
Üç yazar arkadaşın daha kitapları elime ulaştı. İnsanı yazmışlar, dünyayı yorumlamışlar, kendilerini anlatmışlar, değişmenin, dönüşmesin koşullarını paylaşmışlar. Estetik kurmuşlar kendilerince, siyasi yönelimler içine girmişler. Bununla da kalmayıp değiştirme kültürüne odaklanmışlar. Mustafa Erdem, Devrim Gür ve Turan Karatepe’den söz ediyorum. Kitabın tarihselliğine ve değerine ilişkinin bir kaç söz ederek yazarlara ve kitaplarının içeriğine gelelim.
Kitap, insan yaşamının en güçlü entelektüel bileşeni olmayı sürdürüyor. Onu yok etmeyi, tarihsel teknoloji ve endüstri devrimleri beceremediği gibi sanırım, yapay zeka türünden uygulamalar da yok edemeyecek. Çünkü entellektüel tarihimizde nice alışkanlıklar, nice kültürler, nice pratikler sönümlenip gittiği halde kitap, çeşitli yaralar alsa da varlığını sürdürüyor. Halen ülkemizde her dönem binlerce kitap basılıyor, halen çok sayıda yazarın çıktığını, yazın alanında yerini aldığını görüyoruz. Halen zengin kitap içeriklerinden, kitap fiyatlarından, çok satanlardan ve popüler yazarlardan söz edebiliyoruz. Bunun önemli bir nedeni şu olabilir: Büyük emek ve bedeller ödenerek uzun zaman dilimlerinde yaratılan değerler, kolaylıkla insanlığın gündeminden gitmiyor, belleklerden silinmiyor. Kitap gibi kaç tane böyle kültür – değer vardır, bilemiyorum. Ama kitabın daha uzun bir zaman diliminde varlığını sürdüreceği anlaşılıyor.
HEYBEMDEKİ UMUT
Sözü yeni çıkan kitaplara getirmek istiyorum. Yeni kitap yayınları da, insanın ve toplumun bu alışkanlığı sürdürdüğünü gösteriyor. Her dönem olduğu gibi bu yaz ayı sürecinde de bir kaç eski – yeni yazar arkadaşın kitapları ulaştı elime. Birbiriyle doğrudan ilgileri ve ortak yanları olmayan bu eserlerin insan ve toplum gibi doğal olarak benzer temaları olduğu da bir başka realitedir. Meraklılar için bir kaç paragrafta, kitaplara dair kanaatimi paylaşmak istiyorum. Elime ulaşma sırasına göre bunlardan birisi Mustafa Erdem’in kitabıdır (Heybemdeki Umut, Yenice Kitap, İstanbul, 2024).
Yazar, kitapta keşisel ve siyasal yaşamını merkeze alarak ülkemizin son 50-60 yılında bir gezintiye çıkmış. Bu dönemin çalkantılı siyasal geçmişi, kişisel tecrübelerle konu edilirken toplumsal sürece de güçlü temaslar yapılmış. Erdem’in kişisel yaşamı, 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte bir kesintiye uğrar. Bu tarih bağlamında yüzbinlerce kişi gibi aslında Erdem’in hayatına da “kişisel” demek pek de doğru görünmüyor. Kitapta da, yazarın hissettirdiği gibi kolektif bilincin hüküm sürdüğü yıllardır. “Ben” yerine “biz” bilinci geçerlidir. Bencillik küçülmüş, kendini adama felsefesi büyüdükçe büyümüştür seksenli yıllarda.
Böylesi bir pratiği ve ruh durumunu yansıtan Heybemdeki Umut, okuru özellikle İstanbul’un semtlerinde de gezdirir. Bazen işyerleri, Erdem’in ailesinin oturduğu gecekondu semtleri, çalıştığı dükkanlar, politik mücadele yürüttüğü mahalle okulları, devrimci mücadelenin kurtarılmış bölgeleri de betimlenir. Okmeydanı vurgusu ergen ve gençlik yılları bakımından bilhassa tasvir edilmiştir. Keza Feriköy, Kuştepe, Çağlayan, Mecidiyeköy de çeşitli bağlamalarda anılır. Bunlarla birlikte yazarın toplu taşıma araçlarındaki tecrübesi, belediye otobüsü, semt minibüsleri ile yaptığı ulaşımları betimleyen tarzını da anmak gerekiyor.
Tarz derken işaret etmek gerekir ki, metni edebi kılan, yazarın tarzıdır. Bu bakımdan kitap anı türünün bir bileşeni olmakla birlikte siyasi bir tarz ile yazılmıştır. Sanırım okurun ilgisini de daha çok bu anlatım tarzı çekecektir. Siyasal ve sosyal süreçleri anlatmak nispeten kolay olsa da yazar için biyografik içerikler vermek ayrıca bir çaba ve özgünlük gerektirir. Kitabın böyle bir özgünlüğü olduğunu ileri sürmem kuşkusuz ki öznel bir iddiadır. İddianın doğruluğuna okurun karar vermesini öneriyorum. Yazım tarzı ile içerik arasında bir diyalektik olduğunu varsaymak yanlış olmaz.
İçeriği, Erdem’in siyasal yaşamı oluşturuyor. 1970’li, 80’li yılların çocukları hızlı büyüyor anlaşılan. Çocukluk, çıraklık, politik tavır ve tarz aynı yaşlarda birbirine paralel olarak varlık kazanabiliyor. Bu tür kişisel, ruhsal ve siyasal yaşam, ülkemizin siyasal tarihi ile aynı zaman diliminde var oluyor. Bu zaman dilimine ruhunu veren faşizmdir dedik. Kitap, bu ruh durumunu da açığa çıkaran özelliklere sahiptir. Nitekim daha ergenliğinin ilk yıllarından itibaren bir militan olarak izlediğimiz Erdem, siyasi poliste, kötü muamele ve işkence tezgahları sürecinde insanın iç dünyasına da projeksiyon tutuyor.

Yazar, hem kendi içine hem de arkadaşlarının içine bakıyor kitapta. Bununla da kalmıyor, devletin yakala ve kişisel olarak, irade olarak, psikolojik olarak “yok et” dediği geniş bir sol hareketin ruhsal ve fiziksel boyutunu da işaret ediyor. Böylece kitabı okurken basın ve kamuoyundan tanıdığımız pekçok kişi, kurum ve olayı da anımsama imkanı buluyoruz. Eleştiri ve özeleştirileri de içeren kitap, kendisi de devrimci gelenek içinde pratik ve entelektüel aktivite göstermiş olan Memik Horuz’un önsözüyle yayımlanmış.
DİLİN KAMBURUYMUŞ
Estetiğin önemli ilkelerinden birisi, insanın yeni olana ilgisi üzerine kurulmasıdır. Yani insan, ilk ve yeni olana büyük bir ilgi duyar. Aslında doğal insan için de geçerli olan bu ilke sanatçılar için daha da elzemdir. Zira sanat, tekrarı ve bilineni gösteren, tekrar eden eserleri sevmez. Eser, öncekilerden değişik, özgün ve kendine has bir içeriğe sahip olmalıdır. Devrim Gür’ün Dilin Kamburuymuş adlı eserine bakarken en çok bu özgünlük ilkesi dikkatimi çekti diyebilirim (Telos Yayınları, İstanbul, 2025).
Yazar, kitabın girişinde farklı bir tarz kullanarak şiirler yazdığını söylüyor. Şiirler dediği metinlerin, klasik tarzla fazla bir benzerliği bulunmuyor. Buna ilk dikkat çekilen nokta dersek ikinci olarak da eserin kısalığını not etmem yanlış olmaz. Kısa ama okuması zaman alan bir eser. Öykü – şiir karışımı bir “yeni tür” gibi duruyor. Gür’ün böyle bir metin çıkarırken ne denli meşru bir yerde durduğuna, eserlerinde çokça üzerinde durduğu tarih ve toplum karar verecektir.
Ben, şahsen yeniye meraklı biri olmama rağmen klasik olandan hiç de kopmamayı tercih ederim. Böylesi bir şüpheye rağmen yine estetiğin bir başka ilkesi ise güzelliktir. Sanat eserinde güzel gerçekleşmişse gerisi teferruattır bence. Dilin Kamburuymuş, kuşkusuz ki, kendini okutan “güzel” bir eser. Bir yanıyla kendi toprağından (Anadolu, Mezopotamya) bir yanıyla kendi toplumundan (Türkiye, Kürdistan) hareket ediyor. Bir yanıyla da evrensel insana bağlanıyor. Bu açıdan mekanın son derece geniş tutulduğu anlaşılıyor.
Daha önemlisi mekanın / coğrafyanın ele alınış veya tasvir ediliş tarzıdır. Mekan kuru, sığ ve pasif bir inorganik alan değildir Gür’ün eserinde. Ormanı, suyu, canlı cansız varlıklarıyla yaşayan bir olgular diyarıdır mekan. Bu diyar ki, (Gür’ün diyarı diyelim) yalnız insanların değil hayvanların da, kedi, köpek, güvercin, balık türünden tüm canlıların diyarıdır. Buradan bakınca Gür’ün şiirleri tüm bu bileşik, organik ve inorganik fizik dünyasını dile getirmeyi hedefliyor denilebilir.
Eserin şiir türü içinde görülmesinin bir kriterini de elbette, dili kullanma şeklinde aramak gerekiyor. Simgesel bir dil kullanımının esere hakim olduğu kesinlikle fark ediliyor. Benzetmeler, metaforlar ve cümlelerin yapısı biçimsel olarak öyküyü andırsa da, esere biraz ince bir bakışla yöneldiğimizde şiirin içene girmek kaçınılmaz oluyor. Gür’ün şiirleri somut mekanlar üzerine kurulduğu kadar zamansallık üzerine de kurulmuştur.
Şiirlerde zamanın ele alınış tarzı da Gür’e özgüdür diyebiliriz. Çeyrek asırlık, yüz yıllık, Adem öncesi ve günümüz zamanı eserde değişik şekillerde içeriğe yön veriyor. Ayrıca yüzyıl sonrası gibi ifadeler de tema haline gelmekle birlikte, geçmiş daha vurgulu bir biçimde görülüyor. Buradan bakınca fütürist bir şairden ziyade romantik bir şairden söz edilebilir.
Elbette toplumcu gerçekçi bir çizginin de hakkını veren bir şairdir Gür. Dolayısıyla romantik derken “eleştirel romantik” sıfatı ona daha uygun görünüyor. Gür’ün eserinde yer alan Serkan Eker’in yazdığı önsözde ise şairin düşünüş ve estetiği tesis ediş tarzı konu ediliyor.
HER ŞEYİ AÇIKÇA YAZMAK
Yazın türlerinin bir çoğunda adını duyduğumuz yazarlardan birisi de Turan Karatepe. Gezi forumlarında birçok kez aynı pozisyonlarda birlikte olduk. Üretken bir arkadaş. Birçok eseri var. Ne var ki kısa da olsa onun çalışmalarıyla ilgili olarak ilk defa yazıyorum. Yeni tarzlar arayan bir yazardır kendisi. Bence yeni tarz, genellikle eserin biçiminde kendini gösterir. Çünkü içerik çoğu zaman, insan ve dünya sorunlarıdır. Karatepe’nin eserinde ilk göze batan nokta eserin adıdır (Açıkça, Atalar Yayıncılık, İstanbul, 2025).
Kitabın adıyla içeriği pek güzel örtüşüyor. Bunu söylüyorum, çünkü bazı yazarlarda bu tutarlılığı görmeyebiliyoruz. Tutarlılık, samimiyet, içtenlik ve açıklığın çağımızda çok merkezi bir problem olmadığını bilmeyenimiz yoktur. Yazarın hareket noktası da burasıdır. Kapitalizmin gizlediği üretim ilişkileri yanında toplumun buna uyarak kendini kapattığını ve şeffaflığın yok edildiği ima ediliyor. Bunun panzehiri olarak “açıklık” ilkesi savunuluyor.
Karatepe, problemin zeminine ise kendi yaşam hikayesini yerleştirmiş. Buradaki kendiliği, toplumsallık bağlamı içinde görmek yanlış olmaz. Gördüğüm kadarıyla yazar büyük tezler, teoriler peşinde de değil. Söyleyeceğini adeta gündelik, canlı, somut ilişkiler üzerinden söyleme özeni göstermiştir. Sanki yazarken, okurla birlikte bu işi kotarma eğilimi taşımış. Bazen kendi yaşam pratiklerini konu ederken sözü okura bırakıyor, bazen de tarihsel şahsiyetlere başvuruyor.
Büyük anlatılar söz konusu olmadığı gibi imge, simge kurma kaygısı da güdülmüyor. Karatepe’nin kitabına her şeyin Açıkça söylendiği bir eser diyebiliriz. Kitaptaki sunuma bakılırsa şiir, öykü, düz yazı gibi illa bir türün içine hapsolma kaygısı güdülmüyor. Yenilik arayışı dediğim nokta burasıdır. Eserlerin, belirli türler içinde olması bir alışkanlık ve gelenektir. Benim açımdan daha önemlisi eserin niteliğidir. Güzeli kurması, kendini okutması ve izletmesidir. Sanırım Turan da bu noktadan hareket etmiştir.
Turan’ın, kitap bağlamında sanat, siyaset ve edebiyat tarihine bakışı da özgün ve deyim yerindeyse mütevazidir. Nazım Hikmet’ten Aragon’a; Mahsuni Şerif’ten Neşet Ertaş’a; Demirci Kava’dan Deniz Gezmiş’e kadar bir çok ozan, düşünür, devrimci ve filozof ile birlikte yürür. Onların şiirlerini, fikirlerini, ideallerini kendine rehber edinerek yürüyüşünü sürdürür. Sivas maden direnişlerinin ruhu içinde yaşama gözlerini açan Karatepe’nin Avrupa ve Türkiye tecrübesi düşünüldüğünde onun işçi sınıfı tarihine meraklı bir yazar olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bunun için kitaptaki pekçok işçi eylemi, direniş çadırları, yürüyüşler önemli örnekler olarak dikkat çeker.
Burada sanat ve estetiğin toplumsala ve politik olana bağlandığı görülür. Açıkça’da aynı bağı, yerel – evrensel diyalektiğinde de görüyoruz. Çağımızın özellikleri, Pers, Sasani, Roma gelenekleri ile ilişkilendirilir. Çağın devrimci fikirleri Spartaküs ve Hallaçı Mansur gibi şahsiyetlere eklenir. Günümüzün ve coğrafyamızın şiiri Yunus ve Pir Sultan ile sentez yapılır.
Açıkça’da felsefemize ise Antik felsefelerden temel aranır. Bu perspektifle baktığımızda Karatepe’nin bu eserde küçük çaplı da olsa bir tür düşünce tarihi yolculuğu yaptığını söyleyebiliriz.