
HAYIR
Ben gökyüzünden dünyayı dolaşan küçücük bir bulut olsam;
“ya derdim; insanlığa ve evrensel haklarına beş kuruşluk değer vermeyen bir toplumda, vicdanların kör – sagır – lal oldugu bir coğrafyada, tüm cığlıkların benim gibi boşlukta savrulduğu, acı bir çığlıktan öteye bir anlam taşımayan, „sözde“ demokrasinin dahi kendine yer bulmadığı, hiçe sayıldığı bu günlerde, insanların birlik olup HAYIR’li bir temmenide bulunmaları gerekmez mi…” diye acıyan gözlerle size bakardım, ardından acı çığlıklarınız soğusun diye yanımda taşıdığım yağmur taneciklerini salardım üstünüze.
Ve bu olup bitenler, silinen hayatlar, demir parmaklıkların arkasına kapatılan sesleri kimsenin duymadığı ve kedi-köpek-çayır-çimen edebiyatı yapanları yadırgardım herhalde.
Bunu demekle hayvanları-çicek ve doğayı sevmediğimden degil, sadece yaşanan gerçekliklere bir hayli zıt düştüğünü gördüğüm içindir hani kraliçenin dediğini anımsatan „ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler“ misali.
Herşeyi karanlığa boğan, nefes alacak hava dahi bırakılmayan, insanların ajanlaştırıldığı ve insanı insana düşman etme uğraşıları; düşünen beyinlerin, hafiften sesini yükselten insanların susturulmaya çalışıldıği bu günlerde, istemeden de olsa biraz yadırğıyor olduğum içindir…
Ve hemen peşinde, “madem bu kadar seven” bir toplumda, neden “llk basta kendilerini, insanları sevmiyorlar” diye şaşkınlığıma biraz daha şaşkınlık eklenirdi.
” Neden bu adaletsizliğe son, tüm evrensel hakları yok eden yasalara HAYIR diye sokaklara çıkmıyorlar, hep beraber yeter artık diye bağırmıyorlar”, diye devam ettirirdim şaşkınlıkta oluşan bu düşünce selimi.
Biraz empati, biraz medeni cesaret, sağ duyulu olmak, haksızlıklara HAYIR demek gerekmez mi, diye eklerdim peşinde de.
Günlük manşetler desen insanı insan olmaktan bezdiren, öldürülen kadınlar; “pekii bu kadınların yaşamaya hakları yok muydu” diye sorar, kadına siddet en uç noktalara yükselirken, şiddet, tecavüz … çığlıkları neden duyulmuyor diye sorardım.
Peki işlemeyen adalet-hak-hukuk…
İki gözüde bağlanmış justisiyaya acırdım, yağmur tanelerini sele dönüstürerek.
Justisiyanın gözü bağlıda, ya insanların gözü ve vicdanı da mi bağlı bu olup biten haksızlılara karşı bu kadar sessizler, diye sorardım.
Daha sıralanacak o kadar şeyler var ki… nerden başlayıp nerde noktalamak gerek?…
Hep üç maymunun mu oynanmasi gerekir…senelerce ve hala…
Düşünen, halkın oylarıyla seçilmiş halk temsilcilerini içeri atan, 74 yaşında, hayatını barışa adamış bir barış elçisini elleri kelepceli hastaneye götürülürken çekilmiş resimlerini gördüğümüzde, “adalet bu mu?” diye soruların yükselmemesi! Hani derler ya; şöyle, yerden göğe, taaa bana kadar ulaşacak , “yeter artık”, “hemen barış” diyen seslerin yankısını hala bekliyorum, da derdim.
Hadi diyelim; bu susturulmaya çalışılan insanları sevmiyorsunuz, hadi diyelim ki bu insanlar çok kötülerdi, o zaman siz kendi çocuklarınızı da mi sevmiyorsunuz, geleceklerini ellerinde alarak kara bir yarınlara teslim ediyorsunuz, diye sorardım.
O yadırğayarak baktığım coğrafyanın üzerinde geziniyorum yavaş yavaş; halkın nabzını yoklamak için. Dolaşdığım yerlerde insanların sohbetlerine kulak misafiri oluyorum yukarıdan. Çarşıda, pazarda, sokakta duyduklarımdan ben bile korkmaya başladım, her sarf edilen sözcük sizi – sizden biraz daha uzaklaştırıyor sanki.
İnsanlar arasında öyle bir uçurum ve yaralar açılmış ki, tüm bunlardan nasıl arınır bu insanlık.
Boğulmak üzere kara kuyunun içinde tüm değerler.
Öylesine bir “ötekileştirilme” olmuş ki, bu “ötekileştirilme” nin yanı sıra ise körüklenen kin ve nefret…
Bütün bu duyduklarıma ve serpiştirilen onca nefrete rağmen ben iyimser düşünen bir bulut olduğum için hala insanlarda bir vicdanın varlığına ve hala “Baris hemen simdi” diyen milyonların sesinin bana doğru yükseleceğine inanmak istiyorum.
Ve ben yağmurlarımı beraberimde alıp başımı gideyim ki, güneş açsın, doğsun yeniden, ışınlarıda öyle güçlü olsun ki, donmuş yürekleri çözsün, eriyen buzlardan barış tohumları yeşersin yeniden…
Birazcık yaşam, birazcık umut, birazcık mutluluk, birazcık barış için…