
“Yenilemeyeceğim
Boyun eğmeyeceğim hiç bir şeye
Hep direnen bir yanım kalacak!”[1]
Öyle vasiyet etmiş: Küllerini, dostları Hollanda kıyılarından Kuzey Denizi’ne serpmişler. Sulara karışmış…
Ardından da, can dostlarından Sırrı Ayhan’ın girişimiyle son yıllarında yanında olan-olmayan ahbapları, arkadaşları, tanışları onun hakkında bir kaç satır, birkaç sayfa çiziktirmişler. Kendine değgin yazdıkları ve kendisiyle yapılmış söyleşiler de eklenince, ortaya her bir parça diğeriyle örtüştükçe son derece çarpıcı bir portre çıkmış: “Suya Karışan Sürgün. Dostları Abdülkadir Konuk’u anlatıyor”[2]…
Abdülkadir Konuk: Dedesi ve babaannesi Ermeni oldukları için Hınıs’ta Şeyh Sait’in adamlarınca öldürülen, baba tarafından Ermeni, ana tarafından Kürt, bir dünyalı… Ermeni kökleri, coğrafyamızda pek çok aile içinde olduğu gibi, gizli tutuluyor… “Ulusları, dinleri, mezhepleri, milliyetleri 18 yaşında reddettiğim ve sadece ‘insan sevgisini’ savunduğum için, 66 yaşımda ‘Ermeni kökenli’ olduğumuzu öğrenmek bende bir değişiklik yaratmadı. Bütün dünya benim ülkem, bütün insanlık benim halkım.” (s.20-21)
Okumayı babasının düzenli olarak aldığı Cumhuriyet gazetesinde söken… İlkokulda öğretmenlerinin gözbebeği… Meslek lisesinde parlak öğrenci… 17 yaşında köy öğretmeni… İdeal bir “Cumhuriyet çocuğu” … [Oysa içten içe patlamalı. Yoğun yoksulluk ve Kürt-Ermeni karması bir ezilmişlik tarihi, geleceğin gözü kara devrimcisini harmanlıyor bağrında, gizlice… Devlete karşı ilk eylemini parmak kadar çocukken, yaşadıkları Erzincan’ın saçaklarındaki Vağaver mahallesinde gecekonduları yıkmaya gelen zabıtaları taşlayarak gerçekleştirecek (s.27)]… Sahne tozuyla ilkokul sıralarında yıldızı olduğu müsamerelerde tanışan… Ve bu tanışlığı sürgün yaşadığı Köln’de kurduğu gençlik tiyatro grubuyla sürdüren (s.30)…
Abdülkadir Konuk… 1980 TARİŞ direnişinin TDKP’li militanı. İdamlık… Dosyası mecliste, Şirinyer, Buca, Selimiye, Sultanahmet, Burdur, Ermenek, Konya, Çanakkale, Sağmalcılar, o zindandan öbürüne sürülerek geçen 7 yıllık mahpusluğa, partisinin İstanbul örgütünün yardımıyla 24 Nisan 1989 günü sevk edildiği Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’nden kaçarak son verecektir. (Merkezin kaçırılma işinden uzak durduğunu, “ajan”lıkla suçlandığını sonraları, Almanya’da öğrenecektir…)
Sonra bir şişme botla, tek başına Ege denizini geçip Yunanistan’a ulaşma. Ve siyasal sürgün olarak Almanya’da geçen yıllar. Düren kentinde, Heinrich Böll’ün evinde bir yıllık konukluk. Cezaevinde başladığı yazarlık serüvenine Almanya’da devam edecektir. Bilanço: bir kısmı Almanca’ya da çevrilen 34 kitap…
“Otuz dört kitabı yayınlanan, bazı kitapları Almanca’ya çevrilen biri olsam da, kitaplarımdan güçlü bir ekonomik gelir sağlayamadım, yayıncılar bana kitaplar verdiler elbette, ama sokaklara çıkıp kitap satan bir tüccar olmadım, armağan ettim o kitapları arkadaşlarıma, sadece bazı okuma toplantılarında satıldı birkaç kitap, kazandığım parayı da toplantıya katılanlardan bazılarıyla aynı akşam tükettim lokantalarda. Almanya’da insanların paraya tapınmaları beni çıldırttı, kendimi öldürmeye bile kalkıştım, beceremedim. Para için mi zindandan kaçmış, mülteci olmuştum ben?” (s.75)
Sürgün yaşamı iki sözcükle özetlenebilir: Yoksulluk ve onur… Biri, diğerini besleyen… “Tüccarlığı” onuruna yediremez, zaten beceremez de… Eş-dostun desteğiyle kurduğu bir-iki işletme (kafe, lokanta) kısa sürede batar. Çıkarmaya çabaladığı dergi, kurmaya çalıştığı tiyatro grubu da fazla uzun ömürlü olmaz. Geçimi garsonluk-bulaşıkçılık, sosyal yardımlar, sosyal hizmet kurumlarının gösterdiği geçici işler, olasıdır ki köşe yazarlığı yaptığı Yeni Ülke, Özgür Gündem ve Özgür Politika gazetelerinden aldığı az miktarda para ve eş-dostun zaman zaman buzdolabına doldurduğu yiyecek-içeceklerle olur. Parayla ilişkisi anarşistçe olmuştur, sürgün yılları boyunca. Biriktirmek, ev-bark almak, yatırım yapmak filan için değil, hayatta kalabilmek için kazanmaya çalışır. Hasbelkader eline fazlası geçtiğinde, eşe dosta açar sofrasını, babadan kalma alışkanlıkla sevdiği rakı, kendi eliyle hazırladığı mezelerle donatır dost sofrasını.[3]
Onur ve yoksulluk, çocuklarına babalık etmesini de engeller. Türkiye’de dünyaya gelen üç çocuğu, onunla ilişkiyi kesecektir bu nedenle. Almanya’da doğan oğlunu ise, çocuğun annesinin eline bakmak ağrına gittiği için terk eder: “… ‘Baba’ olabilmek, bir çocuğu dünyaya getirmeye yardım etmek değildi. O çocukla birlikte yaşayabilmek, ona destek olabilmek, mutlu olabilmesini sağlayabilmekti. Çocuklarımla bunları yaşayamadığım için suçlayabileceğim tek kişi, kendimdi. İnsanların kendi geçimlerini sağlayabilmeleri için, elbette paraya ihtiyaçları vardı, ama parayı kutsallaştırmak, tanrılaştırmak, liderleştirmek, her şeyin önüne çıkarmak benim için çok iğrençti…” (s.53)
Bir süre çalıştığı Kürt basınıyla ilişkisi gelgitlidir; sıkça son verilir köşe yazılarına. Sonra yeniden çağrılır. Bekaa’ya gider, Abdullah Öcalan’la röportaj yapar; gözlemlerini, izlenimlerini yazar, kitaplaştırır. Yazdıklarından bazıları, gazete yöneticilerinin hoşuna gitmeyecektir[4] (s.52)…
Sözünü sakınmayan, dobra, kimi zaman “patavatsız” tavrı, içten pazarlıksızlığı, biat ilişkilerini reddedişi öyle gözüküyor ki dosttan çok düşman kazandırmış ona. “Bana, yani ‘Kötünün Kötüsü Adam’a, ‘Huysuz, geçimsiz, küfürbaz, kavgacı, kumarcı, intiharcı, ajan, faşist’ diyen çok insan var. Bu sözleri yüzüme değil, arkamdan söylemeyi yeğlediler. Ama aynı insanlardan bazıları benim için; ‘kötü olmasına karşın, beyni insan sevgisiyle dolu biri’ de diyebiliyorlar.” (s.15)
“İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur,” der Attila İlhan bir şiirinde. Abdülkadir Konuk da yorulmuş. Evinin dört duvarı arasında kimsenin duymadığı açlık grevlerinin yanı sıra (s.55) üç intihar teşebbüsünü de sığdırmış sürgün yıllarına… “Kendi kendine kaldığında saz, cümbüş, mandolin, keman çalan, yağlıboya resimler, oyma işleri yapan” (s.54) biri için yadırgatıcı mı? İnsanın neresinden yaralı olduğunu kestirmek zor…
Evet, bazen insan bir akşamüstü ansızın yoruluveriyor… Adalet, eşitlik, ezilenlerle dayanışma duyguları, burjuva yaşam tarzına, tüketim toplumuna, yabancılaşmaya karşı derin öfke, etinde, kemiğinde, yoksul yaşamında sürse de, sosyalizmden yoruluvermiş: “200 yıl önce yaratılan teorilerden birçoğu dönemlerinde geçerliyken, günümüzde halkı geriye iteleyen teoriler haline gelmişler… Günümüzde gelinen noktada haklı olduğum açıkça ortada. Proletarya değil, robotlar çalışıyor artık ağır fabrikalarda, onlar üretiyor her şeyi. Önemli olan ezilen tüm kitleleri bir araya getirebilmekti. Bu nedenle “İNSAN SEVGİSİYLE ULUSLARARASI BİRLİK” öne çıkarılmalıydı…” (s.63)
Abdülkadir Konuk… Erzincanlı, Kürt-Ermeni yoksul bir ailenin aykırı evladı. Öğretmenlerin gözbebeği, zeki, çalışkan öğrenci, gencecik köy öğretmeninden proletarya enternasyonalistine, devrimci militana dönüşüm… Üzerindeki idam fermanının gölgesinde bir işkencehaneden diğerine, bir zindandan diğerine sürgünle geçen yedi yıl… Ve hakkında “vur emri” çıkartılmasına yol açan firar. Bir gece bir çocuk botuyla 5.5 saat kürek çekerek Yunan adalarına ulaşma. Lavrion kampı; ardından Almanya’ya iltica… PKK ile dirsek teması, Bekaa ziyaretleri. PEN üyeliğine kabul edilecek kertede velut bir yazın yaşamı: Zindana, sürgün yıllarına sığdırılan 34 kitap… Kabına sığamayan bir yaşam, kısacası.
İnsan “böylesi bir yaşamdan, ‘insan sevgisiyle uluslararası birlik’ten daha anlamlı, daha derin, daha vurgulu bir sonuç çıkmalı” demeden edemiyor… Bu fırtınalar, bu denli sade suya tirit bir sona bağlanmamalı. Ama dedik ya, insanın neresinden yaralı olduğunu kestirmek zor…
* * *
70’li yılların devrimci militanlarının yaşam öyküleri hem ayrıksı, hem de sıradan. Bir anıyla bağlayalım sözü; 2011’de ‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’ olarak ‘İsmail Beşikçi Sempozyumu’ düzenlemiştik. Yurtdışından konuklar vardı; İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Index on Censorship, vb. Salonda ise çoğunlukla saçları ağarmış, mülayim hâlli, 68/78 kuşağı mensupları. Eşlik ettiğimiz bir kadın konuk, bir ara yanımızdan ayrılıp sempozyum başlamadan fuayede çay kahve içip tatlı tatlı sohbet eden ak saçlıların arasına karıştı. Yeniden yanımıza geldiğinde, gözleri fal taşı gibi açılmış, soluğu kesilmişti. “Aman Tanrım,” dedi. “İçeridekilerin çoğu ya birilerini öldürmüş, ya hapishaneden kaçmış, ya Filistin’de savaşmış!” Birbirimize bakıp gülüşmüştük… Vukuatın sıradanlaştığı bir tarih kesiti, bir coğrafya parçası bizimkisi…
Abdülkadir Konuk da “Saçmalık mı, değil mi bilmiyorum/ Bir tek şey istiyorum/ Çaresizliği yenmek,”[5] dizeleriyle müsemma bu tarihin, bu coğrafyanın bir sıra neferi. Anıları ve hakkında yazılanlar, bu kolektif serüvenin bir parçası olarak okunmalı.
Ve son olarak, kitabı derleyerek örneğine ne yazık ki pek de sık rastlamadığımız kadirşinaslık örneği veren Sırrı Ayhan’ın yüreğine sağlık, diyoruz.
20 Mayıs 2025 18:12:59, Muğla-İstanbul.
N O T L A R
[*] Avrupa Demokrat, Mayıs 2025…
[1] Ahmet Erhan.
[2] Suya Karışan Sürgün-Dostları Abdülkadir Konuk’u Anlatıyor, Derleyen: Sırrı Ayhan, Sidar Yay., 2025, 230 sayfa.
[3] “Bir itirafta bulunmalıyım; yoksulluğumun asıl sorumlularından biri benim. Parayı hiçbir zaman sevmedim. Neyzen’in deyişiyle, ‘o pisliktir, üstüne geldiğinde onu hemen atmak gerekir’ düşüncesi hakim oldu bana. Bu nedenle savurgan, tutumsuz bir insanım. Zaten öyle tutulacak bir pislik de geçmedi elime. Tüm kazancımı halk, parti ve devrim için harcadım, ve partiden ayrılınca ‘kırk yıllık yani, iki sallamayla olmaz ki kani!’ sözüne uygun yaşadım.” (ss. 55-56)
[4] “Kampta bulunan barfikste bir gün denedim kendimi. Öğretmen okulundayken iyi bir barfiksçi sayılırdım. Baktım kendimi yukarıya bile çekemiyorum. Sonra yeniden tırmandım bir tepeye, koşmayı denedim yine. Dağ bile değil, taşlı küçük bir tepeydi. Nefesim kesildi. İn oğlum, gidip milletin başına bela olma dağlarda. Git gazeteciliğini, yazarlığını yap, öyle daha yararlı ol olacaksan, dedim ve PKK’ye katılmaktan vaz geçtim. Katılmamamın bir başka nedeni vardı elbette; birilerinin önünde ‘hazır ol’da durmayı hiç sevmiyorum.” (s. 43)
[5] Ferit Edgü, Hakkâri’de Bir Mevsim, Sel Yay., 2006, s.60.