
“Felsefe,
insanın kendini aptallaştırmasına
izin vermemek için vardır.”[1]
“Anne bak kral çıplak,” diye haykıran çocuksu içtenlik ve merak felsefenin aslî öğesidir. Malum felsefe hayret etmekle başlar, eleştiri ve itirazla sürdürülürken, isyanla anlam kazanır.
Bu güzergâhta felsefeye atılan ilk adım, itiraz ve doğmaları reddeden inançsızlıktır; “Felsefe eleştiridir,” ifadesindeki üzere Tommaso Campanella’nın.
Kolay mı?
Jean-Jacques Rousseau’nun, “Cehennemi başka bir dünyada aramaya ne gerek var? Cehennem zaten bu dünyada” tarifindeki hâlde felsefe, otoriteye/ devlete, “Hayır” diyebilme gücü/ cüretidir. Çünkü o, vazgeçilmesi mümkün olmayan hayallerimiz besleyen düşünce/ davranışın praksisidir.
Ayrıca felsefe sadece fikirlerin değil, aynı zamanda fikirlerin çözümlenmesine dair soru(n)ların tarihidir; yaşam üzerine tefekkür ve yaratmanın anlamını kavrama gayretidir.
Bir de Jean-François Lyotard’ın, “Felsefe yaparız çünkü dünyaya terk edilmişiz, söylenmiş ve yapılmış olanın adını koyma sorumluluğumuz var,” ifadesindeki gibi neleri bilmediğini bilmek (ve öğrenmek) ile müsemma felsefe, doğruyu yapmak için eleştirel düşüncedir.
* * * * *
İlkeler ya da ilk nedenler bilimi olarak felsefe insan(lık)a düşündüğü gibi yaşamayı öğretir. Bunun için “Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir,” der Karl Jaspers.
Bu kapsamda neleri bilmediğini bilmek bağlamında felsefe, yolda olmak demektir; aramaktır; tutarlı eylemsel sistemdir. Teslim alınamayan, diz çöktürülemeyen, boyun eğdirilemeyen düşüncenin karşılığı, devrimci praksisidir.
Malum: Felsefi düşlerini yitirirsen, aklın da köleleştirilir… Yani düşünmeyi bilmeyen, felsefeye yabancılaş(tırıl)mış insan(lık), her daim cehaletin, iktidarın kölesidir; insan(lık) felsefesiz yaşayamaz, sadece “hayatta kalır”; “İnsanların vakit öldürmek için çırpındığı zamanlar bitti. Artık vaktin ölü doğduğu, bir gelecek ufkunun yerini ‘hemen şimdi’nin aldığı çağda yaşıyoruz,”[2] saptamasındaki üzere.
Söz konusu durumda felsefe insan(lık)a bir gün öleceğini bilmesine rağmen, sanki ölmeyecekmiş gibi yaşama azmi, bilinci verir; John Berger’in, “Artık hiç kimse beklemeyi bilmiyor, çünkü beklemeye değecek bir şeyleri yok,” diye tarif ettiği hâle isyandır.
Bu hep böyledir; böyle de kalacaktır; güncel yapay zekâ söylencelerine rağmen!
Yapay zekâ, insanlık için önemli vaatler sunarken, sınıfsal eşitsizlikleri derinleştirip emek sömürüsünü de artırıyor. Yapay zekâ teknolojilerinin toplumsal önyargıları ve eşitsizlikleri yansıtan doğası görmezden gelinmemeli; “Sürdürülemez kapitalizmin kontrolündeki yapay zekâ insan(lık)ın en yakın dostu mu, yoksa daha fazla sömürüleceğimiz bir dünyanın kapısını aralayan bir tehdit mi?” düalitesi üzerine kafa yormalıyız.
Artı-değer, ücretli kölelik, yani kapitalizm var olduğu sürece, yapay zekânın insan(lık)a hizmet etmesi mümkün olmayacaktır ve mevcut eşitsizlikleri derinleşecektir. Malum, kapitalizmde sömürülenler yoksullaşmadıkça, sömürenler zenginleşemez; kapitalizm kendini devam ettirmek için sınıf farklılıklarını korumak zorundadır. Bu yüzden teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, sistem kendini var etmenin yollarını, sömürüyü sürdürülebilir kılmayı, artı değer yaratmayı esas kılacak, elindeki tüm araçları bu yolda seferber edecektir.
Burada belirleyici olan, teknolojinin kim(ler)in kontrolünde olduğu, teknolojik gelişimi kimin yönlendirdiği/yönlendireceğidir.
Tıpkı üretim araçlarında olduğu gibi yapay zekânın da özel mülkiyeti, kapitalist toplumda toplumun emeğini sömürmek için bir araç olarak kullanılacağına işaret eder.
Erich Fromm’un, “Kapitalizm, insan gibi davranan makineler ve makine gibi davranan insanlar üreten bir sistemdir,” betimlemesiyle karakterize olan bugünde, durmadan FARC’ın efsanevi lideri Manuel Marulanda Vélez’in (1930-2008), “Ruhlarınızı silahlandırın” uyarısını anımsayıp/ anımsatmakta yarar varken ekleyelim: Teknoloji “nötr” değil, kullanan/ kontrolünü elinde tutan sınıfın anlamlandırdığı bir araçtır…
O hâlde “teknoloji fetişizmi”ne sarılmak yerine, “Kapitalist üretim, teknolojiyi ve çeşitli süreçlerin bir araya getirilerek toplumsal bir bütün oluşturulmasını, ancak tüm zenginliğin asıl kaynakları olan toprağı ve emekçiyi kurutarak geliştirir,”[3] vurgusuyla betimlenen, kapitalizmin kontrolündeki teknoloji konuşmalıyız.
Hayır, yapay zekâ önemsizdir falan demiyorum, sadece “Ne”liğine dikkat çekiyorum, o kadar…
* * * * *
Ya “demokrasi” mi?
Net olalım: Nasıl tarif edilmeye kalkışılırsa kalkışılsın, sürdürülemez kapitalizmin tekelci yıkımı ile “demokrasi” mümkün değildir.
Çünkü “Sermaye özgürlük değil, egemenlik ister”ken;[4] “Birileri açlık ve sefalet çekerken, diğerleri zenginleşiyor.”[5] “Sömüren, hep aynıdır: sermaye”…[6]
Tam da bu noktada sözü V. İ. Lenin’e bırakmakta fayda var: “Bir liberalin genel olarak “Demokrasi”den bahsetmesi doğaldır; ancak bir Marksist asla şunu sormayı unutmaz; ‘Hangi sınıf için’?”
“Yalancılar ve ikiyüzlüler, beyinsizler ve körler, burjuvazi ve yandaşları, genellikle özgürlük, genellikle eşitlik ve demokrasi konusundaki boş sözleriyle halkı aldatmak isterler. İşçilere ve köylülere şunu söylüyoruz: Yalancıların maskelerini kaldırın, körlerin gözlerini açın.
Onlara sorun: Hangi cinsiyetin hangi cinsiyetle eşitliği?
Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği?
Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği?
Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş?
Hangi sınıf için özgürlük?”
“Acaba?” mı dediniz!
XVIII. ve XIX. yüzyılda, ‘Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve ‘Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ ile yükselen değer hâline gelen demokrasi bugün plütokrasiye dönüşürken; artık insanlık modern kölelerden başka bir şey değildir. Günümüzde “kapitalist demokrasi” denilen şey, az sayıda insanın kontrolü, iktidarı, sömürüsü içindir.
Aslı sorulursa, sınıflı-sömürücü yapılarda demokrasi illüzyonel imgeden ibaret olan bir yönetim biçimidir. Demokrasi “Özgürlük ve Eşitlik” ambalajıyla sunulsa da, pratikte durum çok farklıdır. Çünkü sömürücü sınıflı demokrasi=yalandır, kandırmacadır, sınıfsal çıkarların realizasyonudur; Magna Carta’nın öncesiyle sonrası arasında özde değişen bir şey yoktur…
O hâlde “Demokrasi” diye yazılanı “Diktatörlük” diye okumak en doğrusu olur; Malcom X.’in, “Eğer beyaz adamın kendisi için yaptığı şeyi sen kendin için yapmayı beceremiyorsan ‘ben beyaz adamla eşitim’ deme! Eğer demokrasi eşitlikse biz neden eşit değiliz?!” saptamasındaki üzere!
Rivayete göre kapitalizm ve demokrasi birbirini tamamlayan ideal çiftti. Kapitalizm geliştikçe demokrasi gelişecek, demokrasi geliştikçe kapitalizm daha da mutlu olacaktı. Küreselleşme bu çiftin mutlu çağıydı. Aslında bu evliliğin yürümeyeceği ABD’nin anayasasının çerçevesini hazırlayan, 4. Başkan James Maddison’un, “Demokrasiler her zaman sarsıntılar, çatışmalar gösterisi olmuştur: Her seferinde, bireysel özgürlüklerle ya da mülkiyet hakkıyla uyumsuz oldukları ortaya çıkmıştır; yaşamları genelde kısa olduğu kadar ölümleri de şiddetli olmuştur” sözleriyle vurguladığı gibi, başından belliydi. Bu arada, “Demokrasi sözcüğü Bağımsızlık Deklarasyonu’nda, ABD anayasasında yer almaz”!
Kapitalizm, özel mülkiyet, “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler” kimse kapitaliste karışmasın anlamına gelen bireysel özgürlüklere ve nihayet emekçi sınıfların (halkın) bu koşulları kabul ettiği, istikrarlı bir siyasi coğrafyanın varlığına dayanır.
Demokrasiyse, toplumun çoğunluğunun iradesini siyasi yönetime yansıtan biçimdir. Kapitalizm sık sık yaşamsal krizlere girer, bu krizlerden ancak kendini yenileyerek, bir önceki dönemde yaptıklarını yıkarak, yeniden yaparak, toplumda şiddetli sarsıntılar yaratarak çıkabilir. Bu yeniden yapılanmayı desteklemek için toplumsal zenginlikleri, değişimi yürüten azınlığın gereksinimlerine yönlendirir.
Bu süreçte toplumsal huzursuzluk artar, kapitalizme güven sarsılır. Toplumsal irade, toplumsal çıkar, önce yıkıma direnmeye çalışır; sonra toplumsal adaleti, gelir dağılımını sorgulamaya, buradan dikkatini, kapitalizme, özel mülkiyete yoğunlaştırmaya başlar; nihayet “neden başka türlü bir yaşam olmasın” sorusuna gelir.
Tabii gerçekte bu süreç böyle değil, kimi aşamaları atlayarak, patlamalar yaratarak gelişiyor. Çoğunluk iradesi, istekleri ve çıkarları kapitalist özgürlüklerle, bireysel mülkiyetle çelişmeye başlıyor.
Bu noktada kapitalizm, James Maddison’un tanımladığı yere, demokrasiden kurtulma arzusuna geri döner. Son yıllarda yoğunlaşan “Demokrasi mi istikrar ve düzen mi” tartışması, kapitalizmin boşanma arzusuna ilişkindir.[7]
Sürdürülemez kapitalizmle “demokrasi” boşanmışken insan(lık)a sunulan, -terörist zorbalığın- kalabalıklar içindeki yalnızlığı, yabancılaşmasıdır.
* * * * *
Bunlar böyleyken; yaşamın biz(ler)e sunduğu en müthiş olanak insan olmak ve kalmaktır. Felsefe hepimize bunu öğretir; insan(lık)ın son sığınağını akıldır. Çünkü yeni bir dünyayı kurmak, ilk adımı kendimizde atmakla mümkündür; bu da Epikür’un, “Mühür balmumunda nasıl iz bırakırsa, eşya da insanda öyle iz bırakır”; Erich Fromm’un, “Tüm uygarlığımız, karşılıklı kâr sağlayan bir alışveriş düşüncesi, satın alma açlığı üzerinde yükseliyor,” diye tarif ettikleri tabloda doğrularından vazgeçmeme kararlılığıdır.
Unutulmasın: Honoré de Balzac’ın, “Adaletsiz ve rezil bir dünyada yaşıyoruz,” betimlemesindeki koordinatlarda sadece yaptıklarımızın bir anlamı vardır. Ne dediğimiz, ne düşündüğümüz hiç mi hiç önemli değildir…
Boyun eğip, biat eden insan(sız)lık ortamında Alexander Herzen’e, “Modern insandan gerçekten dehşete düşüyorum. Böyle bir duygu eksikliği, böyle bir bakış açısı darlığı, böyle bir tutku ve bilgi eksikliği, böyle bir düşünce zayıflığı”; George Gurdjieff’e, “Çağdaş insanın en büyük trajedisi iç köleliktir ki bu dış kölelikten on bin kat daha kötüdür”; Papa Francis’e, “Küresel çalkantıların yaşandığı bir dönemde dünya kalbini kaybetti,”[8] dedirten tabloda yerkürenin soru(n)larının çözümüne taraf olmayanlar, ağırlaşan problemlerinin bir parçası olmakla kalmaz; yabancılaşırlar.[9]
Malum üzere, kötülük, insanın diğer insanlara karşı beslediği derin bir yabancılaşmanın sonucudur; tıpkı Karl Marx’ın vurguladığı gibi: “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür.”
“İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.”
“Kapitalist üretimin en büyük engeli, sermayenin ta kendisidir.”
“Şeylerin dünyasının değer kazanması ile insanların dünyasının değer kaybetmesi doğru orantılıdır.”
“Ne kadar az yer, içer, kitap okursan, tiyatroya, dansa, meyhaneye ne kadar az gidersen, ne kadar az düşünür, sever, kuram yaratır, şarkı söyler, resim ve eskrim yaparsan, o kadar fazla sermaye bir biriktirirsin; mezar böceklerinin ve toprağın yok edemeyeceği hazinen o kadar büyür. Kendin ne kadar azalırsan o kadar çoğa sahip olursun; kendi öz hayatını dile getirmenle dışsallaşmış hayatını dile getirmen ters orantılıdır; yabancılaşmış varlığın gitgide büyür.”
“Para, insanın işinin ve var oluşunun yabancılaşmış özüdür; bu öz ona hâkim olur ve ona tapar.”
“Elimizdeki para, aynı zamanda bu para karşılığında satmış olduğumuz şeyleri de temsil eder.”
“Sahip olduklarınız ne kadar çoksa, siz o kadar azsınız.”
“İnsan kalmanın tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı savaşmaktır.”
“İyi bir hayat yaşama kaygısı, gitgide hayatta kalma kaygısına dönüşüyor”ken;[10] “Azınlığın refahı, çoğunluğun zararına işlediği sürece, bu durum toplumsal çatışmaları körükleyecektir,”[11] biçiminde tarif edilen hâlin artısı, Arundhati Roy’un, “Kapitalizm gezegeni yok ediyor,” saptamasındaki durumdur.
* * * * *
Evet ekolojik felaket burnumuzun dibindedir; sorumlusunun da sürdürülemez kapitalizm olduğunu bir an dahi unutmadan; “Toplumsal hayatın tamamı, özünde pratiktir. Teoriyi mistisizme götüren bütün sırlar, ussal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin kavranmasında bulur,”[12] hakikâtinin altını ısrarla çizmek yanında; Percy Bysshe Shelley’in 1811’de kaleme aldığı ‘Haklar Deklarasyonu’nun 28. maddesindeki, “Hiç kimsenin yararlanabileceğinden fazlasını tekeline alma hakkı yoktur; milyonlarca insan açlıktan ölürken, zenginlerin yoksullara verdikleri şeyler, kusursuz bir iyilik değil, kusurlu bir haktır,” ilkesini savunup toplumsallaştırmak felsefe için “olmazsa olmaz”dır.
Demokritos’un “Hakikât uçurumun dibindedir,” uyarıları eşliğindeki günbatımında; Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in, “Minerva’nın baykuşu kanatlarını ancak gün batarken açar,” saptamasına;
Juvenal’ın, “İsyan bir ümit çığlığıdır. Ölü isyan etmez”…
Lev Tolstoy’un, “Sadece kitap okumak yetmez insana. Bazen meydan okumalı; kendine, hayata, dünyaya”…
Antonio Gramsci’nin, “Toplumu, mülk sahibi sınıfların çılgın ve kudurmuş güçlerinin sürüklediği ekonomik yıkım ve barbarlık uçurumuna düşmekten yalnızca işçi sınıfı kurtarabilir!”…
Émile Zola’nın, “Tek gerçek emektedir. Dünya bir gün emeğin ona verdiği şekle girecektir,” umudunun felsefi duruşu eklenmelidir.
Kolay mı? “Bizim felsefemiz” Georges Politzer’in “Gerçekten de felsefe yapmak, kahramanlık zamanlarında olduğu gibi yeniden tehlikeli bir mesleğe dönüşecek.” “Filozoflar yeniden gerçeğin dostları olacaklar,” betimlemesindeki praksistir.
27 Aralık 2024 19:12:54, Muğla.
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:287, Haziran 2025…
[1] Max Horkheimer.
[2] Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu, çev: Samet Yalçın, Açılım Kitap, 2019.
[3] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Bölüm 15, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965.
[4] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.
[5] V. İ. Lenin, Kır Yoksullarına – Sosyal-Demokratların Ne İstedikleri Konusunda Köylüler İçin Bir Açıklama, çev: Yusuf Kemal, Odak Yay., 1974.)
[6] V. İ. Lenin, Karl Marx ve Marksizm Üzerine, çev: Mazlum Beyhan, Yordam Yay., 2013.
[7] Temel Demirer, “Mülkiyet, İktidar, Devlet (=Demokrasi) Ve…”, Rojnameya Newroz, Mayıs 2016… https://temeldemirer.blogspot.com/2016/05/mulkiyet-iktidar-devlet-demokrasi-ve.html
[8] “Papa Francis: Yapay Zekâ İnsanlık İçin Bir Tehdit”, 25 Ekim 2024… https://t24.com.tr/haber/papa-francis-yapay-zekâ-insanlik-icin-bir-tehdit,1192118
[9] Bkz: i) Temel Demirer, “Yıkım ile Yabancılaşma Kıskacında İnsan(sızlık)”, Görüş, Aralık 2021… https://temeldemirer.blogspot.com/2022/02/yikim-ile-yabancilasma-kiskacinda.html… ii) Temel Demirer, “Gergedanlaş(tırıl)ma Kastı ve İnsan(lık)”, Esmer, No:75, Ekim-Kasım 2012… iii) Temel Demirer, “… “Ama”lı, “Fakat”lı, İnsan(lık) Hâl(sizliğ)i”, Patika, Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi, No:82, Temmuz-Ağustos-Eylül 2013… iv) Temel Demirer, “İnsan Olmanın (ve Kalmanın) Etiği”, Gündoğusu Dergisi, No:6 Şubat-Mart 2013… v) Temel Demirer, “İnsan Olmaya (ve Kalmaya) Söz Vermek”, İnsancıl, Yıl:23, No:269, Aralık 2012… vi) Temel Demirer, “Tüketile(meye)n İnsan(lık)”, Ümüş Eylül Dergisi, Yıl:7, No:27, Nisan-Mayıs-Haziran 2018… https://temeldemirer.blogspot.com/2018/06/tuketilemeyen-insanlik1.html… vii) Temel Demirer, “İtiraz Ahlâkı”, Ümüş Hapishane Dergisi, Yıl:3, No:9, Ekim-Kasım-Aralık 2013… https://temeldemirer.blogspot.com/2013/10/itiraz-ahlaki.html… viii) Temel Demirer, “Dik Duran Aykırı İnsan(lar)”, İnsancıl, Yıl 21, No:252, Temmuz 2011… ix) Temel Demirer, “İnsanı İnsanlaştıran Değerler: Aşk, Sanat, Başkaldırı, Mücadele”, Güney Dergisi, No:86, Ekim-Kasım-Aralık 2018… x) Temel Demirer, “Umutsuzluğun Korkularına Son Vermek”, Kaldıraç, No:247, Şubat 2022… xi) Temel Demirer, “İnsan(lık)ı Yazmak Hâl(ler)i”, Kaldıraç, No: 234, Ocak 2021… xii) Temel Demirer, “… ‘Theatrum Mundi’ ya da İnsan(lık) Dekadansında, ‘Nasılsınız’?”, Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi, No:102, Ekim-Kasım-Aralık 2022… xiii) Temel Demirer, “Ölüm Hakkında”, Kaldıraç, No:121, Mayıs 2011… xiv) Temel Demirer, “Kork(ma)mak ve Özgürlük Üzerine”, Güney Dergisi, No:107, Ocak-Şubat Mart 2024… xv) Temel Demirer, “Kapitalist Uygarlık Krizi: İnsan(lık) Hâl(ler)i ve Çürüme”, Rojnameya Newroz, Nisan 2024… https://temeldemirer.blogspot.com/2024/04/kapitalist-uygarlik-krizi-insanlik.html
[10] Byung-Chul Han, Yorgunluk Toplumu, çev: Samet Yalçın, Açılım Kitap, 2019.
[11] Zygmunt Bauman, Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?, çev: Hakan Keser, Ayrıntı Yay., 2013.
[12] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.