
Türklük zihniyeti, merkezcilik ve üstünlük fantezisiyle şekillenmiş bir ideolojik yapıdır. Bu yapı, sömürge psikolojisiyle iç içe geçmiş, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramıyla da örtüşen güçlü bir zihinsel mekanizmaya dönüşmüştür.
Türklük zihniyeti, dünyanın -hatta bütün evrenin- merkezinin kendisi olduğuna dair derin, içgüdüsel bir inançla biçimlenmiştir. Bu inanç, tarihsel olarak üretilmiş bir üstünlük fantezisidir. “Her Türk dünyaya bedeldir” ve “Her Türk asker doğar” gibi sloganlar, kolektif benlik duygusunu milliyetçi narsismin üzerine inşa eder. Bu ideolojik zehir, toplumun hem kendine hem de ötekine bakışını çarpıtarak devleti kutsallaştırır ve ona bir tanrı ikamesi işlevi yükler.
Adorno’nun işaret ettiği gibi, otoriter zihniyetin özünde eleştirel düşüncenin yitimi ve kör itaatin içselleştirilmesi vardır. Türklük zihniyeti tam da bu noktada şekillenir: Eleştiri, itaatsizlik ve farklılık “tehdit” olarak kodlanır; düşüncenin yerine sadakat, özgürlüğün yerine korku geçirilir. Böylece birey, kendi insanlığından koparak ulusal mitin ve devlet mekanizmasının taşıyıcısına dönüşür.
Hannah Arendt’in vurguladığı üzere, kötülük olağanüstü bir anomali değil; aksine, günlük yaşamın bir rutini haline gelmiştir. Bürokratın dosya düzenlemesi, askerin emirleri uygulaması ya da öğretmenin milliyetçilik nutku, bu yapısal kötülüğün farklı yüzleri olarak karşımıza çıkar. Herkes “sadece görevini yapmaktadır” der; fakat bu “görev”, ötekini -Kürt’ü, Ermeni’yi, Alevi’yi ve farklı halkları- sistematik biçimde yok sayan bir düzeni yeniden üretir.
Türklük zihniyeti, kendi varoluşunu mutlak merkez olarak gördüğü için başkalarını göremez hale gelmiştir. Farklı olanı anlamak ve birlikte var olmanın yollarını aramak yerine onu bastırmayı, asimile etmeyi ve tarihten silmeyi tercih eder. Bu tutum, kendi tarihselliğiyle yüzleşememenin ve anlam yitimine uğramış bir varoluş kaygısının dışavurumudur. Karanlıktan yakınan bir baykuş gibi, kendi yarattığı karanlığın farkına varamaz.
Sonuç olarak, Türklük zihniyetinin diktatörlük biçimleri geçici olabilir, ancak yarattığı korku ve itaat kültürü uzun ömürlü bir sömürge psikolojisi olarak yaşamaya devam eder. Bu psikoloji ne geçmişiyle yüzleşebilir, ne şimdiyi anlayabilir, ne de geleceği düşünebilir. Kürt varlığını inkâr ettikçe, Türklük zihniyeti kendi hakikatinden uzaklaşır ve içten çürüyen bir uygarlık yanılsamasına dönüşür.
Bürokratik mekanizmaların rolü
Kötülük, kişisel bir niyetten çok daha fazlasıdır; bürokratik süreçler aracılığıyla normalleştirilir. Faşist ya da sömürgeci rejimler insanları “numara” veya “istatistik” haline getirerek şiddeti soyutlaştırır, sorumluluğu yaygınlaştırır.
Arendt, Nazi dönemindeki dil kullanımının suçun örtülmesine nasıl hizmet ettiğine dikkat çeker. Sömürgeci söylemde de “medenileştirme misyonu” gibi kavramlar, şiddeti meşrulaştırmak için araçsallaştırılır.
Eichmann vakası, eylemlerin sonuçlarını düşünmemenin tehlikesini gösterir. Faşist sistemler, eleştirel düşünceyi bastırarak bu durumu üretir ve sürdürür.
Hiçbir birey kendisini “kötü” hissetmez; suç, kurumlar ve kolektif hedefler arasında paylaştırılır. Sömürgecilikte zulüm, “devletin çıkarı” ya da “güvenlik kaygısı” adı altında aklanır. Türk devleti ve kurumları tarihsel olarak Kürt soykırımını defalarca uygulamış birer cellat ordusu gibi çalışmıştır. Bugün hâlâ bu zihniyet tüm güncelliğini korumakta; ancak daha sistematik ve çok daha sofistike bir dil kullanarak soykırımı sürdürmektedir.
Zamanla kötülük olağanlaşır. İnsanlar toplama kamplarını, sürgünü veya baskıyı “işin bir parçası” olarak görmeye başlar. Sömürgeci düzen, bu normalleşme mekanizması sayesinde devam eder.
Türk devletinin Kürtlere yönelik askerî, siyasî, ekonomik ve kültürel uygulamaları, uluslararası platformlarda belirli söylemlerle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu dil, geçmişin dehşetini çağrıştıran “nihai çözüm” benzeri bir kurguyla örtüşen tehlikeli bir meşrulaştırma örneğidir.
Son dönemdeki sınır ötesi tezkereler, kapsamlı operasyon planları ve medyada yer alan “Yüzyılın Operasyonu” başlıkları, bazı stratejik yaklaşımların yeniden canlandırıldığını göstermektedir. Bu tür süreçlerin “fırsata dönüştürülmesi” ve ardından “nihai çözüm” mantığıyla hareket edilmesi riski son derece büyüktür. “İyi Kürt- Kötü Kürt” ayrımı üzerinden yürütülen “askerî tasfiye” dili, haklı gerekçelerle değil; daha çok bir halkın varlığını ortadan kaldırmaya dönük bir söylemin parçası olarak okunmalıdır.
Sonuç olarak, Türklük zihniyetiyle yüzleşmek yalnızca tarihsel bir sorumluluk değil; aynı zamanda demokratik, adil ve eşitlikçi bir geleceğin ön koşuludur. Yüzleşme, hesaplaşma ve onarım süreçleri olmaksızın hiçbir toplumsal barış kalıcı olamaz. Bu nedenle, eleştirel düşüncenin güçlendirilmesi, bürokratik şeffaflık ve hukukun üstünlüğü; sömürge psikolojisinin çözülmesi için temel araçlardır.
 
				
 
						