
Bundan 45 bin yıl kadar önce, Son Buzul Çağı’nda kuzey Avrupa’da küçük bir grup insan, inanılmaz zor şartlarda hayata tutunmaya çalışıyordu. Sayıları birkaç yüzle ifade edilebilecek olan bu grup ren geyikleri ve tüylü gergedanlar avlıyor ve Polonya’dan İngiltere’ye kadar geniş bir coğrafyada sürekli hareket halinde bulunuyordu. Ve daha sonra ortadan kayboldular. Arkalarında sadece yaprak şeklindeki taş aletler ve birkaç kemik kaldı. Yapılan araştırmalarda günümüzde yaşayan hiçbir insanın bu küçük gruptan DNA izleri taşımadığını tespit etti.
İnsanların bir tür olarak tüm Dünyaya yayılıp gıda zincirinin tepesine oturması sürekli “zaferlerle” anlatabileceğimiz bir hikaye değil. Tam aksine, insan türünün birçok soy ağacı arkalarında hiçbir iz bırakmadan yok olup gitti.
DNA incelemeleri artık bu yok olan grupların hikayelerinin bir kısmını aydınlatıyor. Bu hikayeler aydınlatıldıkça, türümüzün bizim olduğumuz tarafının nasıl varlığını sürdürdüğünü de daha iyi anlıyoruz.
Göç dalgaları ve etkileşimler
Modern insanın evrimi ve dünyaya yayılışı, yalnızca biyolojik bir gelişim değil; aynı zamanda kültürel, coğrafi ve çevresel etkileşimlerle şekillenmiş karmaşık bir süreç. Yaklaşık 350 bin yıl önce Afrika’da ortaya çıkan Homo sapiens, zamanla dünyanın dört bir yanına yayıldı.
Genetik araştırmalar, bugün Afrika dışındaki tüm insanların, 50 ila 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkan tek bir göç dalgasından geldiğini gösteriyor. Bu ilk dalga, batı Asya’ya ulaştıktan sonra bazı gruplar Hindistan, Çin ve Rusya’ya doğru ilerledi, bazıları ise kuzey ve batıya yönelerek Avrupa’ya ulaştı.
Ancak göçmen atalarımız, boş kıtalara değil, zaten başka insan türlerinin yaşadığı bölgelere girdi. Avrupa ve batı Asya’da Neandertaller, doğuda Denisovalılar, Güneydoğu Asya adalarında Homo luzonensis ve “hobbit” olarak bilinen Homo floresiensis türleri yaşıyordu. Bu türler, modern insanların yayılışıyla birlikte zamanla ortadan kayboldular. Neandertaller ise muhtemelen en son hayatta kalan türdü ve yaklaşık 40 bin yıl öncesine kadar İspanya’nın güneyinde yaşadılar.
Modern insanların Avrupa’daki varlığı, arkeolojik kayıtlarla ve DNA analizleriyle giderek daha net biçimde ortaya konuluyor. Rusya’nın güneybatısındaki Don Nehri kıyısında 37 bin yıl önce yaşamış olan Kostenki-14 adlı bireyin genetik mirası, bugünkü Avrupalılarla doğrudan bağlantılı. Çin’deki Tianyuan Mağarası’ndan elde edilen 40 bin yıllık kalıntılar ise, Asya halklarının atalarına ışık tutuyor.
Fakat bu göç hikayesi kesintisiz bir zafer hikayesi değil. İlk gelen bazı gruplar Avrupa’da kalıcı olamadılar. Bulgaristan’daki Bacho Kiro mağarasından 46 ila 42 bin yıl öncesine tarihlenen Homo sapiens kalıntıları, bugünkü Doğu Asyalılarla akraba olsa da modern Avrupalılarda bu gruba ait genetik izler bulunmuyor. Aynı durum Romanya’daki mağaralarda yaşayan erken Homo sapiensler için de geçerli.
LRJ kültürü
1800’lerden bu yana İngiltere, Almanya ve Polonya’daki farklı mağaralarda bulunan yaprak biçimli taş aletler, uzun süre farklı kültürlere ait sanılmıştı. Ancak 1980’lerde bunların ortak bir kültüre ait olduğu anlaşıldı ve bu topluluğa Lincombian-Ranisian-Jerzmanowician (LRJ) adı verildi. 2024’te Almanya’daki Ilsenhöhle mağarasında yapılan kazılarda elde edilen DNA örnekleri, bu aletleri yapanların 45 bin yıl önce yaşamış modern insanlar olduğunu ortaya koydu.
Aynı yıl içinde Çekya’daki Zlaty Kun bölgesinden elde edilen bir bireyin DNA’sı, Ranis halkıyla akraba çıktı. Bu bulgu önemliydi çünkü 1500 kilometre uzaklıkta bulunan iki yerleşkede yaşamış bireyler birbirleriyle akrabaydı. Araştırmacılara göre bu grup yaklaşık 200 yetişkinden oluşuyordu ve 15 nesil boyunca bu nüfusu korudu.
Bu topluluğun üyeleri, koyu renkli ten, göz ve saçlara sahipti; Afrika kökenli oldukları açıkça görülüyordu. Ancak yaşadıkları soğuk iklim, küçük nüfus yapısı ve çevresel zorluklar nedeniyle bu gruplar zamanla yok oldular. LRJ insanları, ren geyiği, at ve o dönemde Avrupa’da hala yaşayan tüylü gergedanları avlıyor, mağaraları ise genellikle kış uykusundaki ayılar ve sırtlanlarla paylaşıyordu.
New Scientist dergisine konuşan Fransız arkeolog Ludovic Slimak, modern insanların Avrupa’ya üç büyük göç dalgasıyla ulaştığını ileri sürüyor. İlki yaklaşık 55 bin yıl önce, ikincisi 45 bin yıl civarında (LRJ grubu), üçüncüsü ise yaklaşık 42 bin yıl önce gerçekleşti. Üçüncü dalga, Proto-Aurignacian adı verilen ve tüm Avrupa’da bulunan karakteristik aletleriyle tanınıyor. Bu dalga, bugünkü Avrupalıların atası olan grubu oluşturdu.
Üçüncü dalganın başarısı, daha kalabalık ve birbirine bağlı topluluklar olmalarına bağlanıyor. Daha ılıman iklim koşulları, kaynak bolluğu ve nüfus yoğunluğu, bu grupların daha yaygın şekilde yerleşmesini sağladı. Bu büyük gruplar kültürel geleneklerini koruyabildiler, geniş alanlara yayılsalar da benzer aletler üretmeyi sürdürdüler.
Amerika’da da soyları tükenmiş gruplar olabilir
Modern insanlar son olarak Amerika kıtalarına ulaştılar. Asya’dan Kuzey Amerika’nın kuzeybatısına geçtiler. Bu geçişin 16 bin yıl önce başladığı düşünülse de, Meksika’daki Chiquihuite Mağarası ve ABD’deki White Sands Ulusal Parkı gibi alanlarda daha eski insan izlerine rastlandı. Yani kıtadaki insan varlığı çok daha eski olmaya aday.
Ancak tıpkı Avrupa’daki erken gruplar gibi, Amerika’ya ilk ulaşan bazı toplulukların da soyları tükenmiş olabilir. Kolombiya’da 2024’te yapılan bir çalışmada, 6 bin ila 500 yıl öncesine ait 21 bireyin DNA’sı incelendi ve modern topluluklara katkıda bulunmayan, kaybolmuş bir avcı-toplayıcı grup keşfedildi.
Afrika’da DNA bulunamıyor
Modern insanın beşiği olan Afrika kıtasında ise iklim koşulları nedeniyle DNA’nın korunması zor olduğundan, eski topluluklara dair bu yolla elde edebileceğimiz bilgiler halen sınırlı.
DNA molekülleri normal koşullarda ölümden sonra enzimlerin, mikroorganizmaların ve kimyasal süreçlerin etkisiyle hızla parçalanıyor ve ortalama olarak yaklaşık 10 bin yıl içinde de ciddi oranda bozuluyor. Sıcak ve nemli iklimlerde ise bu süre yüzlerce yıla kadar kısalıyor. Afrika kıtasında da bu nedenle DNA’dan hareketle sonuçlar elde edemiyoruz.
* * *
Mısır DNA’sında Mezopotamya izleri
Bilim insanları bundan 4 bin 500 sene önce Mısır’da yaşamış bir bireye ait DNA’yı ilk kez başarıyla analiz etti. Antik DNA, Mısır medeniyeti ile Mezopotamya arasındaki bağ konusunda da ipuçları sunuyor.
İngiltere’nin Liverpool kentindeki Dünya Müzesi’nde korunan iskelet, Mısır’da bir çömleğin içine yerleştirilmiş ve bir kaya mezarına konmuş halde bulunmuştu. Dönemin üst sınıflarına ait gömü geleneğini yansıtan bu kaya mezarları DNA’nın korunması için de görece daha iyi bir ortam sunuyor.
Liverpool John Moores Üniversitesi’nden Adeline Morez Jacobs’un verdiği bilgilere göre yapılan karbon testleri, bireyin MÖ 2855 ile 2570 yılları arasında yaşadığını gösteriyor. İskeletteki fiziksel izler, bireyin hayatı boyunca ağır beden gücü gerektiren bir işle uğraştığını ortaya koyuyor. Sürekli öne eğilme, uzun süre oturarak çalışma ve kollarını öne uzatmaya dayalı bir yaşam tarzı, araştırmacıları bu kişinin bir çömlekçi olabileceği düşüncesine yönlendirdi.
Araştırmacılar, bu bireyin diş köklerinden aldıkları örneklerle tüm genomunu çözümlemeyi başardı. Antik Mısır’dan şimdiye dek elde edilen en eksiksiz genom verisi olarak nitelendirilen bulgular incelendiğinde bireyin yaklaşık %80 oranında Kuzey Afrika kökenli olduğunu doğrularken, geri kalan %20’sinin ise Bereketli Hilal’e — ait genetik izler taşıdığını gösteriyor. Bu, Antik Mısır ile Mezopotamya arasındaki bin kilometrelik mesafeye rağmen, aralarında genetik düzeyde bir bağlantı olduğunu ortaya koyuyor.