Osmanlı ve Türkiye anayasaları tarihinde birçok nedenden dolayı müstesna bir yere sahip olan 1924 Anayasası, 11 kez yapılan revizyonlarıyla da ayrı bir yere sahiptir.
Şu anki konumuz anayasalar tarihi olmayıp, anayasa revizyonları tarihi olmakla birlikte, her zaman olduğu gibi, öncelikle revize edilen bir anayasanın hazırlanma, kabul ve uygulama sürecine de kısaca bakmakta yarar var.
Kanun-i Esasi adıyla 1876 yılında kabul edilen ilk anayasadan sonra 1921 yılında yapılan paralel küçük anayasaya da Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adı verilmiş fakat Kanun-i Esasi tam anlamıyla ilga edilmemişti. İkili anaysa dönemi olarak görülebilecek 1921-1924 döneminde geçerli bu iki anayasanın adlarının farklı olması aslında pratik olarak da avantajlıydı.
1923 yılının Nisan ve özellikle Ekim aylarında yapılan iki revizyondan hemen sonra da revizyonların devam etmesine ihtiyaç olduğu belirtilmiş, ancak buna hiç girişilmemiştir. Bunun yerine, 29 Ekim 1923 tarihli son revizyonun üzerinden daha altı ay geçmeden yeni anayasa yapımına başlanmıştır. Ancak ikili anayasa döneminin sona ermesine yol açan bu yeni anayasaya verilen isim de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olmuştur.
Kısaca 1924 Anayasası adıyla anacağım Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun önemi bir özelliği, hazırlık ve kabul sürecinde kopuş değil devamlık anlayışının belirleyici olmasıdır. 1876 ve 1921 Anayasaları gibi, 1924 sonrası iki anayasa (1961 ve 1982) da darbe veya savaşın yol açtığı bir kopuş dönemi ürünüyken, sadece 1924 anayasası, böyle bir altüst oluşun veya olağanüstü konjonktürün ürünü olarak görülmez. Çünkü hazırlıkları, kabulü ve uygulaması 1921 Anayasasını yapan TBMM tarafından, Mustafa Kemal önderliğinde bir kadro tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ancak daha yakından baktığımızda, durumun böyle olmadığını anlarız. Her şeyden önce, Nisan 1923 anayasal revizyonu aracılığıyla Meclis’in içi boşaltılıp yeniden doldurulmuş, daha sonra 29 Ekim 1923 revizyonu aracılığıyla Cumhuriyet’in ilanından sonra ise Mustafa Kemal’in ‘önderliği,’ artık Reislik veya şeflik gibi bambaşka bir nitelik kazanmıştır.
Nitekim bu değişikliğin yol açtığı en bariz fark (hazırlık ve kabul sürecinden çok) uygulama ve revizyonlar sürecinde ortaya çıkacaktır.
Bu yazının konusu olmayan hazırlık ve kabul süreciyle ilgili özellikle dikkat çekmek istediğim husus, Cumhuriyet’in bu ilk anayasasının “Atatürk’ün Anayasası” adıyla anılmasıyla ilişkilidir: Bu adla anılması, yukarıda değindiğim Reislik konjonktüründe hazırlanmasından kaynaklanmaktadır, ancak daha önce burada kısaca ele aldığım 1923 tarihli “Mustafa Kemal İmzalı Anayasa Taslağı” ile de ilişkilendirilebilir. Bugüne kadar yeterince ele alınmamış bu olası ilişkinin en azından içerik bağlamında mevcut olmadığını, kısa bir inceleme bile göstermektedir.
1923 yazında hazırlıklarına başlanarak Ekim öncesinde tamamlanan bu taslağın bir anda rafa kaldırılarak yerine 29 Ekim 1923 revizyonunun devreye girmesinin taktiksel nedenleri anlaşılabilir olmakla birlikte, bu sürecin detayları henüz yeterince bilinmemektedir. Diğer yandan 1924 yılında yeni anayasa yapımı gündeme geldiğinde de bu taslağın baz alınmaması ve hatta hiç gündeme gelmemesi, bugüne kadar incelenmemiş ilginç bir gerçeklik ve açıklanmaya muhtaç bir tuhaflık olarak orada durmaktadır.
Bu yazının konusu olmadığı için burada tartışamayacağım, ama taslak metin ile yeni anayasa metninin (özellikle çoğulculuk, özgürlükçülük ve merkeziyetçilik bağlamında) yüzeysel bir karşılaştırılması bile çok ilginç bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Ancak kısaca şunu söylemek mümkündür: En azından ‘kuvvetler ayrılığı’ ve ‘kuvvetler birliği’ sorunsalı bağlamında 1924 Anayasası’nın 1921 Anayasası ve 1923 tarihli Anayasa Taslağı ile tam bir devamlılık içinde olduğunu görmek mümkündür.
Daha çok kuvvetler ayrılığı eğiliminin hakim olduğu 1876 Anayasasından farklı olarak, bu üç metinde (1921 Anayasası, 1923 Anayasa Taslağı ve 1924 Anayasası) açıkça TBMM’de toplanmış kuvvetler birliği anlayışı hakimdir. Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan üç kuvvetin ya da erk odağının, nominal olarak (de jure) bağlı olduğu TBMM üzerinde açık hakimiyet kurmuş olan Reis ve partisi CHP aracılığıyla pratikte (de facto) Cumhurbaşkanlığı ve Hükümetin kontrolüne girdiğini görmek için yüzeysel bir inceleme/okuma bile yeterlidir.
*****
1924 Anayasası bağlamında bence daha çarpıcı olan mesele, bu anayasanın bizzat sahibi tarafından adeta yok hükmünde sayıldığı, 1924-1938 dönemindeki uygulama sürecidir.
2017 yılından itibaren günümüz Türkiye’sinde yeniden hakim olan ‘kendi anayasasına uymaya bile tenezzül etmeyen bir rejim’in o dönemdeki inşa süreci, 1923’te önderlikten Reisliğe geçişten sonra, zamanın küresel ruhuna uygun olarak gerçekleşen milli şeflik rejimine hızlı geçiş sürecidir aynı zamanda. Mili iradenin, hakimiyet-i milliyenin veya halkın egemenliğinin tek bir parti ve hatta kişide toplanması anlamında zamanın ruhuna uygunluğundan neyi kastettiğimi anlamak için, İtalya’da Benito Mussolini örneğinde Duçe (1922-43), İspanya’da Primo de Rivera örneğinde diktatör (1923-1930), Sovyetler Birliği’nde Joseph önderliğinde proleter lider (1922-52) ve daha sonra Almanya’da Adolf Hitler örneğinde Führer (1934-45) kavramları bağlamında gündeme gelen milli şeflik anlayışının hakimiyetini hatırlamak yeterlidir.
Burada saymakla bitiremeyeceğim, anayasanın rejim tarafından hiçe sayılmasının örnekleri arasında ise ilk etapta şu örnekleri vermek mümkündür: Takrir-i Sükun Kanunu (1925-29), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması (4 Mart 1925), üçüncü dönem İstiklal Mahkemeleri (1925-27/49), 1881 sayılı Matbuat Kanunu (25 Temmuz 1931), Dersim Kanunu (1935) ve soykırımı (1937-38) sürecindeki uygulamalar ve 3959 sayılı Cemiyetler [Dernekler] Kanunu (28 Haziran 1938). Bu uygulamaların her biri, mevcut 1924 Anayasasının aşımı, ihlali veya hiçe sayılması üzerine kuruludur.
Öte yandan Anayasayı hiçe sayma tutumunun 1950 sonrası DP hükümeti döneminde de devam ettiğini eklemek gerekir. 1960 yılı baharında 1924 Anayasasına aykırı olarak atılan iki adım, bunun en iyi bilinen örnekleridir: Tahkikat Komisyonu (18 Nisan 1960) ve anayasada açıkça buyurulduğu halde Meclis zabıtlarının yayınlanmasının yasaklanması (27 Nisan 1960).
Ergun Özbudun 2012 yılında Bilgi Üniversitesi yayınlarından çıkan 1924 Anayasası kitabında bu konuda önemli belirlemelerde bulunmaktadır. Özbudun “Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümlerinin yetersizliği, çok-partili rejime geçildiği 1946 yılından sonra daha da belirgin biçimde ortaya çıkmış, DP iktidarının özellikle 1950’li yılların ikinci yarısında çıkardığı anti-demokratik kanunlar, siyasal kutuplaşmayı derinleştirerek, 27 Mayıs askerî darbesine götüren ortamı hazırlamıştır.
1924 Anayasası döneminde kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetiminin mevcut olmayışının, bu anti-demokratik uygulamaları kolaylaştırmış olup olmadığı sorulabilir.” diyerek 1924 anayasasının temel haklar konusundaki yetersizliğine ve yukarıda saydığım anayasa ihlalleri konusunda var olan yargısal denetim boşluğuna atıfta bulunmaktadır.
*****
1924 Anayasasında yapılan 11 revizyona gelince, önce makro düzeyde resmi görmek için hazırladığım şu genel tabloyu sunmak isterim:
1924 Anayasası Revizyonları Genel Tablosu
Bu tablodan anlaşılacağı üzere, 1924 Anayasasında toplam 11 kez yapılmış olan revizyonların yedisi 1960 darbesinden önce, dördü ise 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasındaki altı aylık süre içerisinde gerçekleştirilmiştir.
Tek Parti döneminde (1923-1945) 7 kez revizyon yapılmışken, CHP ve Demokrat Parti yönetimindeki çok partili dönemde (1946-1960), sadece anayasa metin dilinin değiştirtilmesiyle sınırlı iki revizyon yapılmıştır.
*****
Bitirirken kısaca değinmek istediğim genel tespitlerin başında şu gelmektedir: Rejim değişikliği gibi radikal dönüşüm için yeni anayasanın şart olmadığını, bazen anayasal revizyonlarla bunun gerçekleştiğini daha önce burada birkaç kez yazmıştım. Bugüne kadar baktığımız 1876 ve 1921 anayasaları özelinde 1909 ve 1923 tarihli revizyonlar bunun en iyi örnekleridir. Daha sonra detaylarına bakacağımız bir başka örnek ise 2017 revizyonudur.
Diğer yandan, yeni anayasa yapmak bir yana, anayasa revizyonuna bile gerek kalmadan radikal (rejim) değişimin söz konusu olabileceğinin en iyi örneği ise 1945 sonrası kurulan yeni dünya düzeninde yer almak üzere Türkiye’de İnönü ve CHP önderliğinde gerçekleştirilen radikal değişimdir: 1945 sonrasında yeni bir döneme ve yeni bir rejime geçilirken içerik olarak anayasa değişikliğine ihtiyaç duyulmamıştır
*****
Tekil revizyonlarla ilgili gözlemleri ve tespitleri gelecek haftaya bırakarak, revizyonları mikro düzeyde inceleyebilmek için hazırladığım aşağıdaki detaylı tabloyu sunmakla yetineceğim bu hafta:
1924 Anayasası Revizyonları Detaylı Tablosu
Bülent Bilmez kimdir?
Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.