Aktüel Dünya

Dünya yeniden şekillenirken: BOP’un iflası, ABD hegemonyasında gerileme, Trump’ın çıkışı…

Nota Bene yayınlarından çıkan “Dünya Yeniden Şekillenirken”, ABD’de “krize bir yanıt” oluşturma iddiasıyla başa geçen Trump sonrasındaki iktidar çatışmalarından dünyada yükselen popülizm tartışmalarına, AB ve BRICS’in hegemonya mücadeleleri içindeki politikalarından Çin’in gelişim seyri ve sınırlarına, Kuzey Kore geriliminde irrasyonel görülen aktörlerin rasyonalitesinden Ortadoğu ve Suriye’deki gelişmelerin yönüne dek pek çok konuda zihin açıcı bir çalışma.

Ulaş Taştekin ve Cenk Ağcabay’ın derlediği makalelerden oluşan kitapta, Hamide Yiğit ve Cenk Ağcabay’ın yanı sıra John Bellamy Foster, Mike Whitney, James Petras, Patrick Bond, Pepe Escobar ve Levent Dölek’in de yazıları bulunuyor.

Hamide Yiğit, BOP’un bilançosunu çıkardığı “Enkaza dönüşen büyük ortadoğu projesi” başlıklı bölümde şöyle diyor:

Obama’nın Ortadoğu’da yaptıkları ve yapamadıklarının ardından, Suriye savaşında enkaza dönüşen Büyük Ortadoğu projesinden geriye kalanlarla Trump nasıl bir yol izleyecek? Yeni dönemin genel karakterini belirleyecek olan şey,  Ortadoğu stratejisinde Obama’nın Trump’a devrettiği belli başlı  başarısızlardan  ne kadarının yeniden ABD lehine dönüştürülebileceği konusudur.

ABD için İran’ı kuşatmak esas hedefti ve Obama dönemi  boyunca bu stratejiye yatırım yapıldı, ama gelinen noktada bölgenin en çok yükselen gücü İran oldu. İkincisi; Suriye’de olanları yakından takip eden Rusya’nın fiili olarak sahaya inmesinin yolunu aslında bir yerde Obama açtı. Obama’nın sözde IŞİD’e karşı oluşturduğu uluslararası koalisyonun fiili olarak Irak ve Suriye’ye müdahalesinin meşruluğu tartışılırken Rusya, Suriye Hükümetinin davetiyle ve ABD’ye nazaran gayet meşru bir şekilde IŞİD ve cihatçı teröre karşı Suriye sahasına indi. Böylece  Suriye üzerine savaş politikaları yürüten ABD ve müttefikleri “tek küresel güç” iken, bu noktadan itibaren artık karşı karşıya gelen iki kutuplu küresel gücün rekabeti ortaya çıktı.

Obama’nın İhvancı İslam’la işbirliği ve geliştirdiği İhvan merkezli “Ilımlı Muhalif” projesi fiyaskoyla sona erdi. Aslında sona erdiren Trump oldu. Katar’a yönelik kuşatmadaki ana fikir, Trump’ın Obama’dan devraldığı İhvan merkezli politikalara karşıtlıktan geliyor. Bütün bunların yanı sıra İsrail’i “ABD’nin şımarık çocuğu” olarak gören Obama yönetimi, İran’a karşı sürekli  dillendirilen savaş çağrılarını yanıtsız bıraktı. Bundan dolayı Obama döneminden Trump’a İsrail’le gerilimli ilişkiler ve her şeyden önemlisi, IŞİD-Nusra gibi cihatçı örgütlerin Suriye’dek alan hakimiyetlerini kaybetmeleriyle birlikte İsrail’in güvenliği meselesi, Trup’a devredilen önemli bir sorun olarak kaldı.

Ancak ülkesinde bir türlü başkan olamayan Trump, icraatlarına  yeni savaş konseptleriyle başladı ve başkanlığını onaylatamadığı sermaye grubuna silah pazarı ile yeni ticaret kanalları açmak için milyarca dolarlık ticaret ve silah satış sözleşmeleri hediye etti. Trump, İç ekonomiyi silah satışıyla canlandırırken, sattığı silahlarla vekalet savaşının yürütücülerini de motive etmiş olacak. Amerika’nın bedeli ödenmiş silahlarıyla “Sünni ve yerel NATO’yu” İran’ın üzerine salacak ve savaş gerilimini yüksek düzeyde tutmaya devam edecektir. İran’la savaşı ABD’nin hiçbir zaman göze almayacağına yönelik kanaatler fazlasıyla güçlü. Ancak savaş tehditlerinin dozajını yüksek tutup küçük çaplı çatışmaları programlayarak, kontrollü kaos yönetimini elinde tutmak istiyor.

Kontrollü kaos formülü, Trump döneminde biraz daha sertleşecektir; ki bu da aslında, ABD’nin 2006 yılında formüle ettiği bir stratejidir. Yani Trump’ın özgün bir politikası değil, sadece Obama’nın yapamadığı ve rafa kaldırdığı Amerika’nın yeni Ortadoğu projesinin öz taktiğidir. Bu öze sadık kaldığını göstermek isteyen Trump’ın projedeki kontrollü kaos formülü biraz daha serleşecek gibi görülüyor. Bu da aslında ABD’li stratejistlerin “Yeni Ortadoğu” için formüle ettikleri “yıkıcı kaos” ya da “yapıcı yıkım” olarak adlandırılan stratejileridir.

Bunun yanı sıra  Trump Pasifik’ten Uzak Doğu’ya, yeni savaş alanları yaratıyor. Ortadoğu’da kızıştırdığı savaştan devasa silah satışı çıkaran Trump, bu taktikleri Ortadoğu’yla sınırlı tutmadı, Uzakdoğu’ya kadar taşıdı. İran’dan sonra Kuzey Kore’yi hedef alan Trump, sanki hemen yarın savaş ilan edecekmiş gibi tansiyonu yükseltti. Fakat aynı taktik Ortadoğu’da da görülmüştü. İran’ı her an işgal etmeye gidecekmiş gibi tansiyonu yükselttiğinde gördük ki, başta Suudi Arabistan olmak üzere İran’a savaş açmak için hevesli olan Arapları ajite etti. Ajitasyonun ardından yüklüce silah satışını gerçekleştirdi. Trump’ın İran’a savaş açmasını bekleyenler, beklediler, hala bekliyorlar. Ama Trump’tan bir adım gelmedi ve gelecek gibi de görünmüyor. Kuzey Kore’ye yönelik de aynı taktiklerin hayata geçirildiğini gördük. Bu savaş kışkırtıcılığından savaşa hazır kıta haline gelen Güney Kore ve Japonya oldu. Ve Trump’ın silah satışını onayladığı iki ülke de yine G. Kore ile Japonya’dır. Silah satışı için imzalar atıldıktan sonra Trump’ın ilk açıklaması şu oldu: “Kuzey Kore’ye askeri saldırı ilk tercih değil!”. Kuzey Kore’ye dönük agresifleşmenin ömrü buraya kadardı!..

Şimdilerde Trump’ın ve doğal olarak emperyalist ortaklarının hedefinde Pasifik Ülkeleri olduğuna dair güçlü kanaatler mevcuttur ve yeni savaş stratejilerinin  Arakan’a taşınma ihtimali de görülüyor. Arakan’daki Müslümanların kanı üzerinden yeni savaş gerekçeleri yaratılırken, aynı zamanda IŞİD’e yeni alanlar açılıyor. Dolayısıyla ABD üst aklının “yıkıcı kaos” ya da “yapıcı yıkım” olarak adlandırdığı stratejilerin Çin sınırlarına taşınması an meselesidir. Bu stratejilerin aktif uygulayıcısı olarak tribünlere çıkan Trump, Amerikalılara kendini “başkan” olarak kabul ettirecek mi yoksa sadece ABD silah sanayisinin başkanı olarak mı kalacak? Bu da Trump panoramasıdır.

Bütün bu fiyasko dosyasında esasında Obama döneminden Trump’a devredilen tek kazanım var; o da ABD’nin Suriye’de Kürtler üzerinden yakaladığı pozisyondur. Bundan sonra Trump’lı dönem, ABD’nin Kürtler üzerinden Suriye’deki durumu lehine çevirme ihtimalleri üzerine yoğunlaşma biçiminde gelişecektir. ABD açısından Kürt stratejisine dair en büyük handikaplardan biri, hala önemli bir müttefiki durumunda olan Türkiye’nin Kürt karşıtı politikasıdır. Fakat bunu sadece ABD akıl etmiyor. Rusya’nın da buna dönük stratejileri vardır. Özellikle Afrin’de konuşlanan Rus askerleri, Türkiye’nin saldırılarına karşı Kürtlere kalkan olduklarını açıkça ilan etmiş durumdalar. Bu da şu anlama geliyor; Fırat’ın doğusunda ABD-Kürt müttefikliği varsa, Fırat’ın batısında da Rus-Kürt müttefikliği vardır. Bu durumda Türkiye’nin pozisyonuna dair gelişmelere ilişkin şu soru önem kazanıyor: Türkiye’nin Kürtlerle yeniden müzakere sürecini başlatmasını sağlayan ABD mi yoksa Rusya mı olacak? Bu soruların yanıtları, dünya yeniden şekillenirken bu kritik çatışma hatlarında gizlidir.

Cenk Ağcabay’ın ABD hegemonyasındaki çözülme, buna bir yanıt olarak Trump’ın yükselişi ve neo-faşizm üzerine katkısından pasajlar:

“Soğuk Savaş sonrası başlayan sonu gelmez Amerikan savaşları, ‘insani müdahaleleri’, ‘koruma sorumluluğu’, ‘İslamcı terörle küresel savaş’ doktrinlerinin tümü Amerikan egemen sınıfının gerileyen ekonomik pozisyonunu militer üstünlüğünü kullanarak geri çevirme politikasının ürünüz halkı da alanını devamlı genişleten militarizmin sürekli daha fazla ekonomik kaynak emmesi ve buna paralel olarak toplumsal hayatın çeşitli veçhelerinin giderek daha fazla militaristleşmesi sonuçlarıyla karşı karşıya kaldı.”

“2016 mali yılına ait kimi rakamlar askeri-endüstriyel kompleksin ABD’de kapladığı alanı son derece çarpıcı biçimde göstermektedir. Pentagon’un 2016 yılı bütçesi 632 milyar dolar tutarındadır, Trump yönetiminin başlamasının ardından Pentagon’un talebiyle bu miktara 40 milyar dolarlık bir ek yapılmıştır. Pentagon bu tutarın 304 milyar dolarını ödenekler olarak kontratları olan silah sanayi şirketlerine aktarmıştır. Kontratçı şirketlere aktarılan ödeneklerden şirketler arasında nasıl bir farklılaşma olduğu ve tekelleşmenin boyutları net biçimde görünmektedir. Federal Procurement Data System verilerine göre 2016 yılında, Pentagon tarafından Lockheed Martin şirketine aktarılan 36,2 milyar dolardır; Boeing’e 24,3 milyar dolar, Raytheon’a 12,8 Milyar dolar, General Dynamics’e 12,7 milyar dolar, Northrop Grumman’a 10,7 milyar dolar aktarılmıştır. Pentagon’un kontratçı şirketlere aktardığı bu tutarın üçte biri sadece 5 büyük şirkete gitmiştir.”

“Son bir buçuk yılda yeni Amerikan yönetimine dünya perspektifi sunma amacıyla ortaya konulan külliyat Amerikan dış politika elitinin Anderson’ın saptadığı temel yaklaşımında değişen bir şey olmadığını gösteriyor. Tümünün ortak noktası, ‘Amerikan liderliği hakkındaki aksiyomatik değer’ ve Amerikan hegemonyasının vazgeçilmezliğinde ısrardır. Trump’ın ‘Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma’ iddiası da, aslında bu unsurların tümünün çizdiği ‘düzensizleşen, değişen’ dünya sahnesinin ihtiyaç duyduğunu iddia ettikleri ‘güçlü Amerikan liderliği’nin inşa edilmesi hamlesine yönelik bir girişimden başka bir şey değil.”

“Çin, 2009 yılında Pittsburgh’da düzenlenen G-20 Zirvesi’nde, Dünya Bankası ve IMF’deki oy sayıları ve yönetim mekanizmalarının işleyişinde bir dizi değişiklik istediğini deklare etti. Bu istek, Çin’in ekonomik yükselişine paralel olarak gündeme getirdiği taleplerden biriydi. Amerika merkezli oluşmuş kurumların revizyondan geçirilmesi, bu kurumlarda yükselen güçlere daha geniş alan açılması bu taleplerin gerisindeki asıl motivasyondu. 2015 yılında Çin öncülüğünde gelişen Asya Altyapı Yatırım Bankası, bu talebin gerçekleşmemesi durumunda gelişecek “paralel düzen” inşa etme sürecinin bir örneği idi. Çin öncülüğünde gerçekleşen bu girişim Çin’in ne ABD merkezli Dünya Bankası’ndan ayrıldığı, ne de Manila merkezli Asya Gelişme Bankası’ndan koptuğu anlamına geliyordu. Bunun anlamı, Çin’in daha fazla inisiyatif alarak Pekin merkezli bir girişimi yaşama geçirmeye çalışmasıydı.”

Trump ve neo-faşizm

“Trump’ın ABD Başkanı olarak yaptığı ilk konuşmanın hemen ardından Washington Post’a bir makale yazan California Üniversitesi’nden Amerikalı tarihçi Eric Rauchway, 1930’larda ‘Önce Amerika’ hareketinin sözcülüğünü yapan Charles Lindbergh ve çevresinin Amerikalı Nazilerden oluştuğunu, Lindbergh’in 1938’de Almanya’yı ziyaret ettiğini, Hermann Göring’in elinden Führer onuruna verilen bir madalya aldığını ve grubun savaş karşıtı kampanyalarının asıl amacının ABD’nin Nazi Almanya’sına karşı bir savaşa girmesini engellemek olduğunu yazdı. Rauchway’e göre, Trump bu eski grupla bir slogandan daha fazla ortak noktaya sahipti. Trump’ın göçmenlere ve Müslümanlara yönelik keskin söylemlerinden örnekler veren Rauchway, Trump’ın ‘Önce Amerika’sının esas olarak bir ‘beyaz Amerika’ olduğunu düşünüyor ve bunun yarattığı tehlikelere dikkat çekiyordu.”

“John Bellamy Foster da Nisan 2017 tarihli yazısında popülizm konusunu ele almıştı. Foster’a göre, Beyaz Saray’a gelen sadece yeni bir yönetim değil, aynı zamanda yeni bir ideolojiydi ve bu neo-faşizm’di. Foster, Trump’ın yakın çevresini oluşturan danışmanlar grubunun ideolojik dünyasına ve sahip oldukları kimi politik ilişkilere odaklanarak Neo-faşist eğilimlerini gözler önüne seriyordu. Trump’ın kampanyası ve iktidar pratiği, neo-faşizmin merkez siyaset ve sermayeyle ilişkisini aydınlatmak için iyi bir zemin sunuyor. Neo-liberalizme karşı çıkan sol hareketlere karşı çok katı bir yaklaşım sergileyen sermaye ve merkez siyasetin neo-faşist hareketlerle ‘ortak yaşam’ kurma noktasında sergilediği başarılı pratikler Trump örneğinde yeni boyutlar kazanıyor.”

“Fukuyama’ya büyük tanınırlık kazandıran ‘Tarihin Sonu’, tezlerinin orijinalliğinden ziyade yazılmış olduğu politik konjonktürün özel koşulları nedeniyle büyük ses getirmişti. ‘Tarihin Sonu’, Soğuk Savaş’ın sona erdiği, ABD emperyalizmi önderliğindeki kapitalist Batı’nın komünizme karşı zaferini ilan ettiği günlerde yayımlanmış ve dolaşıma girmişti. Fukuyama, aslında tüm Soğuk Savaş boyunca Batı akademisinde üretilmiş burjuva ‘modernleşme-gelişme teorileri’nin temel unsurlarını bu politik zaferin sağladığı ideolojik özgüvenle ‘Tarihin Sonu’nda bir araya getirmişti. Soğuk Savaş boyunca üretilen ‘modernleşme teorileri’nin temeli, ‘totalitarizm’ kavramı kapsamında bir araya getirilen ‘komünizm’ ve ‘faşizm’ ile Batılı ‘özgür dünya’, ‘özgür dünya’nın zeminini oluşturan ‘serbest piyasalar’ ve Batılı “parlamenter demokrasi” karşıtlığı çerçevesinde oluşturulmuştu. “Modernleşme teorileri”nin “faşizm” ve “komünizm”i aynı kapsam içine yerleştirmesi ile bugünkü “popülizm teorileri”nin “neo-faşizm”le solu aynı kapsam içine yerleştirmesi açık bir ideolojik sürekliliğe işaret ediyor.”

Sendika.Org

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.