
Demokratik konfederal komünalizm hakkında
Devrimci ahlak, emeğe saygı gerektirir. Şu anda önümüzde çeyrek asırdır zindan koşullarında Başkan Apo’nun formüle ettiği, bir çoğumuzu şaşırtan sistematik yeni teorileri var. Bu teoriler ne Apoculara bir “talimattır”, ne de Apocu olmayanlara bir dayatmadır. Durgun, dogmatik düşünce hayatımıza yapılmış, büyük bir itirazdır. O halde önce bu itirazı anlamak için çaba harcamak gerekir. Eğer düşüncelerimizin donup kalmış olduğunun farkındaysak.
Ben bu yazılarda Başkan Apo’nun yeni teorik önermelerini şimdilik nasıl anladığımı yazacağım. Yani sizlere “Başkan tam da benim anladığım gibi düşünüyor” demek aklımın ucundan bile geçmez. O halde anladığımı anlatmaya başlayayım:
1917 yılında Lenin ünlü Nisan Tezleri’nde Marksist devrim stratejisini “feodal emperyalist Rusya” kapitalizminin somut koşullarında yeni bir aşamaya yükseltti. Burjuva demokratik Şubat devriminden “kesintisiz” bir süreçle sosyalist devrime geçiş sürecini formüle etti. Marksın “Paris Komünü proletarya diktatörlüğüdür” görüşü temelinde “demokratik merkeziyetçi” yeni bir devlet teorisi yarattı.
Leninist devrim ve devlet teorisi böylece 20. yüzyılın başlarında var olan kapitalizm koşullarında ve devrimci süreç pratiğinde ortaya çıktı. Reel sosyalizmin dağılmasına kadar geçen tarihsel dönem boyunca bir çok devrim ve sınıf mücadelesi süreçlerine yol gösterdi.
Reel sosyalizmin dağılması bu Marksist-Leninist devrim ve devlet teorisini yeni dünya koşullarında diyalektik materyalizmin emrettiği eleştirel bir yöntemle gözden geçirmeyi zorunlu kıldı.
Başkan Apo, böyle bir eleştirel gözden geçirme sürecinin sonucunda, benim kişisel görüşüme göre “Demokratik konfederal komünalizm” diyebileceğim yeni bir devlet ve devrim teorisi inşa etti.
Ben bu yazıda söz konusu teoriyi bütün yönleriyle ele alacak ölçüde kavradığımı iddia edecek değilim. Kendi bakış açımdan anlayabildiğim kimi önemli noktalarda kendi düşüncelerimi dile getireceğim. Bu yazıda yeni devlet ve devrim teorisinin “merkeziyetçiliğin” alternatifi olduğu düşüncesi ele alınacak.
Başkan Apo, yalnız kitlelerin değil, bireyin, özellikle kadın bireyin özgür iradesini bir “yönetici erkek azınlığın” iradesine ikame eden burjuva ve işçi temelli “merkezi ulus devlet”i, hatta bana göre “merkezi (ve özünde ulus temelli) örgüt”ü eleştirmiştir. Bununla her türlü devlet ve örgütü reddetmemiş, kaçınılmazlıkla oligarşik yapılara dönüşen “merkezleri” komünlerin kararlarını “koordine eden” birer “eşgüdüm” komitesine indirgeyen “demokratik konfederal komünalizm” görüşünü geliştirmiştir.
Konumuzun bir yanına eğilelim:
Şu soru bu yeni devrim ve devlet teorisinde, görüşüme göre kilit önem taşıyor? “İnsan kendi tarihini kendi özgür iradesiyle nasıl yapar?” Bir başka ifadeyle “insan toplumu demokratik, ahlaki politik topluma nasıl dönüşür?”
Bugüne kadar varolan bütün felsefi, sosyolojik ve politik akımlar bu soruyu yanıtlamaya çalıştı. Biz Marksistler bu soruyu “insan kendi özgür iradesiyle kendi tarihini kapitalizme son verecek olan devrimle yapmaya başlar” yanıtını verdik. Bu anlayış “devrimci durumla” sömürüye karşı ayaklanacak olan “eski insanın” burjuva devletini yıkmasını, “proletarya diktatörlüğünü” kurmasını, sosyalizm kuruculuğu sürecinde “yeni insana” dönüşmesini öngörüyordu.
“Yeni insan” nedir? İnsan kollektifiyle ve ekolojik sistemle, kendi kendisiyle, kendi cinsiyeti ve karşı cinsiyetle barışık özgür bireydir.
Dinlerin de komünist ütopiklerin de, bilimsel komünistlerin de “yeni insan” ideali hiç biri tarafından gerçekleştirilemedi. “İyi insan ol, çalma, sömürme, öldürme” vaazı, ölümden sonra ya da yaşarken “cennet” ya da “komünizm” vaadine rağmen iyi insanı yaratamadı.
Sosyalist devrim, “yeni insanların” öncülüğünde “eski insanlara” dayanarak, örneğin “on gün içinde” burjuva devlet aygıtını yıkabilir, bir kaç ay ya da yıl içinde kapitalist mülkiyete son verebilir, eskinin “beneklerini” taşıyan insan toplumunu ise “yeni”, yani demokratik, ahlaki, politik topluma aynı süreler içinde dönüştürebilir mi? Tarihsel tecrübe bunun mümkün olmadığını gösterdi. Devrimden önce, toplumun en küçük hücresinde, komün geleneklerini “demokratik modernite” temelinde canlandırarak, kesintisiz bir devrimci mücadeleyle “yeni insan toplumunu” adım adım inşa etmedikçe, “ansızın” gerçekleşen devrimlerden sonra merkeziyetçi devlet iktidarlarında “yeni insanın” inşasını beklemek tarih tarafından doğrulanmamıştır.
Merkeziyetçi devlet ve parti, azınlıkta olan “öncü” gücün komünist amaçlı egemenlik aracıdır. Bu öncünün amaç ve niyetleri ne kadar “halkçı” olursa olsun, bu amaç ve niyetini hayata geçirmek için “merkezi iktidara” ihtiyacı vardır. Bu azınlıktaki öncü, iktidarını hem “eski toplumun beneklerine”, “eski insanın” devrim heyecanı geçtikten sonra geçmişin kuvvetli alışkanlık ve geleneklerine dönmesine, yıktığı kapitalist toplumdan miras edindiği bencilliğe, kör inançlarına karşı, aynı zamanda kapitalist kuşatmaya, sabotajlara, casuslara ve ülkeyi tehdit eden emperyalist savaşlara karşı merkezi devletteki egemenliğini sürekli güçlendirmek zorundadır. Bu güçlendirmeyi başardığı zaman, işte o zaman bu “öncü yeni insanlar” ve onların partisi adım adım devletle bütünleşir, azınlıktaki “öncü”, “yönetici azınlığa”, giderek “bürokrasiye” dönüşür. Merkeziyetçilik daha fazla merkeziyetçilik doğurur ve sonuçta kendi “yeni insan” yaratma amacına yabancılaşır, halkı partiyi ve devlet iktidarını destekleyenler dışında örgütsüzleştirir, partiyi desteklemenin imtiyazları yüzümden, destekleyenlerin önemli bir kesimi bunu çıkar amaçlı yapar ve böylece merkeziyetçi öncü, demokratik, ahlaki politik toplum amacından uzaklaşır.
Başkan Apo’nun reel sosyalizm eleştirisinden benim çıkardığım sonuç böyledir.
Konuya devam edersek. Devrimle burjuva merkeziyetçi devleti yıkıp, sosyalist merkeziyetçi (buna “iktidarcı” da deniyor) devlet kurmak, devrim öncesinde de benzer sonuçlara yol açtı. Merkezi devlete karşı mücadele eden bütün sendikal ve politik devrimci örgütler, spontane, merkezi olmayan isyanların yenilgisinden hareketle “merkeziyetçiliğe” sımsıkı sarıldılar. Nasıl ki, merkeziyetçi öncünün yönetiminde işçi sınıfı ve halk kitleleri örneğin Ekim devriminde tarihi bakımdan devrimci bir rol oynadıysa, merkezi sendika ve partilerin öncülüğünde işçi sınıfı ve halk kitleleri kapitalist sömürüye ve devlet baskısına karşı tarih boyunca büyük bir rol oynadı. Merkezi sendikalalar ve merkezi partiler olmasaydı, bu sınıf mücadeleleri sömürüyü geriletmede ve demokrasiyi kazanmada en küçük bir sonuç bile alamazdı.
Bu açıdan bakarsak: PKK kurulduğu ilk günden merkeziyetçi bir parti olarak doğdu. Merkezi yapıya sahip PKK olmasaydı, tüm Kürdistan tarihinin gösterdiği gibi, Kürt halkı, hiç bir anayasal zemine dayanmasa da, “varlığını” Türk devletine fiilen kabul ettiremez ve şu anda devleti “demokratikleşmeye” zorlayan aşamaya gelemezdi.
Buradan hareketle diyebiliriz ki, Başkan Apo devrimci sürecin “birinci aşamasında” gerek sınıf mücadelelerinin, gerekse ulusal kurtuluş mücadelelerinin “merkezi örgütlerin öncülüğünden” dolayı “yanlış” yaptığı sonucuna varmıyor. “İkinci aşamada” merkeziyetçiliğin sonuçlarını eleştiriyor ve buna karşı kendi “demokratik konfederal komünalizm” çözümünü öne sürüyor.
“İkinci aşama” merkezi örgütlerin öncülüğünde devlet baskısını geriletmeyi, çözülecek sorunu çözmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı sağladıktan sonra, “merkeziyetçi” olmayan “komünleşmeye” geçiştir. Bu aşamada artık merkeziyetçi örgütler tedrici olarak ömürlerini dolduracak, yerlerini, merkeziyetçi devletin ve merkeziyetçi örgütlerin “demokratik ve devrimci alternatifi” olan komünlere bırakacak.
“Demokratik konfederal komünalizmi” Marks-Engels döneminde burjuva demokratik devrimini sosyalist devrimin izleyeceği görüşünün günümüz dünyasında yeni bir aşamaya yükselten devrimci strateji olarak da yorumluyorum. Bir ülkede demokrasi yoksa, merkezi devlet iktidarına, merkezi devrimci örgütlerin öncülüğünde sınıf mücadelesinin bütün yöntemleriyle mücadele edilir. Demokrasi koşullarında ise “devrimci merkeziyetçiliğin” yerini merkezi devleti kuşatacak olan “komünal örgütlenme” alacak.
Benim anladığıma göre, komünal örgütlenme hem devrime yürüyüş, hem de komünal toplumu devrime yürürken inşa etme sürecidir.
Başkan Apo’nun 12. Kongre’de okunan raporunu yorumlamaya, “komünalizmin” gerçekleşmesi mümkün olmayan bir “ütopya” olmadığını söyleyerek devam edeceğim. Yazım, “komünalizmden” benim ne anladığıma dair kişisel görüşlerimi dile getirecek. “Başkan Apo’nun komünalizm teorisi, tam da benim dediğim gibidir” gibi saçma bir iddia olmayacak.
1.
Marks nasıl ekonomi-politik teorisini, meta dünyasının milyarlarca meta denizinden bir metayı alarak inşa ettiyse, bana göre Başkan Apo da binlerce yıl önce ortaya çıkan ve bugün bile yalnız insanlığın bilinç altında yaşamakla kalmayan, kapitalist moderniteyle deforme olsa da, günümüzde kimi sosyolojik öğeleri ve gelenekleriyle yaşayan, toplumun en küçük hücresi “komün”ü ele alarak kendi komünalist sosyolojisini inşa etti. Marks’ın ve Apo’nun yöntemi, diyalektiğin “habbe kubbenin içinde değil, kubbe habbenin içinde” tezine dayandı. Tıpkı genler insanın içinde değil, insan genlerin içinde olduğu gibi. Bilim insanın sırrına genlerde erişiyor. Eski Yunan filozofları hakikati “atom”da, Leibnitz “monad”larda, kısaca maddenin en küçük parçasında aradılar.
Buradan hareketle Başkan Apo’ya ait metodolojinin bilimsel karakter taşıdığını düşünmekteyim. Bilimsel teori gerçekleşmesi mümkün olmayan, pratikte denenmesi imkansız ütopyaya değil, bilimsel pratikte denenebilecek olana götürür. Komünalist sosyolojinin tezleri, bilimsel hipotezlerdir ve sosyal pratiğin, yani insan toplumlarının mücadele pratiğinde denenmek ve doğrulanmak, geliştirilmek ve değiştirilmek üzere sunulmuştur. Ütopya olmadığı gibi, dogmatik, mutlak doğru olarak da tanımlanamaz. Çünkü mutlak doğru yoktur. Mutlak doğru olsaydı, hiç bir bilim ilerleyemezdi. Mutlak doğru bilimin ütopyasıdır.
Burada amacım şu uyarıyı yapmaktır; madem bilimsel teorilerle yüz yüzeyiz, o halde bilime bilimsel yaklaşmalı, “ideolojik savaş” adı altında alıştığımız ağız dalaşına kesinlikle başvurmamalıyız.
2.
PKK’nin öncülüğünde başlatılan “devrimci demokratik halk devrimi” de denilen mücadelenin ilk aşamasından, yani “silahlı demokratik halk savaşından”, “demokratik konfederal komünalizm” dediğim ikinci aşamasına geçişin eşiğindeyiz.
Böylece klasik “burjuva demokratik devrimden sosyalist devrime geçiş” dediğimiz, “iki aşamalı devrim” stratejisinden farklı bir yeni düşünceyle karşı karşıyayız. “İki farklı devrim” kavrayışı yerine, birbirini izleyen “iki devrimci süreçten” söz edilmektedir.
Bu geçişin ön koşulu silahlı mücadelenin sona erdirilmesi karşılığında devletin “demokratik konfederal komünalizme” geçişin önündeki anayasal engelleri kaldırmasıdır.
Çünkü bu anayasal engeller “ömrünü doldurmuştur”, silahlı mücadele sayesinde, fiilen aşılmıştır. Birinci aşamada “Kürt ulusal kurtuluş savaşı” olarak başlayan, giderek “Kürt sorununu barışçı yoldan çözmenin önündeki engellere karşı savaşa” dönüşen mücadele, Kürt varlığını yok sayan, yok saydığı için onu asimilasyonla ve devlet şiddetiyle yok etmeye çalışan devleti geriletmiş, Kürt halkının varlığı ve dili hukuken değil, fiilen tanınmış, örgütlenme, gösteri, ifade özgürlüğü fiilen kabul ettirilmiş, merkezi ve yerel yönetimlere Kürt halkının katılması fiilen gerçekleştirilmiş, ve bu kazanımları savunabilecek Kürdistan, Türkiye, bölge ve dünya çapında “kadın özgürlükçü, ekolojik, eşitlikçi, laik” bir sivil Kürt varlığı yaratılmıştır.
Şu anda bu noktadan “demokratik konfederal komünalist” devrimci sürece geçişin önünde, bu fiili durumu kalıcı kılacak “hukuki zeminin” devlet tarafından sağlanmamış ve ordunun savaşa son vermemiş olması bir engel olarak durmaktadır. Bu büyük bir engeldir ve bu engelleri aşmak tehlikeli risklerle karşı karşıyadır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın İsrail-İran savaşıyla tırmandığı koşullarda bu riskler ciddi biçimde büyümüştür.
Bu durumda “demokratik konfederal komünalist aşamaya” geçişte acil mesele Başkan Apo’nun kesin güvenliğini, onun özgürlüğü temelinde kazanmak, yeni sürecin önderliğini fiili olarak yapabilmesini sağlamaktır. Çünkü PKK kendini feshederek, bugüne kadar kullandığı tüm yetkileri kullanmaktan vazgeçmiş, bu yetkileri kullanma misyonu Başkan Apo’ya devredilmiştir. O’nun bu yetkileri devletin müdahalesi dışında kullanabilmesi ve “komünal” süreci başlatabilmesi, özgür olmasına bağlıdır.
3.
Devrimci sürecin ikinci aşaması olarak “komünalist” devrimci süreç insanlığın “kaybettiği komünal cennete”, tarihte istisna olan ve ne zaman gerçekleşeceğini kimsenin bilemeyeceği bir “politik ve sosyal devrimi” beklemeden ulaşma imkanını araştırmanın ürünü olarak formüle edildi.
Buna göre, silahlı mücadelenin yarattığı fiili kazanımlara dayanarak, devrimci süreci örgütlemeye “toplumun en küçük biriminden”, sokak, mahalle ya da köyden başlamak mümkündür.
Şimdi bu imkanın tarihi köküne, bugünkü toplumdaki gerçekliğine, şu andaki somut durumda var olan elverişli şartlara kısa kısa değinelim.
İnsanın insanı sömürmediği, özel mülkiyetin olmadığı, insanların eşit olduğu, kadın hüner ve adaletinin bu söylenilenleri güvence altına aldığı, bundan binlerce yıl önce yaşanmış bir dönem vardı: İlk defa Morgan’ın sistemleştirerek keşfettiği bu dönem “ilkel komünal toplum” dönemiydi. Erkekler kolektif mülkiyeti, kadını köleleştirme sürecinde keşfetti. Böylece bu dönem kapandı.
Ama insanlık “kaybettiği bu cenneti” unutmadı. Komünal topluma hasret en çok dinlerde yaşatıldı. Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık insanlığa, kaybettiği cenneti ölümden sonra vaat etti. Buna insanlık “ibadetle” ulaşacaktı. Ama Museviliğin cenneti bir kavme vaat edilmişti, Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu, İslamiyeti Emeviler “devlet mülkiyeti” haline getirdiği zaman, dinlerin vaat ettiği cennet yerine insan düşüncesi cennete yaşarken ulaşmanın yollarını aradı. En inandırıcı yol, Marks ve Engels tarafından açıldı. “Komünizm” yeryüzü cenneti olacaktı. Ama Ekim Devrimi’yle uyanan bu umut, reel sosyalizmin yetmiş yıllık pratiği sonunda yıkıma uğradı. Fakat “komün” ideali insanlığın bilinç altında yaşıyor ve ezilenlerin, işçilerin, emekçilerin, kadınların mücadelesinde her defasında bilinç altından bilince yükseliyor.
Şimdi dinlerin ve “proleter devrimlerin” komüne giden yolda başaramadığını Apocu “komünalizm” başarma iddiasındadır.
4.
Komün masa başında icat edilmiş bir “model” değil. Sadece binlerce yıl öncesinde yaşanmış “nostaljik” bir tarih de değil. Günümüzde komün Ortadoğu’da, Mezopotamya’da kapitalist modernitenin bütün bozucu etkilerine rağmen yaşıyor. Aşiretlerin merkezi devletlere karşı mücadele tarihinde, Alevi inancının “ocaklarında”, “büyük ailelerin” geleneklerinde yaşıyor. Bu halk, içindeki ihtilaflara bugüne kadar devleti karıştırmamak için uğraştı. İçindeki suçluları devlete teslim etmedi. Kan davalarını kendi içinde çözdü. Yardımlaşma, dayanışma geleneklerini, kapitalist modernitenin bireyciliğine, çıkarcılığına inat yaşatmaya çalıştı.
Apocu hareket yıllardır köy ve mahallelerde “meclisler” kurduğu zaman, Kürt halkının bilinç altındaki komünün nasıl canlandığına bilenler şahit.
Hiç kuşkusuz sömürge sisteminin amansız saldırıları altında komün çabaları başarıya ulaşamadı. Şimdi ise silahlı mücadelenin sağladığı kazanımlar anayasal güvenceye alındığı zaman, komünalizmin gerçekleşme şartları doğacaktır.
Kürdistan’da Kürt halkı tüm kayyım gasplarına karşın yerel yönetimleri defalarca kapatılan partileriyle kazandı. Kürdistan’da belediyeleri komünalizmin “eşgüdüm” organlarına dönüştürmenin şartları, eğer Başkan Apo’nun açtığı demokratikleşme sürecinde adım atılırsa, tahminlerin ötesinde olgunlaşacaktır.
5.
Kürt sorununu çözmek, somut durumda Kürt Özgürlük Hareketi’nin “demokratik uzlaşma” temelinde gerçekçi taleplerini devletin kabul etmesi demek değildir. Bu, çözümsüzlüğün aşılması anlamına gelir. Çözümü devlet sağlamayacaktır. Çözümü halkların “demokratik konfederal komünalizm sürecinde” atacağı adımlar sağlayacaktır. Özetle söylersem, benim anladığıma göre, ilk komün örgütlenmesinden başlayarak, merkezi devlet yüzlerce, binlerce komün tarafından kuşatılacak ve merkezi ulus- devlet sönümlendirilerek, kömünlerin konfederal birliğini “koordine eden” “devlet olmayan devlete” dönüştürülecek. Bu da, devletin bürokratik baskı aygıtının sönümlenmesi olacak.
Kürt sorunu ve bütün etnik, dinsel, mezhepsel sorunlar komünalizm sürecinde her komünün örgütlenmesiyle çözülecektir. Daha geniş anlamda her komünde “kadın özgürlükçü, ekolojik, demokratik sosyalizme”, komünün kendi kendini yönetmesi temelinde, nihai değil, ilk adımlar atılacaktır. Şöyle ki:
Komün, tıpkı aşiretlerdeki Büyük Aile gibi, diyelim ki bir sokakta ya da köyde birbirleriyle “doğrudan” ilişkileri olan, az sayıda insan topluluğudur. Komünalizm süreci, Kürdistan’da başlayacaktır. Çünkü dediğimiz gibi Kürdistan komünal toplum geleneklerinin zihinlerde ve kimi somut toplumsal ilişkilerde hala yaşadığı coğrafyadır. Kürdistan köyleri, kasaba ve kent sokakları, elbette kapitalist modernitenin deformasyonlarını taşısa da, birbiriyle aile, hısımlık ve komşuluk ilişkilerinin canlı olduğu mekanlardır. O nedenle komünal süreç, demokratik modernite şartlarında Kürdistan’da her yerden daha fazla örgütlenme şartlarına sahiptir. Marks ve Engels, Manifesto’nun Rusça baskısına yazdıkları önsözde Rusya’daki köy komününü sosyalizme doğrudan geçiş için bir imkan olarak görmüşlerdi.
Komünalizmin politik şartları da olgunlaşmıştır. Kürt Özgürlük Hareketi Kürdistan’da hemen her evin içindedir. Halk bilincine tümüyle yükselmemişse de demokratik konfederal komünalist düşüncelere, ortaklaşmaya, dayanışmaya, Apocu paradigmalara yabancı değildir. Aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketi yerel yönetimleri tüm kayyım baskılarına karşı kazanmıştır. Silah bırakma karşılığında eğer demokratikleşme gerçekleşirse, yerel yönetimler komünalizm sürecinde Kürdistan çapında oluşacak komün ağının “koordinasyon merkezlerine” dönüşebilir.
6.
Yeni komünleşme programı, “merkezi bir kararla özerklik ilan ederek” devlet iktidarıyla topyekun bir cepheleşme sürecinde hayata geçmeyecektir. “Cepheleşme” aşaması, eğer yaşanan süreç sonuç verirse, sona erecektir. Sona erse bile komünleşme yerel yönetimlerin seçimle elde edilmesi demek de olmayacaktır. Türk devletinin İçişleri Bakanlığı’na bağlı idari bir birimi olan ve halkın kazandığı belediyelerin merkezi yetkileri, “gönüllü” olarak komünlere devredilecektir.
Bütün kararları önce komünler alacak, yerel yönetimler ise bu kararları onaylayacak, belediye sınırları içindeki çok sayıda komünün kararlarını birbiriyle uyumlu hale getirecektir.
Bir başka ifadeyle, devletin yerel yönetimler üstündeki merkezi iktidarına, hiç bir anayasal ya da yasal değişiklik bile olmaksızın komünler son verecektir.
Kürdistan’da böyle bir modelin gelişmesi, hiç kuşkusuz metropollerdeki Kürt mahallelerine yayılmakla kalmayacak, mesela Karadeniz’de ormanları ve yaylalarını maden patronlarına karşı direnişle savunan köyler için ilham kaynağı olacaktır. Özetle Rojava nasıl bilinçli insanlığı “demokratik konfederal komünalizm” düşüncesine yaklaştırıyorsa, Bakur komünalizmi evrensel etkiye sahip olacaktır.
Komün sisteminin yerellerde merkezi ulus- devlet iktidarına bu barışçı yolla son vermesi, halkların komünlerde “demokratik uluslaşma sürecine” girmesi, yerelde kadın öncülüğünün tesis edilmesi, “etnisiteye dayanmayan” ülke çapında “özerk halk yönetimlerinin” oluşması demek olacaktır.
Bu noktadan sonra ülke çapındaki komünlerle merkezi devlet arasındaki çelişki esas çelişki haline gelecek ve şu ya da bu yoldan devlet-komün çelişkisi er ya da geç çözülecektir.
Sınıf çelişkisi ne olacak?
Ülkenin sokaklarının, köy ve mahallelerinin yüzde en az 80’i işçi, emekçi, emekli, dul ve yetim halkın yaşadığı yerler olduğuna göre, komünalizm, eğer gerçekleşirse, tarihin tanımadığı en güçlü “sınıf” örgütlenmesi demektir. Hiç bir merkezi sendikanın, hiç bir merkezi partinin “merkezi sınıf mücadelesinde” başaramadığı ölçüde komün merkezi ulus- devletle çelişkisini çözdüğü zaman kapitalist moderniteye son vermenin yolu açılacaktır.
Önkoşulunun asgari demokrasi olduğunu unutmadan, komünalizmin gerçekçi bir program olduğunu söylemek mümkündür.
Önkoşul olan demokrasi Türkiye ve Ortadoğu topraklarında yeşerir mi derseniz, bunun çok zor olduğunu söylerim, komünalizmin Avrupa topraklarında daha elverişli bir zemine sahip olduğuna dair Başkan Apo’nun sözlerine katılırım ve eklerim: Zoru başarmak devrimciliktir. PKK ve sosyalist müttefikleri demokrasiyi devletten beklemedi. Bugün varolan fiili durum mücadeleyle elde edildi. Yine mücadeleyle bu fiili duruma hukuki zemin sağlanacaktır. Şu anda bu evredeyiz.