasına engel teşkil eder. Yani biz babadan üstlendiğimiz değerleri savunurken, bunu kendi muhakememizden geçirerek kendi dediğimiz sisteme entegre edemeyiz. “Böyle gelmiş, böyle gider”, “Biz Türk’üz/Müslümanız” ya da “İşte böyle” diyerek gerekçelendirilmediği, eleştiri ve refleksiyon süzgecinden geçirilmediği için entegre edilmeden içe alınır. Bu durum ikincil özdeşleşmeyi de sorgusuz-sualsiz üstlenmek demektir.

Frankfurt Okulu’nun yaptığı ve birçok araştırmada da doğrulanan bir tespit vardır: Çok liberal görünen orta sınıfın psikolojik otoriter yapısı ve bunun otoriter rejimlerin oluşmasına verdiği destek. Orta sınıf toplumda başarılı olan, bireysel başarıları olan gruptur. Bu başarı da uyumlu olarak mümkündür. Uyum ise kendi isteklerini kabul ettirememek, sürekli uzlaşmak ve bununla baş edebilmek anlamı taşır ve bu da itaat yeteneğiyle mümkündür. Orta sınıf itaatkardır ve bunu ‘uyum’ olarak algılar…

Psikanalizdeki en önemli çalışma konularından biri, çocuk ve anne-baba ilişkisini uzun dönem gözlemlemektir. Bu gözlemlerde tanık olunan bir realite vardır: Bebeğin doğumdan itibaren bağlanma çabası, dünyaya ve çevresine karşı meraklı davranması ve ilişkilenmek için aktif rol oynaması. Lloyd deMause (Das emotionale Leben der Nationen [Ulusların duygusal yaşamı], 2005), bebeklerde gözlemlenen bir fenomenden söz eder: Başka bir bebeğin ağladığını duyan ya da gören bebekler de ağlamaya başlar. Çocuklarda merhamet, acıma ve empati gelişkindir. Başka birinin ağladığını fark eden çocuğun, bir korku objesinin ağlamaya neden olduğunu sanarak aslında korkudan ağladığını, bebeğin ağlayan birine ağlayarak refakat etmesinin empatiyle bir ilişkisinin olmadığını düşünebiliriz. Ama çocuklar üzgün olduğunu ve acı çektiğini gördükleri anneyi teselli etmeye, ona yumuşak davranmaya özen gösterirler. Bazen oyunda, yetişkinler şakadan ağlama rolünü oynadıklarında çocukların yumuşak ve teselli edici davranışlarını gözlemleriz. Lloyd deMaus işte böylesine merhametli çocukların “acımasızlık kültüründe” (Kultur der Grausamkeit) bu özelliklerini yitirdiklerini söyler. Acımasızlıkla tanışan çocuk kendisi de acımasızlaşarak, bu kültüre uyarak varlığını sürdürüyor.

Acımasızlık kültüründe çocuklar “ilk (birincil) adaletsizlik/haksızlık” olarak adlandırabileceğimiz bir şey yaşıyor. İtaat etmek, boyun eğmek, iradenin yenilmesi çocuk için bir haksızlık. Bu ilk haksızlığı bir yandan içselleştirirken diğer yandan da bunu düzeltme isteği oluşuyor. Bu dönemde çocuk eşitsizlikler ve yetersizliklerle de tanışıyor, daha doğrusu bunu fark ediyor. Anne ve babanın yapabildiklerini yapamamak ve bunu bir eşitsizlik, yetersizlik ve haksızlık olarak kaydetmek… Çocuk işte böylesine ağır konulardan fantezi dünyasına sığınarak, “mutlak adaleti” projekte ederek, muhteşemlik ve üstünlük fantezisine kaçarak (sonsuz narsisizm) iç dengeler kuruyor ve hayatı kendisi için çekilebilir kılıyor. Aynı zamanda kötüyü de relative ediyor ve olağanlaştırıyor. Acımasızlık kültürünü kabul ediyor, ona eklemleniyor. Üstün olduğuna, ailesinin soylu ve şerefli olduğuna, ailesinin yaptıklarının kaçınılmaz ve normal olduğuna kendisini inandırıyor. Bu durum ama çok kırılgan, dağılmaya yatkın bir konsept, içindeki çelişkilerden ötürü. Görmezden gelinen ve bastırılan bu çelişkiler aile/grup kutsanarak sorgulanmaz hale geliyor ve bu kırılganlığa yatkın denge ayakta tutuluyor. “Ailenin iç meseleleri” ve “iç işlerimize karışmayın” söylemleri daha sonra büyük grup aidiyetlerine de aktarılıyor…

İlk incinme, ilk haksızlık ödipal durumda tekrar ederek katmerleniyor: Anne-baba çocuklarına, onu ‘çok sevdiklerini’ söylüyorlar ama aynı zamanda onu mahrem alanın dışına atıyorlar. Çocuk açısından bu ağır bir aldatılmışlık anlamı da taşıyabiliyor. “En çok beni seviyorlar ama beni dışlıyorlar!” Burada bir güven sarsıntısı ve haksızlığa uğrama duygusu oluşuyor. “En çok güvendiğim annemdi/babamdı o da beni babamla/annemle aldatıyor!”

Acımasızlık kültürünün ötekine şiddete yatkın olması, öteki grubun acımasızı olma geleneği oluşuyor. Yaşadığımız toplumdaki her grup, ama her grup bazı kontekstlerde mağdur ve acımasızlığa mahkum kalabiliyor. Kadınlar, çocuklar, taşralılar, kentliler, Beşiktaşlılar, Trabzonsporlular… Dinciler, Kürtler, Aleviler, Solcular, Ermeniler… Her grubun bazı kontekstlerde dışlanması ve haksızlığa maruz bırakılması, o grubu mağdur statüsüne getiriyor. Bu statü daha sonra fail olma gerçeğini gizlemeye, acımasızlık kültürünü sürdürmenin ‘haklılığına’ hizmet ediyor.

Çocukluğun katli

Dört yaşındaki çocuk iki yaşındaki kardeşiyle oynamaya çalışırken kardeşi ağlamaya başlıyor. İçeri hışımla giren anne, “Sen ağabeysin/ablasın, dikkat etsene!” deyiveriyor… Ağabey ya da abla olan çocuklar artık çocuk olamıyorlar. Her anne-baba günün birinde büyük olanın da çocuk olduğunu unutuyor. Burada çocukluk ölüyor farkında olmadan. Halbuki ikinci çocuk için doğduğu günden itibaren tanıştığı realite, bir ablası ya da ağabeyinin olduğu, anne-babanın sevgisini bölüşmesi gerektiği gerçeğidir.

Büyük çocuk için kardeşin doğması bir travmadır; en sevdiği anneyi ve babayı bölüşmek zorundadır. Anne-babanın dikkatini, sevgisini ve sıcaklığını bölüşmek diye bir realitesi yoktur. Paylaşmamak üzerine kurduğu bir hayat vardır. Anne-babanın özel çabası büyük çocuğun bu sorunları geçmesini sağlayabilir. Ama bir sorun ya da kriz anında anne-babanın “ağabeysin” ya da “ablasın” söylemi yaraya tuz basar gibi olabilir.

Her şeyin bir sonu var. Çocukluk yaramazlıklar bitince, realitenin yaşamımızı belirlemesiyle bitiyor. Bazen anne-babalar çocuklarını terapiye getirir ve biz terapistlerden çocukların ‘uslu olmalarını’ sağlamamızı beklerler. Halbuki herkesin üzerinde anlaşabileceği ortak bir ‘yaramazlık’ tanımı bile yapılamaz. Aslında yaramazlıkla mücadele eden ebeveynlere hukuki ceza vermeli! Bir terapist, yaramazlığın anlamlarını çocuğa ve aileye tercüme eden bir uzman olmalı. Anne-babanın ‘yaramazlıkları’ katletmeleri ve böylece suça bulaşmalarının sonucunda anne-baba ‘suç ortağı” olurlar. Bir çocuğa en çok yakışan şeydir ‘yaramazlık’ ve yetişkinlerin kurdukları düzene bir itiraz ve bir asiliktir…

“Hayırlı evlat” tasarımı

Burada önemli bir nokta da kültürdeki “hayırlı evlat” tasarımı ve itaat eden çocukların yüceltilmesidir. Bu, çocuklara yaptıkları kötülükten (boyun eğdirmek, itaate zorlamak) ötürü anne-babanın daha sonra ödediği duygusal sembolik bir tazminat gibi düşünülebilir. Aynı zamanda bu kötülüğü bir pozitif değere dönüştüren anne-baba kendini suçlu hissetmez. Ve itaate övgü itaatin sürmesini garanti altına almaya hizmet edebilir. Hayırlı evlat tasarımı çocuğu manipüle etmektir ve böylece çocuğun kendi kendini manipüle etme tasarımıdır biraz da… Der Wahnsinn der Normalität isimli çalışmasında Arno Gruen, itaatin en önemli amacının bir çocuğun duygularından uzaklaşmasını sağlamak olduğunu anlatır; böylece duyguların yerini imaj alır (1992, s. 84, 86). İtaat öncelikli olarak empatiyi yok eder, daha sonra faille özdeşleşme de olduğundan başka insanlara empati göstermek çok zorlaşır. Çocuk eğitmek adına yıkanan beyinler, hayırlı evlat olsun diye yok edilen özgünlükler, daha sonra sosyal bir facia olarak geri dönüyor. Sonra tanrı günah ve cehennemiyle, devlet de polisi ve hapishaneleriyle tehditlerine devam ediyor. Öteki olmak ve farklılığın arkasında durmak direnmek gibi görünse de aslında sıradan bir insan olma çabasıdır…

İranlı psikanalist Mohammad Ebrahim Ardjomandi bir yazısında Müslüman kadının trajedisinden söz eder: Müslüman kadın sevdiği erkeğin hayatındaki ikinci önemli kadın olmayı kabul etmek durumunda kalıyor. Annenin ve babanın yüceltilmesi ve “hayırlı evlat” tasarımı, çocuğun iç dünyasında anneyi ve geldiği aileyi yüceltmesi anlamına da geliyor. Zaten eşi de “el kızı”dır. Bir yere kadar güvenilebilendir. Bu patolojik durum kadınla anne arasında sürekli bir rekabetin de kaynağıdır. Evlilik ve benzeri ilişkiler, ‘biz’ tanımının değişmesi de demektir. Yeni bir ‘biz’in oluşmasından ve bu ‘biz’de sen ve ben olabilme yeteneğinden söz ediyorum. Yetişkinlerin anne-baba sevgisini anne-babaya ‘bağımlılık’ olarak yaşamaları, anneyle olan sembiyozun dışına çıkmalarını, yeni ‘biz’in oluşmasını zorlaştırıyor. Kadın da geldiği aileyi yüceltmeyi sürdürdüğünden, beraberlik bir sorun üzerine inşa ediliyor. Bizim sevgi dediğimiz şey varoluşsal bağımlılıktır çoğu kez… “Besle kargayı oysun gözünü!”, “Baba çocuğa bir bağ bağışlamış, oğul babaya bir salkım üzüm vermemiş!” Bağımsızlığın, otonom olmanın, büyümenin ve anne-babanın gölgesinden çıkmanın “nankörlük” olduğu bir kültürde yabancı biriyle, el oğlu ya da el kızıyla yeni bir ilişki kurmak eski ilişkiyi (geldiğimiz aile) terk etmek çok zordur…

“Adam olma” konsepti

Anne ve babanın çocuğu ‘terbiye’ etme (bu kavram hayvanların evcilleştirilmesi anlamında da kullanılır) ve itaate zorlama konseptlerinden biri de “adam olma” konseptidir. Bu genelde erkekler için kullanılır. Walter J. Ong, sözlü ve yazılı kültürleri inceler; sözlü kültürlerde eğitim, bilgi aktarımı söz ve anlatım üzerinden yapılır. Anadolu’daki kültürler sözlü kültürlerdir. ‘Adam olma’ konseptine dair meşhur bir anlatı şöyledir: Bir baba çocuğuna adam olamayacağını söyler. Çocuk kente gider okur, yıllar sonra da doğduğu yere vali olarak döner. Babasına adamlarını yollar, makamına çağırtır, ona yıllar önce kendisi için söylediği sözü anımsatarak vali olduğunu söyler. Babası da, “Ben sana vali olamazsın demedim, adam olamazsın dedim; adam olsan beni ayağına getirtmezdin!” der. Bu anlatıdan sonra topluca, bu vali olan ama adam olamayan çocuğa, onun hayırsızlığına ve saygısızlığına kızarız…

Ben hiçbir çocuğun böyle bir babasının olmamasını dilerim. Yıllarca yalnız başınıza okuyacaksınız, başarılar kazanacaksınız, babanız da köyünde kendi kuruntusunda oturacak, çocuğuna hiçbir destekte bulunmayacak, çocuğunu merak bile etmeyecek, babadan çok bir dölleyici olarak kalacak. Yıllar sonra kente gelen çocuğunu bir yığın insan karşılayacak, baba bunların arasında olmayacak. Çocuğunun başarısında payı olmadığı gibi mutluluğunu paylaşmayı da bilmeyecek. Çocuğunu özlemeyecek, onun geldiği otobüsü ya da uçağı sabırsızca beklemeyecek. Sonra da bu yaptığı düşmanca ve haince tutumu gizlemek, örtbas etmek için çocuğuna ‘adamlık dersi’ vermeye kalkacak… Yıllar sonra evine dönen çocuğuna hasretinden dolayı çocuğunun üzerinde yürüdüğü yol olmak isteyen babalar da var bu dünyada. ‘Adamlık’ dersimizi iyi çalışmak gerek…

Failin mağdur gibi gösterilmesi ve kutsanması

İtaat kültürünü araştırmış ve bu konuda çeşitli kitaplar yayımlamış olan Arno Gruen, bu kültüre ilişkin olarak empatinin sapkınlaştırılmasından (Pervertierung der Empathie) söz eder. Burada kastedilen, faillerin mağdur gibi gösterilmesidir. Bir keresinde televizyonda bir ırkçı, kardeşini ve kundaktaki çocuğunu katlettiren bir Osmanlı padişahından söz ederken, “Devletin yararı için öz evladını katlettirecek kadar devletine bağlıydı!” diyerek bu katliamları yüce bir ahlaki mertebeye ulaşmak şeklinde lanse ediyordu. Yine mahkumlara “kader kurbanı” denilirken, kurbanlardan kurban olma kimliği bile çalınarak onlara bir de dolaylı bir sözlü şiddet uygulanıyor.

‘Acıma’ sözcüğünün içinde de acı vardır. Fail duygulardan kaçarken hem acıdan hem de acımaktan kaçar. Mağdurun acınacak hali ırkçılarda çoğu kez daha fazla ret ve öfke yaratır. Mevsimlik tarım işçisi Kürtlerin acınacak durumları ve onlara düzenlenen saldırılar buna örnek sayılabilir. (Acınacak durum derken, oteli sırtlarına sardıkları yorgan olmuş bu insanların genel yaşam koşullarının kötü olduğunu anlatmak istiyorum; onların onurlarına ilişkin bir acıma hali değil anlatmak istediğim.) İşte bu hal, ırkçılarda insani dayanışma duyguları yaratmak yerine, tam tersine düşmanca duygular uyandırabiliyor. Sanıyorum Bernard Shaw şunları ırkçılık bağlamında söylemişti: Siyahları sadece ayakkabı boyacısı olmak zorunda bırakıp sonra da siyahların kafasının yalnızca ayakkabı boyacısı olmaya yetecek kadar çalıştığını iddia ediyoruz! Yani yoksullukların/zulümlerin/baskıların ürettiği göçmenliğin suç gibi görülmesi, onlara yapılan saldırılar ve aşağılamalar…

Failin kutsanmasının eğitimde, ebeveyn-çocuk ilişkisinde ve kültürde bir karşılığı var. Bu nedenle rol değişimlerine, yani failin mağdur gösterildiği durumlara alışığız. Anne-babanın çocuğun direncini kırması, iradesini alt üst etmesi daha çocuklukta itaate yol açıyor. Çocuklar bizim sevgiyle büyütme sorumluluğunu taşıdığımız kutsal (dinsel anlamda değil) varlıklardan öte, kendimizin fotokopisi ve arka tekeri yapmaya çalıştığımız canlılar. Bu, doğrudan çocuğun kişilik özelliklerinin kırılması, onun derinden incinmesi demek. “Ağaç yaşken eğilir” söyleminde dile gelen tutum bir şiddet ve suçtur aslında; ama bizler bu tutumu yücelterek anne-babayı, yani failleri yüceltiriz. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Annenin vurduğu yerde gül biter” demek faili bağışlamak, hatta daha da ileri giderek onu kahraman ve değerli yapmak demektir. Çocuğun iyiliği için çocuğunu döven anne örneğinde, anne sanki bağrına taş basarak çocuğunu cezalandırıyor anlayışı yaygınlaştırılmaktadır. Reel sahnede ise çoğu kez öfkeden kendinden geçen bir annenin acımasızlığı vardır.

Böyle büyüttüğümüz çocukların yetişkinliklerinde, diyelim vatanın iyiliği için insan öldürenlerin katilliklerini görmezden gelerek failleri kahraman olarak görmeleri bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ayrıca çocukken kendilerini cezalandırdıkları için nefret ettikleri ve fail olarak gördükleri anneleriyle de aynılaşıp, annelerinde en sevmedikleri yanla özdeşleşerek bu kötüyü de içselleştirmiş oluyorlar. Dursun Akçam bir öyküsünde eşini zorla, döverek yürüyen merdivene bindirmeye çalışan bir gurbetçiyi anlatır. Çevredeki Almanların bu şiddeti durdurmak için müdahale etmelerine şaşırır. Karısına medeniyet öğretirken ailenin işine niye karışıyorlardır? Bu ve benzeri söylemler size de tanıdık geliyor mu? “Yabancılar iç işlerimize karışamaz!” “Biz Kürtlerimize zulmeder öldürürüz, solcularımızı hapse atarız!” “Onlar bizim Alevilerimiz, yabancılar karışamaz!” “Kürtler, Aleviler ve Fetöcülerle olan ilişkimiz bizim iç işimizdir ve ailenin iç işlerine yabancılar karışamaz!” Türklerin Kürtlere medeniyet götürdüğünün, Ermenilerin onlara iyilik yapmak amacıyla sürgüne gönderildiğinin, binlerce solcunun insanları komünizmden kurtarmak için öldürüldüğünün, Madımak’ın “din elden gitmesin” diye yakıldığının anlatılması… Örneğin faşist bir diktatör olan Kenan Evren, bu ülkede sözüm ona kahraman ve kurtarıcı olarak devlet yönetti!

PATALOJİK SADAKAT

Anne fedakârdır. Çocuk bunu da hafızasına, bilinç ötesine kaydeder. “Kurban olurum!” sözü, fedakarlığın boyutlarına dair işaret verir. Çocuk bununla da özdeşleşir. Annesinden fedakarlık öğrenen çocuk, sevdiği biri için kendisini kurban etmeye hazırdır. Devlet, ırkçılık ve inanç işte bu inanmışlığı kötü bir yöne kanalize eder. “Vatan, millet, devlet ve din için ölürüm”lerin doğumevidir burası.

Nazım’ın Laz İsmail’e dediği gibi: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!” İtaat insanın kendisi olmaktan vazgeçmesidir, teslim olmasıdır. İtaat çocuklukta zorla teslim olmakla başlar, sonrasında ise gönüllü teslim olmaya varır. Bu gönüllü teslimiyet vatan, devlet ve namus gibi kavramların arkasına gizlenerek itaat olgusundaki aşağılanmanın gizlenmesini de kolaylaştırır ve bu tür bir teslim olma hali kutsanır, yüceltilir… Failin yüceltilmesi, faille ve kötüyle özdeşleşme ve bunun sonucu olarak da içselleştirme oluşur.

Bütün bunlar aslında Friedtjov Schaeffer’in sözünü ettiği “patolojik sadakat”e (Pathologische Treue), yani reis, führer, başbuğ vb. ile özdeşleşip ona sadık olarak kimliğinden ve kendi olmaktan vazgeçme olgusuna dönüşür. Böylece kendi kimliğine ait olan negatifliklerden de, hiçlik duygusundan da kurtulur. Bu idealizeyi ve özdeşleştirmeyi sürdürmek için lider tanrısallaştırılıp ‘yanlış yapmaz’ bir konuma getirilir, yanlışlara ise rasyonel ve ikna edici açıklamalar bulunur. “Devleti yönetenlerden daha iyi mi bileceksin?” ya da “Yönetenler her şeyin iyisini bilir!” tavrı buna örnektir. Hasta veya yaralı atları acı çekmesin diye vururlar; tıpkı liderin yaptığı zulmün bir iyilikmişçesine sunulması gibi. Kürtlere nasıl Kürt olmaları gerektiği bu yüzden anlatılır. Yürüyen merdivene medeniyet öğretmek adına zorla bindirilir. Daha sonra bu boyun eğme estetize edilir, kutsanır ve romantikleştirilir. Sevgilerde yaşanan sadomazoşistlik de bu konularla ilişkilidir…

BİR BOYUN EĞDİRME ARACI OLARAK KÜSMEK

Çocuk eğitilirken ona sadakat ve itaat gibi çok önemli ahlaki değerler olarak belletiliyor; halbuki bu, otoritenin oluşturulmasına ve güvence altına alınmasına hizmet eder. İtaat öğretilirken çoğu kez çocuğun iradesi kırılır, sınırları çiğnenir. Bu aslında aşırı derecede aşağılanma ve bunun sonucu olarak incinmedir. Çocuğu terbiye etmek çoğu kez onun direncini kırmak demektir. Aşağılanan ve iradesi kırılan çocuk bu durumdan boyun eğerek kurtulur. Direnmek, çocuk tarafından anne ve babayı kaybetmek ve yaşamın sürdürülememesi gibi hislerle yaşanır. Bu varoluşsal korku, kültürde yaygın olan ve ailede de yaşanan ‘küsmek’ üzerinden iletilir. Küsmek sevginin geri çekilmesiyle negatif ve düşmanca bir ilişkinin başlatılmasıdır. Küsenler küstükleri kişiyi ya görmezden gelir ve onu yok sayarak sembolik olarak öldürürler (birinin varlığını hiçe saymak aslında faşizan da bir tutumdur) ya da negatif dikkat yoğunlaşmasıyla küstükleri insana yoğunlaşırlar.

Bu yoğunlaşma negatif bakıştan ötürü negatif olanı daha da çok görmeyi, daha da çok nefret etmeyi ve öfkelenmeyi doğurur. Böyle bir yoğunluk, ötekiyle diyalog olmadığından negatif fantezi alanını çoğaltır. Bu tür negatif duygular, bu duyguların objesinden çok bizzat hissedenine daha çok zarar verir ve küsen kişinin içi tümüyle zehirlenir. Bu durumda barışmak, sorunu çözüp ilişkiyi sürdürmek zorlaşır. Sevgiye muhtaç olan bir çocukta küskünlük varoluşsal bir korku yaratır. Kendisine bunları yaşatan anne ve babaya sevgisini sürdürmesi bu kontekstte anlaşılabilir bir durumdur; ama yetişkinliğinde benimsenen otoriteye boyun eğme ve kendisine kötülük edenleri yüceltme geleneği, çocukluğa ve kültürdeki bu öğelere de bağlıdır.

Çocuğa boyun eğdirmek, çocuğun sonsuz bir çaresizlik yaşamasını da beraberinde getirir. Bu çaresizlikten otoriteyle özdeşleşerek ve faili yücelterek çıkmayı dener. Fail “hem döver hem de sever” çünkü. Faile karşı hoşgörü, faili yüceltme ve bunları içselleştirme, varoluşun güvence altına alınması demektir. Kriz dönemlerinde ırkçılığın yükselişe geçmesinin, varoluşsal güvencenin kötünün kutsanmasıyla mümkün olduğu kanısının da bir geleneği var. Çoğumuz patlamaya hazır serseri mayınlar gibiyiz, öfkeliyiz. Sıradan bir tartışmada ve ilgi alanı farklılığında ölümden ve öldürmeden söz edebiliyoruz, tehditler ve gözü dönmüşlükler baş gösterebiliyor.

SUÇU ÜSTLENEREK EBEVEYNİNİ ‘KURTARAN’ ÇOCUK

Bütün bu film yaşanır ve bu deneyimler ve duygular bilince ve bilinç ötesine depolanırken önemli bir şey daha gerçekleşir: Suçun üstlenilmesi. Çocuk annesiyle babasının kötü insanlar olduğunu kabullenmekte zorlanır. Eş ve aile terapilerinde tanık olduğumuz bir sahne vardır: Eşlerden biri diğerine salak, diğeri de ona geri zekalı der. Bunları işiten bir çocuk için bu durum aslında bir faciadır; çünkü salak ve geri zekalı bir anne-babanın çocuğu olma gerçeğinin kendisi başlı başına bir faciadır. Çocuklar kendilerine kötülük eden anne-babanın özünde iyi insanlar olduklarının, hatanın kendilerinde olduğunun, anneyle babanın ise bu hataları düzeltmek amacıyla çocuğa kötülük yaptığının romanını yazarlar kendilerine.

Bu kurguda çocuk suçu üstlenerek anne ve babayı suçsuz konuma getirir. Bu hatanın düzeltilmesi de anne-babaya borç ödemek ve onlara ömür boyu borçlu kalmak şekline dönüşür. Bu durumda, psikanalizde “suç üzerinden bağlanmak” dediğimiz şey ortaya çıkar. Sevgi üzerinden bağlanamayanların yaşanan kötülükler sonrası suçu üstlenmesi ve böylece derin bir bağ oluşturma çabasıdır bu. Diktatörlerin kahraman olmalarını bu kontekstte de göz önüne almak gerekir. Suç üzerinden bağlananların otonom bireyler olması, vicdan geliştirmesi ve özgür düşünmesi hayli zordur…

Vatan ve milletle bağ kurmaya çalışanların bağ ile bağımlılığı birbirine karıştırdıklarını tespit ederiz. Irkçılar vatan, millet ve devletle bağ kurmak yerine kendilerini bunlara bağımlı hale getirirler ve onlarsız var olamayacaklarını sanırlar. Anne-babayla kurduğumuz bağ da aslında bağımlılık izleri taşır. Bağ kurmayı bağımlılık olarak bellemiş olan kişiler, daha sonra tüm bağlanma ilişkilerini de bağımlılığa dönüştürerek sağlarlar…

Şiddet ve İtaat adını verdiği kitabında psikanalist Andreas Ploeger, itaatte patolojik bölünmeye/kutuplaştırmaya vurgu yapar. Yetişkinlikte de suçlu olan otoriteyi masum görme ve gösterme biçimindeki çocuksu tavrın sürdüğünü anlatır (Gewalt und Gehorsam, 2017, s. 43). Mesela bugünlerde yaşanan zulümlere rağmen Erdoğan’ın bunlardan sorumlu olmadığını, çevresinin Erdoğan’ı yanlış bilgilendirdiğini anlatıyor bazıları. Bu anlatıyla Erdoğan masumiyetini korurken, ‘kötü’ çevresine yükleniyor. Burada da iyi ve kötü bölünüp, ‘iyi’ otoritenin hanesine yazılırken ‘kötü’ başkalarına kanalize ediliyor. Bir başka anlatı da, otoritenin tek çaresinin önemli bir sorunu çözmek için kötülüğü istemeyerek yaptığıdır. Bazı insanların kötüyü yaşamaları halkın iyiliği içindir. Böylece utilitarizm (yararcılık) tartışmalarından tanıdığımız ‘ahlaki bir duruş olarak kötü’ bir zorunluluk, kitlenin yararına kaçınılmaz bir sonuç olarak sunulur ve böylece otorite masumlaştırılır. Bu tür düşünme İbrahimî tek tanrılı din anlatısında da vardır. Kötüden otorite (Tanrı) sorumlu değildir. Ve kötüyle ilişkilenmeyen Tanrı sonsuza kadar yüce kalabilir.

OTORİTEYİ MASUMLAŞTIRMA ÇABASI

Ploeger’in altını çizdiği bir fenomen daha var: Otorite ile itaat eden arasında bir mesafe vardır ve ilişki asimetriktir. Aradaki fark çoğaldığında ciddi bir sorun çıkar; Erdoğan’ın saraylarda yaşıyor olmasının ve halktan kopmasının eleştirilmesi gibi. İşte otorite, “kullar”ıyla arasındaki mesafenin açılmasını gizler. Sıkça halktan biriymişçesine davranarak onlardan biri olduğunu ispat etmeyi dener. Erdoğan’ın iftar yemeklerinde poz vermesi bu nedenledir. Muhalefet onun halktan koptuğuna vurgu yaparken otorite, ‘Halkan biri değilim ama sizden biriyim’ gibi çelişkili bir durumun fotoğrafını servis eder…

Kabadayılık korkusuzluk ve cesaret olarak algılandığından, itaat edenlerin incinmişlik duygusuna merhem olur. Meydan okumak… İtaat korkudan boyun eğmekle başlar. İşte biri hiç korkusuzmuş gibi davrandığında, itaat eden korkar ve bu fiktif kahramanla özdeşleşerek eski yarasına merhem sürer. İtaat etmekten ötürü oluşan horlanmışlığa ve ezilmişliğe anlık bir çaredir. Bu nedenle Erdoğan’ın çakma kahramanlık şovlarının alıcısı var.

İtaat kültüründe, yaşanan olumsuzlukları kişiselleştirme eğilimi dikkat çeker (Ploeger, s. 44). Kaybettiğimiz maçta, golü yiyen kalecidir suçlu. Baltacı Katerina’ya kandırılmasaydı… Lozan’ın faturası İnönü’ye çıkarılır. Otorite hata yapmayan mükemmel bir kişidir ve geçmişin hatalarını yapmaz, bilakis düzeltir. İşte bu tutum ezilmiş kişiliklere merhem işlevi görür.

İtaat, depresyon ve öfke

Çocuklar çektikleri acıdan, keyifsizlikten yetişkinleri sorumlu tutar. Mesela karnı ağrıyan çocuğun kızgınlığı anne-babasınadır. Bu durum çocuğun fantezisinde yetişkinin kötü biri olabileceği ve kötülük yapabileceği fikrini oluşturur. Çocuk ve yetişkin arasındaki güç farklılığı ve çocuğun yetişkine bağımlılığı, çocuğun yetişkine tavır almasını zorlaştırır. Yetişkini kötü bildiğinden, onun kötülüğünden korunmak amacıyla uyumlu davranış gösterir ve kendi isteklerini geride tutar; işte bu geri tutma, depresyonun da kaynağıdır.

Kötülükten korunmak için kendini manipüle eder, itaat eder. Ve böylece kendini yetişkinden geleceğini sandığı ya da gelen kötülükten korumaya çalışır. Yetişkine göstereceği agresyonun yetişkini kışkırtacağını ve gaddarlaştıracağını sanır. Ama bu varsayılan ya da gerçekte yaşanan acıdan ya da kötüden ötürü oluşan öfke içe atılır. Bu içe atılan öfkeler iç dünyayı öfke deposuna dönüştürür. Ve bu da keyifsizlik yaratır.

Çocuklar oyunlarında ve anlatılarında bu şiddeti açığa çıkarırlar. Mesela oynarken arabaları çarpıştırırlar. Bazı çocuk terapisinde terapi süresi bitiyor ama çocuk oyuna devam etmek istiyor. Hayır diyorum. Çocuk beni kızdırmaktan korkuyor. Ama reddedilmiş olmanın, kendi isteğini kabul ettirememiş olmanın öfkesini ayakkabısından çıkarıyor: Ayakkabısını ayağıyla itiyor ve pis diyor. Bu olanların adresi aslında benim. Çocuk itaat ediyor, ama aynı zamanda bir kaydırmayla öfkesini dışarı atıyor. Olan şudur: İlişkide oluşan bir öfke üçüncü bir nesneye (arabalara) yansıtılır ve öfke orada dışa vurulur. Bunun anlamı ise öfkenin adresini başka kişilere ve nesnelere yöneltmeyi çocukken öğrenmeye başlamamızdır.

Burada işi zor hale getiren başka bir şey daha vardır: Örnekteki çocuk bu adres kaydırmasına rağmen, bana olan öfkesini kendi içinde saklarken, bana karşı duyduğu korkuyu da farkına varmadan büyütür. Ve böylece onun fantezisinde ben bir deve, bir canavara dönüşürüm. Böylece çocuğun dışındaki kişi, bir problem olarak içinde büyür. İşte bu durumdan kurtulmak için içimizdeki öfke dışarı atılmak durumundadır. Psikanalist Heinz Weiss, Trauma, Schuldgefühl und Wiedergutmachung isimli kitabında “suç ortaklığı”ndan (Komplizenschaft) söz eder bu kontekstte: Çocuk ve ben, öfkenin ayakkabıya yöneltilmesini onaylarız (2017, s. 18).

Çocuklukta başlayan ve yaşam boyu süren itaat etmenin, yani otoriteye boyun eğmenin ürettiği öfke, kendisinden korkulduğu için otoriteye yöneltilemeyip, biriktiği durumda başka insanlara yöneltilir. Daha sonraları yaşadığımız olumsuzluklarda ve krizlerde ilişkinin dışındaki kişileri ve olayları sorumlu tutmamız, öfkemizi başkasına yansıtmamız böylece bir geleneğe dönüşür. Birbirlerini tanımayan insanların tartışmalarında birbirlerine ‘ibne’, ‘Ermeni piçi’ gibi küfürler etmelerinin, ‘Kürtleri daha da çok öldürelim’ nefretinin geleneği böyle başlıyor biraz da…

Yaşadığımız bir olumsuzlukta olayın dışındaki kişi ya da kişileri suçlamak ve onlara hakaret etmek ‘halk sporu’ gibi bir şey. Eşcinsellere, Ermenilere, Kürtlere, Yunanlılara hakaret etmek… Kimliğimizin en belirgin özelliği Arap ve Yahudi nefreti değil mi? Kimliğimizi nefret üzerine kurduğumuzda içimiz zehir oluyor aslında. Sevmek, sevmeyi sürdürmek zordur; emek ister, duyarlılık ister, empati ve incelik ister. Nefret en kolayı galiba.

Sinemaya giderken, arabamızı park ederken ve alışverişte yaşadığımız olumsuzluklarda ortaya çıkan bu tür öfkeler mesela ırkçılığa kanalize edilir. Bu öfkenin adresi ötekidir. Birikmiş öfkenin ırkçılık üzerinden kontrol edilebilme halini ırkçılar kişiliklerinin sağlamlığına (Ich-Stärke) bağlarlar. “Kahrolsun Kürtler!”, “Ya benimsin ya kara toprağın!” ve “Ya sev ya terk et!” gibi sloganlar, bu öfkeyi besleyen söylemlerdir. Kürtlerle birebir yaşanan ilişkiler bu kadar öfkeye yol açmazken, soyut imajiner Kürtlere, yani ötekilere, yani teröristlere, yani düşmanlara karşı öfke kanalize edilerek kontrol edilir. Kürtleri yok etmenin tartışıldığı programlardaki katılımcıların sakin ve sözüm ona insancıl halleri bu kontrolle de ilişkili: “Bakın, ötekini kızmadan öfkelenmeden yok ediyoruz!” TikTok ırkçılarının programlarındaki sözde insanlık şovları da böyle bir şey…

Çaresizliklere maruz kalmış çocukların yetişkinliklerinde ırkçılık kontekstinde bu çaresizliği başkalarının üzerine yıkmak ve zulmü savunmak suretiyle kendi çaresizliklerinden kurtulmayı denediklerine tanık oluyoruz. İslami-faşist ideoloji önemsiz insanlara önemli olduğu duygusunu vererek önemlilik misyonu yüklediğinden, çocukluktan bu yana öğrenilmiş olan hiçlik duygusu sıfırlanıyor. Artık hiç ve önemsiz olanlar, insandışılaştırdıkları ötekilerdir. Hiçlik ötekine yüklenerek hiçlik duygusundan kurtulmaya çalışılıyor. Irkçı misyonun öneminden kaynaklanan bir önemlilik duygusu var ve bu duygu hiçlikten kurtulmaya imkan sağlıyor.

Bu mekanizmanın birçok sorunun açıklamasında kullanıldığını görürüz. Kötü alışkanlıkların kötü arkadaşlara uyarak edinildiğini sanırız mesela. Terapilerde duyduğumuz bir başka formülasyon da şöyledir: Yıllarca eşine kötülük etmiş biri eşinin ayrılığından kayınvalidesini sorumlu tutar. Yani yıllardır her gün beraber olduğu insanla ayrılığından bir başkası sorumludur. Kendisine yöneltilen eleştirinin doğruluğundan çok eleştirinin kim tarafından eşine iletildiğine yoğunlaşır. Böylelikle, yıllarca yaptığı kötülüğün sorumluluğunu başkasına kaydırır.

Ödipus ve itaat

Psikanalizin en önemli kuramı ödipus karmaşasıdır. Bu teori bize otoriteyle (babayla) çocuğun aralarındaki çatışmayı nasıl çözebildiklerini anlatır. Çocuklar gelişirken anne ve babanın kendi aralarında, çocuğun dışında bir ilişkileri olduğunu kabul etmek istemez, anneyi ve babayı kendileri sahiplenmek isterler. Çocuk annenin sadece anne olmadığını, aynı zamanda babasının da eşi olduğunu anladığında bu durumdan rahatsız olur. Çünkü çocuk annenin her şeyi olmak ister. Bu durumda babayı dışlamayı dener. Bazen duyarız çocuklardan: “Ben büyüyünce annemle evleneceğim!” Bu söylemle çocuk, babayla anne arasındaki karı-kocalık ilişkisini kast etmez; anne ve babaya sahip olmak, anne ve babanın kendi aralarında yaşanan, çocuğun dışlandığı bir ilişkiyi reddetmeye dairdir. Çocuk dışlanmış olmakla baş edemez.

Ödipus karmaşasında çocuk bir dönem sonra baba gibi olamayacağını, yetersizliğini kabul eder. Bunun bir diğer anlamı da yetersizliğini gidermek için babaya özenmesi gerektiğinin, babanın yeteneklerini edinmesi gerektiğinin farkına varmasıdır. Aslında bu kabul etme bir tehir etmedir aynı zamanda. İlerleyen yıllarda çocuk gelişirken tehir edilen çatışma yok olmaz, üzeri örtülür. Daha sonra çocuk anneyle evlenmenin anlamlarını kavrar ve ensest tabudan ötürü anneyle evlenilmeyeceğini anlar. Bu arada zaten annenin ‘dünyanın en güzel kadını’ olmadığını da anlamıştır ve başka genç kadınlara ilgi duyar. Ama babayla arasında olan ‘Kim daha yeterli? Ben babam kadar donanımlı mıyım?’ sorusuna bağlı çatışma ortadadır. Psikanaliz bu çatışmada çocuğun babasını sembolik olarak geçmesini ve babanın da çocuğun gelişmesini kabul edip takdir ettiğinde ödipal çözümün, yani olgunlaşmanın gerçekleşeceğini anlatır.

İslam kültürünün babayı kutsal yerine koyması ve babaya yönelecek çatışmaları yasaklaması bu çelişkinin çözümünü, gelişmeyi ve olgunlaşmayı sorunlu yapıyor. Babayı eleştirmek günahtır, hayırsız evlat olmaktır. Bunun bir diğer anlamı da şudur: Kuşaklar arası çatışmada İslam, yaş hiyerarşisinden ötürü yaşlı kuşaktan yanadır. Toplum, aile ve Tanrı yaşlıların ya da babanın geçilmesine ve eleştirilmesine şiddetle karşıdırlar. İslam ülkelerindeki ödipal çözüm babayı/otoriteyi geçmek yerine geleneğin sürdürülmesi biçiminde şekilleniyor. Bu çözüm biçimi otoriteyi yenilmez ve geçilmez kılıyor. Bu da çocuğu ömür boyu itaate zorluyor. Bu durum çocuğu arka teker olmak zorunda bırakır. Buradaki öfke de ötekine projekte edilir.

Problem İslam kültüründe mi? Hayır. Değişimin yavaş olduğu kültürlerde bilgi zor elde edilen ve uzun dönem geçerliliği olan bir şey ve çok değerli. İşte bu değerli bilgiye de yaşlılar hakim. Çocuğun büyümesi, babasının becerilerini edinmesi onu babadan bütünüyle bağımsız yapmıyor. Babanın istisnai durumlarda geçerliliği olan yaşamsal bilgilere sahip olması evladı babaya bağımlı kılıyor. Mesela bahçeciliği babanızdan öğrendiniz. Bu anlamda yaşamsal olarak artık babaya görünürde bağımlı değilsiniz. Ama beklenmeyen, olağandışı durumlarda bu bilginiz size yeterli gelmeyebiliyor. Mesela bir kuraklıkta sorunu nasıl çözeceğinizin bilgisini evlat değil baba bilmekteydi ve bu bilgi varoluşsal değerdeydi. Ya da bitkilere musallat olan bir hastalığa karşı alınacak önlemi de baba biliyordu.

İngiliz filozof F. Bacon’ın “Bilgi güçtür” sözü işte bu duruma işaret ediyordu. Günümüzde bilginin kalitesi ve niteliği değişti. Ve bu bilgi babadan öğrenilmiyor. Babanın geleneksel bilgi üzerinden edindiği güç de yok oldu. Ama baba hala bilgisizliğine rağmen otoritesinin kabul edilmesinin derdinde. Sıradan bilgiye bile yeni kuşak kısa zamanda ayrıntılı bir biçimde ulaşırken babanın günümüzde işlevini yitirmiş, çoğu da yanlış olan bilgiler üzerinden otorite kurma çabası sıkıntı yaratıyor. Bu durum babayı komik bir figüre, karikatüre dönüştürüyor, ama baba hala kendisinin güçlü, bilgili ve saygın bir otorite olduğunu sanıyor… İşte ödipal direniş; çocuğu aşağılamanın hayatta karşılığı yok. Okur-yazar olmayan babanın doktora yapmış çocuğuna ders vermeye çalışması işi karmaşık hale getiriyor. Babanın bilgisinin artık hayatımızdaki karşılığı çok az ve babalar/yaşlılar bunu, yani çocuklarının bazı alanlarda kendilerini geçtiğini kabul etmiyorlar.

Babalık psikanalizde bir pozisyondur ve bu pozisyondaki kişi otoriteyi ve toplumsal değerleri sembolize eder. Bu kültürde baba bir yandan kutsanırken, aynı zamanda dolaylı olarak değersizdir de. Baba güzellemeleri bu değersizliğe çekilen fondötendir. Freud, tanrı figürünün “yüceltilmiş baba” olduğunu anlatır. Eğer reel baba değerliyse bir kişinin yüceltilen babaya (tanrıya) gereksinimi yoktur. Muhammed’in “yaşamış en ideal erkek” ya da “en mükemmel erkek” anlatısında da yüceltilmiş erkek/baba yok mudur? Alevilerin oturma odalarında duvara asılı Ali resmi “güzel, ideal” erkek/baba değil midir? Atatürk’e verilen “ata” ismi, sembolik olarak yüceltilen bir ‘ulusal baba’ değil midir? Kısacası, kültürde karşımıza çıkan bu “ideal baba” gereksinimi reel babadan hoşnutsuzluktan, çok erken yaşlarda reel babanın yüceltilemez olmasından kaynaklanan bir baba sorununa işaret eder. Erdoğan’a, Bahçeli’ye yüklenen misyon ve beklentide de o eksiklik duyulan baba arayışı yok mu?

Burada bir konunun altını çizmek isterim, çünkü bu yanlış anlaşılmalarda merkezi bir rol oynuyor: Deneyimin (Erfahrung) ve görüp geçirmenin (Erleben) farklı şeyler olduğunun farkına varmak çok önemli. Yaşadığımız bir şeyin deneyim olabilmesi için, üzerine bir refleksiyonun olması ve bir dahaki sefer benzer bir olayla karşılaştığımızda bir üst düzeyde, daha derinlemesine yaşamamız gerekir. Halbuki görüp geçirmek (Erleben), refleksiyon ve derinlik olmadığından dolayı gelecek seferde de aynı ya da benzer şekilde yaşanır. Örneğin bir insanla duygusal ilişkiye giriyorsunuz, bitiyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü insanla da benzer biçimde tanışıyor, benzer şeyler yaşıyor ve benzer biçimde ayrılıyorsunuz. Deneyimlenmiş bir ilişkide, birinci ilişkinin sonrasında çıkarılan duygusal bilanço, ilişkiye eleştirel ve özeleştirel yaklaşım, ilişkiyi kapatma ve refleksiyon olduğundan, ikinci ilişki birincisinden çok daha farklı olur. Günümüzde yaşlı kuşağın genç kuşağa aktaracağı ve genç kuşağın yararlanacağı çok az deneyim var. Üstelik görmüş geçirmişlik (Erleben) deneyim (Erfahrung) gibi anlatıldığından çok da çekici olmuyor. Bu durum da ödipal olgunlaştırıcı çözümleri zorlaştırıyor. Bunlara rağmen, genç kuşağın yaşam koşullarından ötürü bağımsızlaşamaması onları itaate zorluyor.

Her Türk asker doğar

İtaatkar kişilik asker matrisiyle birleştiğinde facialar ihtimali da çoğalıyor.

“Asker matrisi” (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela, “Barış süreci” olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında itaatkar kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar; kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı.

Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Çok tutarsız olan bu tutumda ama iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var. Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar.

Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S. H. Foulkes’ın (1992) grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme, etkileme ve etkilenmelerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri motive etmenin, savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.

Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip, yüzlerine savaş renkleri sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor.

İnsanlar “Tek vücut, tek yürek!” oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar.

Führerle, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında bir yer, duyguların olmadığı bir yer… Herkes gruba dahil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak) anlamına geldiğinden, korku da yaratıyor.

Asker matrisi Türk olmanın ön koşulu. “Her Türk asker doğar” söylemi Türk aidiyetinin çerçevesini çiziyor. Size sunulan bir tehlike varsa (çünkü savaş, vatan tehlikede olduğunda gereklidir) ve iktidar/komutan/reis vatanın elden gidiyor olduğunu söylerse, her Türk asker olup savaşa gitmek zorundadır. Bu Türk olmanın ön kabulüdür.

Bu matris sadece söylemle de kalmaz; Türklük mitolojiler, kahramanlık öyküleri ve marşlar üzerinden bilince kazınır ve bilinç ötesine işlenir. “Her Türk asker doğar” sloganı toplumdaki farklılıkları da ortadan kaldırır. Kadın-erkek, asker-komutan, zengin-yoksul gibi. Bu imajiner/kurgusal eşitleme pozitif bir duygu da yaratır. Askerlik ayrıca kutsalın onayını da alır: Asker ocağı “Peygamber ocağı”dır. Her Müslüman-Türk, askerlik üzerinden peygamberine ve kutsala yakınlık yaşar. Ayrıca savaşmak, gazi ya da şehit olmak suretiyle Tanrı’nın en sevdiği kul olma mertebesine ulaşmakla onore edilir…

Bu kimliğin tarihsel dokusunda da askeri matris vardır. Cumhuriyeti kuranlar askerlerdir. Kuruluş harcında bu matris mevcuttur. Daha sonda da askerler iktidarın bir parçası olmuşlardır.

Askerlik ayrıca erkek kimliğiyle de ilişkilidir. Erkek olmak, vatani görevini, yani askerliğini yapmakla mümkündür. Bunu yapmayanlar korkak ya da eksiktir; dolayısıyla tam erkek de sayılmazlar. Askeriyenin çok katı bir hiyerarşisinin olması, itaatin ön koşul olarak dayatılması, üstün verdiği emirlerin ast tarafından sorgulanamaması, yapay itaati daha da karmaşık ve tehlikeli hale dönüştürüyor. İşte bu matris ve itaat çok tehlikeli bir grup dinamiğini de içinde taşıyor. Emirlere uyan tek tip bir insan profili yetiştiriliyor ve ‘öteki’ düşman olarak işaret edildiğinde çok kısa zamanda kılıçlar çekilebiliyor ve tüm insani değerler kitlece rafa kaldırılabiliyor.

En son FETÖ olayında yaşadık: Aynı camide namaz kılan, iş ortağı olan, birçok ortak kültürel kodu olan insanların ‘öteki’ olduklarında yaşadıkları bu duruma örnektir. Sivas, Çorum, Maraş, komşularımız olan Ermeniler, din kardeşlerimiz olan Kürtler… Aniden “düşman” ve “terörist” olduklarında başlarına gelenler biraz da bu dinamiklerle ilgili galiba…

Tarihin tek taraflı ve kutuplaştırıcı, ‘biz ve düşmanlar’ söylemiyle öğretilmesi, dilin şiddet ve savaşçı hali ve bunun barış dönemlerinde bile barışçıl bir dile dönüştürülmemesi, mesela spor müsabakalarının savaşçı bir dille anlatılması ve bütün bunların dolaylı olarak insanları militarist yapmaya eğilimi…

Günlük hayatımız ve kültürümüz şiddete dayalı bir dili içeriyor, böylece de barış dönemlerinde bile savaşçı bir ruh halini ayakta tutuyoruz. Bu durum gündelik ilişkilerimize, hatta aşk ilişkilerimize dahi yansıyor. Düğmeye basıldığında, yani birileri savaş çığırtkanlığı yapmaya başladığında içimizdeki bu durum aktif hale geliyor. Terapilerde, travma anlatılarında bile “tetiklemek”ten, stres “yönetmek”ten, duygularımıza “hakim olmak”tan; aşk ilişkilerinde bile “asla taviz vermemek”ten, ezmekten ve kendimizi ezdirmemekten söz ediyoruz.

Çocukların okulun önünde sıra olması, belirli bir üniforma giymesi, yakın zamana kadar saçlarının kısa olması, Birinci Dünya Savaşı’nın izlerinin kültürümüzde hala devam ettiğini gösteriyor… Sevginin kavramları bile rekabetçi kapitalizme uygun ekonomik terimler içeriyor; ilişkiye “yatırım yapmak” ve ilişkiden “kazancının” ne olduğunu sormak gibi…

Ortak suç üzerinden bağlanmak

İtaat kültüründen gelen, birey olamamış ve vicdan oluşturamamış insanlardan oluşan kitleleri galeyana getirmek liderler açısından kolaydır.

Bazen liderin iradesini temsil eden yerel liderler de bu kitleleri harekete geçirebiliyor. Madımak Katliamına baktığımızda binlerce insan bu olaya katıldı; binlerce olmaları oradakileri anonimleştirdi. Grubun işlediği suça katılanlar bireysel olarak kendilerini masum ve sadece birer seyirci olarak tanımlayarak suçu grubun üzerine attılar.

Grubu oluşturanlar belli olmasına rağmen ‘grup’ demek onlar için belirgin olmayan, bu anlamda da belirsizlik demekti. Bu durumda kendilerini suçsuz sayabiliyorlardı. Grup halinde hareket edildiğinden dolayı katılanlar, olanlara dair bireysel bir suçluluk bilinci oluşturmadılar; üstelik bunu şiddetle reddettiler. Grup olmaları onlara, tek başlarına yapmaya cesaret edemeyecekleri şeyleri yapmaya da izin verdi.

Kısacası Madımak Oteli’nin önünde toplananlar hukuksal anlamda da suçlular. Hiçbir şey yapmayanlar, asgari vatandaşlık görevlerini yapmama, itfaiye ve polisi engelleme gibi suçları işlediler. Herkes suçlu. Bazıları az, bazıları çok…

Her ne kadar suç reddedilse, inkar edilse de katılımcılar suçlu olduklarını biliyorlar. Otelden çıkarılan cesetler, hastanelere taşınan mağdurlar var… Bu ortak suç üzerinden oluşan ortak sırdan dolayı, birbirleriyle illegalite üzerinden başka bir bağlanma şekli oluşturdular. Bugüne kadar kimse suçu üstlenmedi, kimse de gidip şahitlik yapmadı. Binlerce insan masumiyet olimpiyatlarına katılmışçasına “Ben suçsuzum!”u dillendirdi. Suçu da ölenlerin üzerine atarak bütünüyle masumlaştılar.

Bu ortak suç üzerinden bağlanmanın uzun dönemli bir etkisinin olduğuna, katillerden biri Erdoğan tarafından bağışlanıp Sivas’a döndüğünde tanık olduk. Katil artık Pamuk Dede idi ve Sivaslılar sevgili katil Pamuk Dedelerini karşılama töreni yaptılar. Bu katil Pamuk Dede’nin kolektif suçun cezasını sembolik olarak çektiğini Sivaslılar biliyordu. Temsili olarak Sivaslıların işlediği suçun cezasını çekerek tüm Sivaslıları bu suçtan arındırdığı için bu katile şükran borçlulardı. Ve bu borcu karşılama töreniyle, onu bağırlarına basarak ödediler…

Günümüzde Erdoğan “seçimle gider mi” sorusunda da benzer bir kaygı var: Bu kadar suça bulaşanlar, suç üzerinden organize olanlar seçimle gidebilirler mi? Birçok insanın kaygısı bu kadar suça bulaşmışların, suç üzerinden yakınlaşanların gitme ihtimallerinin de ortadan kalkmış olabileceği gerçeği…

Kolektif suç Sivaslılara özgü değil. Maraş, Çorum, gene Sivas… 5/7 Eylül, Kürt coğrafyasının kana bulanması, Ermeniler… Bizim kültürümüz bir anlatım kültürü. Konuşmayı, anlatmayı seviyoruz. Anlatılanlar kaybolup gidiyor. Yazılı bir kültürden gelmiyoruz. Günlük tutma geleneğimiz yok. Bu kolektif suçlar yaşanan olayları zamanla revize ediyor, restore ediyor ve başka kurgularla, öznel anımsamalarla güzelleştirilmeye çalışılıyor. Sivaslılar masum, ölenler suçlu oluyor ve masum bir Pamuk Dede kalıyor geriye. Biraz bilincimizi zorlamasak, mantıksal bağlantılar kurmasak ve bilinç ötemize yolculuklar yapmasak, geriye zalimlerin kahramanlık öyküsü kalıyor…

Binlerce insanın öldürüldüğü sağ-sol çatışması, kara ve kanlı bir “vatanın savunulması” anlatısına dönüştürülmedi mi? Katillerle aynı kentte yaşamıyor, bazen aynı bakkaldan alışveriş yapmıyor muyuz?

Despotluğun tarihi

İtaat insanlık tarihinde yeni bir olgu değil. Psikanalist Eberhard Th. Haas, M.Ö. 1243-1207 yılları arasında yaşamış olan Asur kralı I. Tukulti-Ninurta’nın kabartma resminden yola çıkarak, onun insanlık tarihinde bilinen ilk despot olduğunu yazar (Das Verstummen der Götter und die europaeischen Denkens, 2020). Despotluğun bilinen ilk belgesi, günümüze bu coğrafyadan kalmıştır…

Bu resimde kral iki şekildedir: Ayakta, dik duran adam, yani halkına karşı otoriter, despot ve boyun eğdiren; ama aynı zamanda tanrının önünde diz çöken bir kral. Bu topraklarda birilerine, kendi halkına zulüm edenlerin aynı zamanda başka birilerinin önünde diz çökmesinin bir geleneği var. Tanrıya itaat edenler kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcileri saymışlar bazen. Hiç kimseye itaat etmeyen despotlar da var tarihte. İtaat etmeyen despotlar, krallar, firavunlar kendilerini tanrı ilan ederek ‘Hiç kimseye eyvallahım yok!’ demişler, sonra ise tanrılıkları ve despotlukları kendilerinin ölümüyle bitmiştir.

Babasını namaz kılarken izleyen bir çocuk ne düşünür acaba? Diz çöken, boyun eğen bir baba… En kahraman, en güçlü, ben her koşulda koruyacak adam sandığı babasını boyun eğen, Tanrı karşısında korkan, boyun büken, diz çöken ve ürkek olarak tecrübe ettiğinde ne düşünür bir çocuk? Tanrı önünde diz çökmenin tarihi de çok öncelere gider. Ve birçok çocuk itaat eden bir babayla özdeşleşerek ve böylece itaat eden babayı ve itaati içselleştirerek itaatle tanışır. Artık itaat ibadet eden babada karşılaştığımız bir şey değil, içimizdedir.

Eberhard Th. Haas, bir dönem sonra otoritenin (Tanrı’nın) görünmez ama etkisinin güçlü olduğunu yazar. Bebeğin de yaşadığı bir deneyimdir bu: Annenin yokluğuna katlanabilmek. O an yanımızda olmayan, görünmeyen bir varlığın gücüne inanmak. O an bebeğin yanında olmayan anne bebeğe döner. Bu yoklukta varmışçasına yaşama deneyimi, daha sonra Tanrı’yla kulun ilişkisine aktarılır. Reel olmayan ama varlığının etkisinin olduğuna inandığımız bir Tanrı… Çocuk da anne yanında değilken, onun nerede olduğunu fantezilerken düşünmeye başlar. İşte bu fonksiyonu daha sonra Tanrı’yla da ilişkilenirken yaşarız. Günümüzde de otorite ve itaat ilişkisi her zaman belirgin ve açık değildir.

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu