100 Yıllık Bitmeyen Yalan ve Yanılsama!
“Bir cumhuriyet nasıl bir maskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa… o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi ve burjuvazinin köleleri ezmek için kullandığı bir makinedir.” (Lenin: Sverdlov Üniversitesi’nde konuşma, 1919).
En güzel ve inandırıcı yalan bile, yüz yıl da sürse, bin yıl da sürse eninde sonunda söyleyenin elinde ve ağzında patlar. Kurtuluş Savaşı yalanı olsun, cumhuriyet yalanı olsun, modern devlet, sınıfsız imtiyazsız toplum, köylüye, kadına, işçiye, emekçiye, hak hukuk getirdik yalanı olsun, bütün bunlar da sadece söyleyenlerin inandığı hurafelere dönüşebilir.
Yalanın, felsefi-ideolojik bir silah olarak kullanılması yeni olmadığı gibi yalnızca Osmanlı-Türk egemen sınıflarının kullandığı bir silah da değildir. Daha önceleri Roma, Bizans, Çin, Hun imparatorlukları tarafından kullanıldı bu yalan silahı. Zaman içinde kullananların elinde patladı.
Yaşamın devrimci dinamizmi, yalanı icat eden ve yürürlüğe koyan ilk kuşak kullanıcıları tarihin derinliklerine gönderdi. Ki bu imparatorluklar öyle 100 yıllık filan da değildi. Bin yılları bulan, sözde insanlığa demokrasi getiren ama her biri birer zulüm düzeniydi. Çok övülen, asla yıkılmayacağı düşünülen nice İngiliz imparatorlukları, Çarlar ve çarlık rejimleri de yerle yeksan oldu. Daha da çok övülen, toz kondurulmayan Osmanlı imparatorluğu, paşaları ve padişahları da kıyımlar, katliamlar tarihi bırakarak tarih sahnesinden silinip gittiler.
Yüz yıldır deniyor ki, şimdiki ilelebet payıdar kalacaktır! Gülünç! Bilinmez mi ki, katı olan her şey buharlaşıyor. Her şey sonsuz bir devrimci değişim içinde. Temelleri yüz yıl önce atıldığı söylenen şimdiki rejim (Cumhuriyet) yoktan var edildiği için sonsuza dek kalacakmış! Yoktan var edilmek de ne demekse… Türk burjuvazisinin bulduğu yeni bir bilim galiba. Sonsuza kadar kalmak da bu yeni bilimin söylemi olsa gerek. Başında Dr., Doç ve Prof yazan koca koca adamlar bile bu yalanları ya bilerek ya da bilmeyerek yaymakta bir beis görmüyor.
Öncekilerin yok olup gittiği gibi yeni zulüm düzenleri de aynı kaderi paylaşacaktır. Teolojik bir söylemle ifade edecek olursak doğan her canlı ölümü tadacaktır diyebiliriz. Eski filozoflar da güzel söylemiştir: Meydana gelen meydandan gider. Bu gerçeğin yok sayılması için profesyonel yalanlara ihtiyaç vardır. Felsefe tarihinde, devlet teorilerinde bu yalanın yeri vardır da. Ana akım siyaset felsefesinin filozofları olan Platon ve Machiavelli gibi düşünürler devletlere ve devlet yöneticilerine yalan söyleme hakkı tanırlar. Bu yüzden de günümüzün burjuva, liberal, milliyetçi, devletçi, faşist teorisyenlerine temel olmuşlardır.
Tarihte, kurulan her zulüm düzeni yalana başvurmak zorunda kalmıştır. Yalan, modern siyaset felsefelerinde yanılgılı bilgi, yanlış bilinç ve ideoloji gibi terimlerle karşılanıyor. Bunlar burjuva/feodal üretim ilişkileri içinde üretilir, dini ve milli eğitim kurumlarında kitlelere şırınga edilir. Modern okullar, eğitim kurumları ve üniversiteler temelde bunun için vardır. Herkes bu dini, milli ve okul eğitimini almak zorundadır. Üstelik, zorunlu eğitimin erken yaşta, henüz çocuk dünyaya gözlerini açtığında verilmesi gerekir. İlk örnekler, bir kez bilince girdi mi onu çıkartmak kolay değildir. Yeni yaşam tecrübesi ile öğrenilen her deney ve deneysel bilgi ilk örneklerin kalın duvarına çarpar ve geri itilir.
Yalan söyleme alışkanlığı esasen sınıflı toplumlarla ortaya çıkmıştır. Sınıflı toplumlarla birlikte büyük bir silah olduğu keşfedilmiş ve sömürücü sınıflar tarafından etkin bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Hakiki olan yerine yalana başvurma gündelik yaşamda, emekçilerin de yöneldiği bir pratiğe dönüşmüştür.
Bu silahı kullanmada, adına yeni, ilerici, modern denilen rejimler, eski klasik diktatörlüklerden daha yaratıcıdır! Çünkü çağın iletişim araçları adeta bu yalanları üretmek, payandası olmak ve kitlelere taşımak için icat edilmiştir. Resmi basın yayın organları olsun özel radyo ve televizyonlar olsun her türden medya ve günümüzde sosyal medya kuruluşları olsun, hepsi bu yalanları yaymak için işlev görür.
Kapitalizm koşullarında kitle yayın organlarının, kitlelere yalan taşıma ve manipüle etmek dışında bir görevi bulunmuyor. Sığ ve sıradan denilecek kimi “nesnel” olayların da veriliyor oluşu, bilinçlerde yanılsamalar yaratmak, imha/inkar politikalarını doğal göstermek ve yeni yalanları meşru hale getirmek içindir ve elbette ki talidir.
Modern burjuvazinin en önemli özelliklerinden birisi yeni olanı, özgürlük ve eşitlik olarak sunmasıdır. Ad değişince sanki olgu da değişecekmiş gibi düşünülür. Kurulan bir yönetime demokrasi, cumhuriyet, devrimci, halkçı vs. demekle sanki böyle olacağı sanılır, iddia edilir. Oysa 100 yıllık sürece bakılırsa yeni olarak feodal despotizmin yok edilmediği, üstüne üstlük yanına bir de faşizmin eklendiğini görmek zor değildir. İddia edildiği gibi bu süre zarfında, dinin geriletilmediği, tersine daha da kurumlaşıp güçlendiği de saklanan bir başka gerçektir. Toplum bir dinli iken iki dinli hale gelmiştir. İslam dininin yanına bir de milliyetçilik dini eklendiğini tespit etmek mümkündür. Bu da anlaşılır bir durum. Çünkü emperyalizmin, ülkemizde kurdurduğu despotik ve faşist dikkatörlüğü dinlerden destek almaksızın yönetme ve uygulama imkanı yoktur.
100 yıllık rejim, yurtta sulh cihanda sulh türünden barış yalanları atsa da, kurulduğundan beri Kürtlere, komünistlere, Kızılbaşlara, kadınlara, muhalif dinlere, gençlere, yoksul köylülere karşı savaş halinde olmuş bir rejimdir. Dolayısıyla bir devrim değil karşı devrimdir. 100 yıllık tarihi de karşı devrimler tarihi olarak okumak yanlış olmaz. Bugün, şu anda yapılanlara bakarak bile burada yazılanlar test edilebilir. Örneğin Mustafa Kemal gibi yönetici konumunda olan devlet başkanlarının, yaşadıkları dönem boyunca sahip oldukları mal varlıklarının listesi incelenebilir. Tıpkı bugünkü başkanlar gibi kamu geliriyle toplanamayacak kadar büyük meblağlar olduğu görülecektir.
Halkın gözünün içine baka baka yalan söylemek diye bir söz var. Siz tek partili bir faşist diktatörlük kurun ve adına da halkın kendi kendisini yönetmesi deyin. Mussolini hukukunu alıp binlerce insanı asın ve adına da demokrasi, sosyal hukuk devleti deyin. Yalanınızı yüzünüze vuranlar da çıkar elbet. Seyit Rıza’nın Türk egemen sınıflarına ve onların modern hukukçularına karşı söylediği “sizin yalanlarınızdan, hilelerinizden bıktım…” anlamına gelen sözleri kulaklardadır. İdam sehpalarınızı tekmeleyenler de olacaktır, Deniz Gezmiş misali.
Türk egemen sınıflarının, kitleler içine yaydığı süslü yalanlardan birisi de cumhuriyet adıyla kurulan yönetimlerin diğer yönetimlerden iyi olduğu, topluma yarar getirdiği, insanları özgür kıldığıdır. Basit bir gözlemle bile bunu anlamak kolaydır. Afrika, Asya ve Ortadoğu’da emperyalistler tarafından masa başında kurulan (bizimki de dahil) bir çok devletin adı cumhuriyet iken Avrupa’nın bir çok devleti krallıktır. Avrupa’yı övmek istemem ama binlerce insan Asya’nın, Afrika’nın faşist, İslamcı, gerici cumhuriyetlerinden kaçıp Avrupa’daki krallıklara sığınıyor!
Milliyetçi sol çevreler, burjuvazinin yalanlarına en çok maruz kalan kesimdir. Onlara göre Marx, Engels, Lenin bile “cumhuriyet fazilettir” demişler. Yalan! Emperyalizmin, 100 yıl evvel cumhuriyeti esasen Sovyetik cumhuriyetlere karşı kurdurduğu sır değildir. Sovyetler Birliği ise cumhuriyet değil “Sosyalist cumhuriyet”tir. Lenin’in görüşü girişte alıntılandığı gibidir. Türk büyük burjuvazisi ve dönemin toprak ağaları, “kadın hakları” klişesinde olduğu gibi bir çok uygulamaya da, salt Anadolu halkları Sovyetler Birliği’ne sempati beslemesin diye başvurmuştur. Halkevleri, Köy Enstitüleri vs. icat ettiler. Hepsi sosyalizme karşı taklit, hepsi taktik, hepsi yalan!
Marx ve Engels, Roma’dan miras kalan ve despotik devlet biçimi olan Cumhuriyetle ilgili ne söylemiş olabilir? Onlar da “her ışıldayan altın değildir” diyerek adeta bizi uyarıyor ve şunları yazıyorlar:
“Proletarya açısında cumhuriyet, monarşiden yalnızca proletaryanın gelecekteki iktidarında kullanıma hazır bir politik biçim oluşuyla farklıdır. Sizler, bu biçime zaten sahip olduğunuzdan bize göre bir avantajınız var; bize gelince onu yapmak için yirmidört saat harcamamız gerekir. Ama her hükümet biçimini olduğu gibi cumhuriyeti de içeriği belirler, bir burjuva egemenlik biçimi olduğu sürece, bize, herhangi bir monarşi kadar hasımdır (yalnızca bu husumetin biçimleri farklıdır) bu nedenle cumhuriyeti özsel olarak, biçimde sosyalist saymak ya da burjuvazinin egemenliği altında iken ona sosyalist görevler vermek tamamen temelsiz bir yanılsamadır.”
(Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, Cilt-II, s. 304).
Tarihsel olarak ileride olunursa etik, politik ve estetik olarak da ileride olunacağı zannediliyor. Bu anlama, büyük bir yanılsamadır. Tersi de olabilir çünkü. Tarihsel olarak ileri olanın, sosyal eşitlik açısından geri ve tutucu olması mümkündür. Adına cumhuriyet denilen pekçok örnekte bunu gözlemlemek kolaydır. Örneğin kendi tarihimizde 1909 ile 1925 tarihlerinin, bu açıdan karşılaştırılması ufuk açıcı sonuçlar ortaya çıkarabilir. Cumhuriyetin eskiye oranla getirdiği yenilikler: Tek adam, tek, parti, tek bayrak, tek din, tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil… Tek, tek, tek…
1920’den itibaren sendikaların kapatılması, 1 Mayısların yasaklanması, kadın derneklerinin ve dergilerinin sansür edilmesi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının boğdurulması, cumhuriyet nedeniyle kazanım olarak gösteriliyor. Bu ne vicdansızlık! Alevi dergahlarının kapatılması laiklik olarak, Ne mutlu Türk’üm diyene sözü uluslara serbestlik olarak, köylü milletin efendisidir sloganı sosyalizm olarak, aydınların tutuklanması, komünistlerin hapsedilmesi, takvim, şapka ve yeni kıyafetleri “devrim” olarak tanımlamak cumhuriyetin kazanımları olarak gösterilmiştir halen de gösterilmektedir.
Son 20 yıldır sistemi ayakta tutmak için dinci görünümlü bir organizasyon icat edilmiş durumda. Kitleler, şeriat tehlikesine inandırılıp 100 yıldır devam eden faşist sistem ilerici gösterilmeye çalışılıyor. Bugünkü hükümetin, ülkeyi güllük gülistanlık biçiminde göstermesi gibi hükümete muhalefet edenler de cumhuriyet yıllarını cennet olarak göstermeye çalışıyor. Nafile! Başka yolu yok. Meydana gelen, eskisiyle yenisiyle meydandan gider, gidecek!
Ez cümle beş kıtada yaptığı yağma ve talan nedeniyle, girdiği emperyalist savaşlarda yenilip sürülmüş bir imparatorluk sonunda yıkılıyor. Yerine Anadolu’da bir devletçik kurulmuş. Buna da büyük, koca koca sıfatlar ekleniyor. Aslında biz yenilmemişiz de ortaklarımız yenildiği için biz de yenilmiş sayılmışız! Yalan bitmiyor. Bunları ders kitaplarından okuduğumuz gibi “büyük” tarihçilerin eserlerinde de “belge tarihçiliği” gerekçe gösterilerek de okuyoruz. Gülünç. Hem de ne gülünç!
Emperyalist burjuvazi ve Osmanlı-Türk egemen sınıflarında hak, hakikat ve samimiyetin zerresi yok, kalmamış. İlericiydi, devrimciydi, aydınlanmacıydı, moderndi denilen burjuvazi ve emperyalizm, 100 yıldır insanlığa sömürü, savaş, silah ve zulüm getirmekten başka bir işlev görmedi. Emperyalizmin uzantısı olarak kurulan sistemler de benzer durumda. İktisaden hakim sınıf sözcükleri, aynı işlevi yerel ve bölgesel düzeyde yerine getirerek faşist diktatörlüklerin mimarı, mühendisi, reisi, başkanı ve ulu önderleri oldular.