Aktüel Dünya

Kısa cümlenin gücü

MUSTAFA ALP DAĞISTANLI / mustdagistanli@gmail.com

Kısa cümle kurmak çok kolay. İşte şimdi yaptığım gibi. Güzel uzun cümleler kurmak ustalık sayılır, bir tür yazarlık belgesi yerine bile geçer; yazar rüştünü isbat etmiştir. Kısa cümlelerle rüştünü isbat etmeye çalışan var mı acaba, yazarlık maharetini göstermek isteyen? Oysa kısacık cümlelerle etkili bir metin ortaya çıkarmak o kadar da kolay değildir.

Herhalde yazıyla ilgili en temel ilke, yazdığınız şeyle yazma biçiminizin uyumlu olması. Kısa cümle için de geçerli bu. Ömer Seyfettin’in Balkan Harbi Hatıraları‘ndaki şu paragrafa bakın:

“Bu sabah Leskovik’e doğru yola çıktık. Aydonan’da şiddetli muharebeler oluyormuş. Biz Leskovik’ten cephane alacağız. Yolda kaybolan hayvanımı aramak için geri kalmıştım. Bir çalılığın içinde doktoru, eczacıyı, Birinci ve İkinci Taburlardan birkaç zabiti gördüm. Yeri kazıyorlardı. Meğerse açlıktan bir nefer ölüyormuş. Ağzından köpükler akıyordu. Zavallı daha tamamıyla nefesi bitmeden kazılan mezarının kazma seslerini işitiyordu.”

Bir askerin cepheden cepheye koşarken yazdığı cümlelerdir bunlar, muharebe içindeki o koşturmacanın ruhunu taşır, okuru da böylelikle, ortalama altı kelimelik dokuz cümleyle adım adım cepheye götürür. İşte ölmekte olan askerin mezarı başındayız şimdi de.

Kısa, sağlam cümlelerin berraklığını fark etmişsinizdir. Bu paragrafı böyle dinamik kılan, o koşuşturmaya uygun olarak hareketli fiillerle yazılması, zaman kiplerindeki çeşitlilik ve kelime tekrarı olmaması (iki kere “bir” var, o da anahtar kelimelerden değil).

Nimet Arzık ise Tek At, Tek Mızrak‘ta dış dünyadan söz ettiği, gözyaşı damlası kadar küçük cümleleriyle bizi kendi yalnızlığına, terk edilmişlik duygusuna ortak ediyor:

“Romanya yoluyla Polonya’ya gidiyordum. Vapur boğuk bir düdük çekti. Kara bir duman saldı. Amcamın prensipleri vardı. Rıhtımda falan beklemeyi enayilik sayardı. Ama herkesi geçiren vardı. Gidenler de kıyıya el sallıyorlardı. Ben de birine el sallar gibi yaptım. Mavnalar geçiyordu, bacası devrik bir römorkörün peşinde. Camiler hafif bir siste masallaşıyordu…”

Ortalama beş kelimelik on cümleyle yarattığı atmosfere bakın Nimet Arzık’ın. Cümleleri kısa tutarak metnin hızını, okuma hızımızı düşürüyor, böylece her bir sözü üstünde durup düşünmeye, onları sindirmeye zorluyor bizi.

İçerik-biçim uyumunu kısa cümle için gösteren en iyi örneklerden birini Ataç’ta gördüm. Kendi hastalığından da söz ettiği “Hastalık” başlıklı denemesinde, tam uykuya dalacağı sırada aklından geçenleri yazıyor:

“Bir uyuyabilsem!… Dün gece de uyuyamadım… Kolum ne kadar ağrıyor… Acaba yarın geçer mi?… Yarın günlerden ne?… Kalkıp işe gitmek lâzım… Gitmiyeceğim, gitmiyeceğim işte… Gece ne kadar da uzun!… Uyuyabilsem, biraz uyuyabilsem. Turnalar uçun… Ne de kötü türkü! Neresini de seviyorlar… Para bulmalı… Kalkınca ilk işim gidip onunla kavga etmek olsun; neydi o geçen günkü gülmesi… ‘Dil-i pür hasret ez kûy-i tü ber gerdidem ü reften; — Neşüh pâbûs rûzi âstânü busidem ü reftem.’ (Hasret dolu gönlümü semtinden çevirdim gittim, ayağını öpmek nasip olmadı, kapının eşiğini öptüm gittim.) Ne diye mektepte iken farisiye çalışmadım?… Of! bu kolumun ağrısı geçmiyecek mi?… İstanbulda tam on gün yağmur yağdı… Temmuzda… Neresini severler o şehrin!… Harabât… İyi kitap değil… Bu Ziya Paşa iyi beyitler de seçmiş, seçmiş ama sanki kendine rağmen… Kendine rağmen demek hiç de Türkçe değil… Ne düşünüyordum? Zannederim biraz daldım, ancak bir dakika…”

Bilinç akışı gibi noktasız, hatta hiç işaretsiz yazarlar ya, 16 sayfalık bir cümle çıkar ortaya mesela, Ataç ortalama beş kelimelik 28 cümleyle kendi bilinç akışını vermiş, tersinden giderek. Kısa, hatta kesik kesik, atlamalı düşüncelerin, görüntülerin, algılamaların, kopuk kopuk yaşantıların getirdiği, gerektirdiği bir biçim. Başka türlü böyle etkili olamazdı zaten.

Kısa cümleyi yazmak da, okumak da kolaydır. Bir konuyu tane tane mi anlatacaksınız, kısa cümleye başvurun; karmaşık bir meseleyi basit mi kılmak istiyorsunuz, kısa cümleye güvenin. Salah Birsel’in Gandhi‘sinden şu paragrafa bakalım:

“Köylü pamuğunu aracıya satıyor. O da bir tüccara satıyor. Tüccar da onu Bombay’a taşıyor. Orda da gemilere yükleyip Liverpool’a gönderiyorlar. Liverpool’da pamuklar başka bir tüccara aktarılıyor. O da onu fabrikaya devrediyor. Fabrika da ondan kumaş dokuyor. Ürettiğini de dışsatımcıya satıyor. Dışsatımcı da Bombay’a yolluyor. Orada bir tüccar onu başka bir tüccara satıyor. O da onu köye götürüyor. Köylü de çerçinin heybesinden peştemalının çıktığına tanık oluyor. Şunu da ekleyeyim ki, labirentin her dönemecinde deneyimler, patentalar (yıllık kazanç vergileri), gümrükler, simsarlıklar, bankalar, sarraflar, bunluklar, grevler, polisler, mahkemeler, tutukevleri, ordular, zaman zaman da savaşlar birbirleriyle tokuşur, sürtüşür.”

Salah Birsel, uzun bir tek cümlede anlatılabilecekken pamuğun serüvenini, tam tersini yapıyor, cümlenin her bir unsurunu bir bakıma suni olarak ayrı bir cümle haline getiriyor. Labirent demesi, o kısa cümleleri gayet bilinçli kurduğunu gösteriyor. Böylece okuru o labirente sokmayıp üretim, yabancılaşma, sömürü sürecinin her bir aşamasını gösteriyor. Her cümle başkalaşma demek. Hammadde, ilk sahibi köylü için labirent sayılabilecek, birbirinden kopuk, içinde kaybolacağı yollardan geçiyor. Boyuna “o” demesi ve sürekli -yor kipini kullanması da yabancılaşmayı, tekdüzeliği, gayrı insaniliği vurguluyor. Sondaki uzun cümleyle de bu pamuktan peştemala geçişin kapitalist dünya sistemini nasıl içerdiğini, onu yeniden nasıl ürettiğini gösteriyor.

Salah Birsel ustalığında bir yazar, yukarıda dediğim gerekçelerle, bilinçli yapıp istediği sonucu almış, ama aslında bu örnekteki gibi hep aynı uzunlukta cümleler müthiş yeknesaklık yaratır. Uzun ve orta uzunluktaki cümleler için de geçerli bu. Peşpeşe uzun cümleler de boğar okuru, eşit uzunluktaki cümleler eski trenlerin tıkırtısı gibi uyutucudur.

Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları‘nda, Adana’daki grip salgınını anlatırken bu tuzaklardan bakın nasıl kaçmış:

“Grip, İstanbul gazetelerinin yazdığından çok fazlaydı. Yerli gazetelerde çıkan listede ölüm vakaları yirmi, yirmi beş olarak gösteriliyordu. Demek ki her gün gripten ölenlerin sayısı kırk elliden aşağı değildi. Zaten bu, gözle de görülüyordu. Öğle ve ikindi saatlerinde Seyhan köprüsünden karşıdaki mezarlığa giden dizi dizi tabutlar uzaktan adeta bir kervan manzarası gösteriyordu. Mektepler, sinemalar kapanmış, kahvelerle hamamların eli kulağında… Şehirde aksırıp öksürmeyen yok… Birçok kimselerin burun delikleri o sene yeni piyasaya çıkan Pamflavin damlalarından sapsarı… Portakal, limon bahçelerinin üstünde korkunç bir ölüm havası esiyor.”

Bir de Sait Faik’in Tüneldeki Çocuk‘undan bir örneğe bakalım, müthiş bir “numara” var burada:

“Önümde bir bahçe var. Bu bahçenin biraz ötesinde deniz… Rıhtımsız bir deniz kenarı… Zeytinyağ fıçıları yüklü kayıklar; ceviz, fasulye, fındık, patates yüklü motorlar…

Bahçenin içinde de çocuklar… Bazılarının arkasında küfe, kiminin belinde ip, çoğunun ayakları çıplak, bir kısmının ayaklarında kendilerinin olmayan yırtık fotinler… Mevsim kış…”

Hani bir oyun vardır ya, kibritlerle bir aritmetik eşitlik yazılmıştır, sadece bir kibriti değiştirerek onu başka bir eşitliğe dönüştürürsünüz, işte öyle bir numara yapıyor Sait Faik. Üç kısa cümleden sonra birazcık hızlanıyor, bir fren, paragrafın en uzun cümlesiyle daha da hızlanıyor ve sonunda parçanın bütün anlam yükünü taşıyan en kısa. “Mevsim kış” en sonda olmasaydı da başta ya da ortada olsaydı bu etkiyi kesinlikle yaratamazdı. Daha uzun bir cümle olsaydı yine yaratamazdı.

Gary Provost, 100 Ways to Improve Your Writing‘de, cümlelerin nasıl monotonluk yaratabileceğini ve bundan nasıl kaçınılabileceğini şöyle gösteriyor:

“Bu cümlede beş kelime var. İşte size beş kelime daha. Beş kelimeli cümleler iyi, güzel. Ama birkaçı yanyana gelince monotonlaşır. Nasıl olduğuna bir kulak verin. Yazı giderek daha sıkıcı oluyor. Cümlelerin sesi tekdüze hale geliyor. Sanki takılmış bir plak gibi. Kulak biraz çeşitlilik istiyor artık. Şimdi dinleyin. Cümle uzunluklarıyla oynuyorum ve bir müzik yaratıyorum. Müzik. Yazı şakıyor. Hoş bir ritim, bir kıvraklık, bir armoni kazanıyor. Görüyorsunuz, kısa cümleler kuruyorum. Ve sonra orta uzunlukta cümleler. Ve bazan, okurun yeterince dinlendiğinden emin olduğumda, hatırı sayılır uzunlukta bir cümleyle, enerjiyle yanıp tutuşan ve kreşendonun tüm gücüyle, davulların vuruşuyla, simbalların çınlayışıyla zirveye çıkan bir cümle – sesler bunu dinleyin, bu önemli diyor.

Yani, kısa, orta ve uzun cümlelerin bileşimiyle yazın. Okurun kulağına hoş gelecek bir ses yaratın. Sadece kelimeler yazmayın. Müzik yazın.”

Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım‘dan aldığım şu parçada da o müzik duyulmuyor mu:

“Ertesi gün vapur Şira önünde demirledi. Sandallara binerek çıktık. Ah bu Yunan şehirlerinin ne kadar sevimli hali vardır; deniz üstündeki meyhaneleri; yemeğe ve içmeğe dair o emsalsiz bolluk manzarası; hep yerli olmak şartıyle meyvaların en iyileri, tuzlu balık, iyi kokan rakılar, hasılı demokrasi içinde leziz bir hayat rayihası. İşte Şira’dan hatırımda bu kaldı. Bir de Belediye Dairesi önünde beyaz fistanelalı bir heykel gördüm. Bu heykelin Yunan istiklalinde bize karşı çıkan kahraman palikaryalardan biri olacağını anladım. Ömrümde ilk defa bir şehir ortasında heykel görüyordum. Türkiye’den çıkan bir adamın nazarında bunun garip bir tesiri vardı.”

Cümle uzunluklarıyla okuma temposunu ayarlayabilirsiniz, metni monotonluktan kurtarırsınız, ustaca kullanırsanız duygu yaratabilirsiniz… Eğer bilinçli olarak okuru sıkmak istemiyorsanız -bilinçli sıkıyorsanız da bu fazla uzun olmamalı- hep aynı uzunluktaki cümlelerden kaçının. Çok iyi biliyoruz ki, okur, pek nazenin bir mahluktur, sıkıldı mı hemen kaçar.

DİLE GELENLER

Neden üç cümle olmasın?

Son yazınızda ele aldığınız haber girişi için öneride bulunabileceğimizi yazmışsınız. Girişte kullanılsa bile tümcelerin anlamlarını öncelemek gerektiğini düşünüyorum. Vurgulanmak istenen anlam yalın bir tümce ile en önde yer almalı. Tümce sayısı ya da uzunluğu ikincil durumdadır. Bu nedenle yazınızda incelediğiniz giriş bölümünü üç tümce ile vermek yararlı olacaktır.

Öncelik Sur’daki bir kaçak yapı ve bu kaçak yapıda insan başlı sfenksin kullanılmasındadır. Sfenksin çalıntı olması ve Sur’un Dünya Kültür Mirasında yer alması nedeniyle sfenksin bulunduğu binanın tescilli olması ikinci sırada gelir. Sfenksi çalan ve kendi yapısında kullanan kişinin adı, konumu, siyasi bağlantısı gerekiyorsa üçüncü tümcede verilebilir.

“Sur’daki bir kaçak yapıda insan başlı sfenksin kullanıldığı saptandı. Çalıntı sfenks, Diyarbakır’ın UNESCO Dünya Kültür Mirasında yer alan ilçesi Sur’un Dabanoğlu Mahallesi’ndeki tescilli bir binada bulunuyordu. Bu eylemi gerçekleştiren Ömer Evsen, 2019 yerel seçimlerinde Sur belediye başkanı adayıydı, şimdi de Diyanet-Sen Genel Başkan Yardımcısı.

Emrecan Büyüktermiyeci

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.