
“Bilgi, öngörü ve bakım kurumları, örneğin tıp,
siyasi iktidarı desteklemeye yardımcı olur.
Psikiyatriyle ilgili kimi vakalarda bu,
skandala varacak ölçüde barizdir.”[1]
Hapishaneleri biliyoruz… Bu topraklarda hiç tükenmeyen bir “mahpushane yazını geleneği”nin “bereketli” ürünlerinden (yolu mahpushaneden geçmemiş yazar sayısı azdır bu coğrafyada…), tutsak kardeşlerimizin yılmadan, usanmadan dışarıya seslerini ulaştırma çabalarından, tutsak ailelerinin çırpınışlarından, İHD’nin, TİHV’nın çabalarından, ÇHD’nin, ÖHD’nin, bazı baroların, TTB’nin kamuoyuna sunduğu raporlardan, muhalif medya organlarından…
İktidarın CHP’li belediyelere art arda düzenlediği operasyonların ardından hapishaneler daha da görünür hâle geldi kamuoyunun en azından bir bölümü nezdinde… O güne dek hapishanelerde yalnızca “katillerin, hırsızların, teröristlerin” filan tutulduğunu düşünen, ama günlerini “asla bizim başımıza gelmez” umursamazlığında geçiren kimi tuzu kuruların da akıllarına gelmeyen, başlarına geldi. Tutuklu ya da ziyaretçi olarak yolları sık sık düşer oldu Silivri’ye, Sincan’a, F Tiplerine, “Kuyu” Tiplerine…
Diyeceğim o ki, hapishaneler ve tutsakların sorunları giderek daha yaygın bir kamuoyunun ilgi alanına giriyor. Bu ilginin kısa sürede toplumun daha geniş kesimlerinde, daha yüksek sesli tepkilere evrilmesi, insan haklarının en pervasız biçimde çiğnendiği alanlar olma özelliğini taşıyan hapishane sisteminde köklü bir değişime gidilmesi, umudumuzdur.
Ama infaz sisteminde bir “kör alan” var ki, pek azımız orada neler olup bittiğinden haberdarız.
Resul Kocatürk, kendi 22 günlük deneyiminden hareketle işte o “kör alan”a ışık tutuyor, görmek isteyen gözler, duymak isteyen kulaklar, bilmek isteyen akıllar için. Resmî adıyla, “Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi Adlî Servis(ler)i”… Resul, “tımarhane” diyor. Haksız mı? Hayır. Ama neyi, nasıl “tımar” ettikleri, son derece tartışmalı…
Anlattıkları tüyler ürpertici. Ama öncelikle Resul Kocatürk kim, ona bakalım. Resul, yurdun muhtelif mahpushanelerinde 31 yılını doldurmuş bir devrimci mahpus. Hapiste bunca yılını geçiren çoğunluk gibi, o da bir hasta tutsak. 2000 Aralık “Hayata Dönüş” katliamı ile sonlanan F Tiplerine karşı direnişten kalma Wernicke Korsakoff sendromunun yanısıra, astımal bronşit, mide ülseri, kronik bel, baş, boyun, sırt ağrıları, hipotiroid, irritabl kolon vb. hastalıklarla ve kanser olasılığıyla boğuşuyor.[2]
İnfazını tamamlamış olmasına ve giderek ağırlaşan sağlık durumuna karşın, daha yeni Kırıkkale/Hacılar’dan Buca “Yüksek Güvenlikli” ye (hani şu “kuyu tipi” diye bilinenlerden) sevk edildi.[3] “Hapishanede Türkiye devrimci hareketinden benden başka kimse yok gerekçesiyle koca hapishanenin bir köşesinde tek başımayım. Bu hapishane sisteminde hücrelerin müstakil havalandırması bulunmadığından, koridor başlarına yaptıkları havalandırmaya iki saat süre ile tek başıma çıkarılıyorum. Normalde yasaya göre gün boyu havalandırmadan yararlanmam gerekiyor ama, hak-hukuk ihlalleri hep olduğu üzere öncelikli olarak buralarda yaşam buluyor!”, diyor mektubunda[4]… Onca hastalıktan mustarip bir mahpushane kıdemlisinin tek başına bırakılması infaza yasadışı bir başka cezanın eklenmesi değilse, nedir?
Resul Kocatürk, Wernicke Korsakoff’a bağlı şikayetlerinden dolayı, Bakırköy Akıl ve Ruh Sağlığı Hastanesi’nin Adlî Servis’ine sevk edilerek 22 gün boyunca müşahede altında tutulmuş. Ve buradaki tanıklık, gözlem ve izlenimlerini ‘Tımarhanede 22 Gün-“Çarmıhtaki Hasta Mahpuslar’ başlığı altında kitaplaştırmış.[5] (Parantez açmaya değer bir konu: Bu kitap yayınlandıktan sonra uzun bir süre “sakıncalı” olduğu gerekçesiyle, cezaevi yönetimi tarafından Resul’e verilmedi. Sorun Buca’da aşılmış olmalı ki, imzalı ve “görülmüştür” damgalı bir nüshasını bize gönderme inceliğini gösterdi.)
Tımarhane, büyük bölümü yoksul,[6] çoğu Kürt ailelerin çocukları[7] olan, neredeyse tümü uyuşturucu bağımlısı adlî mahkûmlara ve onlara Bakırköy Adlî’de reva görülen hukuk, etik, hepsinden vazgeçtik, insanlık dışı muamelelere dair sinir bozucu bir anlatı.
Bakırköy Hastanesi Adli servisi, “taburcu” edilenin yeniden mahpushaneye döneceğine çocuklar gibi sevindiği bir yer: “Burası toplum dışına itilmiş ve sinek muamelesi gören hasta mahpusların ‘tedavi’ edildikleri bir toplama kampı aslında. İki kişilik hücreler beş- altı metrekare… Tekli hücreler ise iki buçuk-üç metrekare civarında. Ranzalar arasında iki karış, ayak tarafında ise yarım metre kadar boşluk var.” (s.56).
Hastanede insanlar tedavi edilir; değil mi? En azından kuramsal olarak… Kocatürk’ün tanıklığında, Bakırköy Adlî’de mahkûmlar tedavi filan edilmiyor. En iyi ihtimalle sürekli ilaçla uyuşturularak denetim altında tutuluyor, ya da dayak, çarmıh ve EKT ile “disipline ediliyor”…
Dayak “tedavi”si: “Az önce şahit olduğum olay karşısında kanım dondu ve müdahale etmemek için dişlerimi, yumruklarımı sıkıp durdum. Bu izbe mekânın en ciddi hasta mahpuslarından Ali’den söz etmiştim. Ali, kendi kendine konuşurken, bazen kafasını sağa sola sallayıp tükürüyor. On dakika önce maltada dolaşan Ali, kafasını sallayıp tükürmüş. O sırada koca kafalı genç gardiyan, Ali’nin yanından geçiyormuş. Sürekli küfürler, hakaretler ederek bağırmasından anlaşıldığı kadarıyla Ali, yüzüne tükürüp kaçmış. (…) Ali’yi yere yıkmışlar ve üzerinde bir süre tepindikten sonra, iki gardiyan kollarını arkaya bükmüş. Onu döve döve hücrenin önünden geçirirlerken maltaya çıktım. Ablak, sarı yüzü kızarmış, gözü dönmüş genç gardiyan bir taraftan Ali’nin annesine küfrederken bir taraftan da tekmeler savuruyordu. (…) Hücresinin önüne getirdiklerinde yine küfürler ve hakaretler eşliğinde ensesine kafasına yumruklar, kıçına, ayaklarına tekmeler indirerek yüzükoyun hücresinin içine atıp kapısını kilitlediler.” (ss.104-105)
Kendini asarak intihara kalkışan hasta mahkûma uygulanan “tedavi”: “Üzerinde külot dışında giysi bırakmadılar Mehmet Selim’in. Götürüp tekli hücreye kapattılar. (…) Kapattıkları hücredeki battaniye, yastık gibi şeyleri alıp götürdüler. Görünen o ki, buz gibi bir ortamda çıplak sabahlayacak. Acı ki ne acı…” (s.86)
Çarmıh “tedavi”si: “Öfkesi bir türlü dinmeyen (…) genç bir gardiyan, ‘Benim suçum yok, anama sövdü!’ diyen Reşat’ın üzerinde ‘Ananın da, bacının da…’ diye başlayan küfürler eşliğinde bir süre daha tepinip durdu. Az sonra sağlıkçılar geldi ve kollarından bacaklarından tutup havaya kaldırarak yataksız ranzaya sırt üstü attılar onu. Özel hazırlanmış kemerlerle çarmıha gerer gibi el ve ayak bileklerinden ranzanın köşelerine bağladılar. Belinden de sıkıca bağladıktan sonra elinde şırıngayla hazır bekleyen uzun saçlı, sakallı sağlıkçı, iğneyi giysilerinin üzerinden Reşat’ın baldırına sapladı. (…) Bu işkencenin adı ‘tespit’miş. Hastayı o hâlde ne kadar süre tutacaklarına artık tanrılar karar verecek.”(s.48). Çarmıhtaki hastalara tuvalet izni yok, ihtiyaçlarını kendi üstlerinde gideriyorlar…
EKT “tedavi”si: “İki gün öncesine kadar ortalıkta dolanan, sohbet edip gülen Osman bir anda robota dönüştü. Daha sonra öğrendim ki, EKT (Elektroşok) denen ‘tedavi’ uygulanıyormuş Osman’a. (…) Osman’ın sanki tüm hafızası silinmiş, benliğini kaybetmiş gibi bir hâli var. Ağzı sürekli açık ve salyaları akıyor. Hemen her işini hücre arkadaşı ve diğer mahpuslar yapıyor. Hangi hücrede kaldığından bile bihaber. Hücre arkadaşı ya da o an yanında kim varsa elinden tutup hücresine, yemeğe, çaya ve hatta tuvalete götürüyor. Etkisi üç dört gün sürüyormuş.” (s.76)…
Evet, günün her saati maruz kaldıkları hakaretler, yedikleri dayak, “tedavi” kisvesi altında uygulanan işkence seansları, yaşamak zorunda bırakıldıkları sefil koşullar, içinde debelendikleri pislikle “insan” değil böcek muamelesi görüyorlar…
“Bugün uzayan tırnaklarından kurtulmak isteyen insanların nasıl aşağılandığına tanık oldum. (…) İhtiyacı olan mahpuslar havalandırmaya açılan pencerelerden birini tıklatarak tırnak çakısı istiyorlar ve hemen orada toplanan üç beş kişi sırayla işlerini bitirip iade ediyorlar. Çoğu mahkûmun naylon terlikler içindeki çıplak ayakları parmak kalınlığında nasırlaşmış. Birçoğunun tırnakları mantar hastalığından çürümüş durumda. İnsanların birbirlerine başta mantar olmak üzere kan yoluyla farklı hastalıklar bulaştırabileceklerini hiç umursamıyorlar, dahası müstahak görüyorlar.” (s.65)
Böcekler gibi…
“… Şu ana kadar burada yapılan ‘tedavi’den fayda gördüğünü ve kendisini iyi hissettiğini söyleyen tek bir kişiye rastlamadım. (…) Sözüm ona, hapishanelerden buraya tedavi olmaları için gönderiyorlar. (…) İlaçlar, iğneler ve EKG ile posaları çıkarılan insanlar, taburcu edilerek tekrar hapishanelere gönderiliyorlar. Bir süre sonra daha kötü bir hâle geliyorlar ve hapishane idaresi onlarla başa çıkamadığı için tekrar ring aracına atıp buralara gönderiliyorlar. Böylece bir süre için beladan kurtulmuş oluyorlar… (ss.83-84)
Franz Kafka bize anlatmıştı: Eğer sürekli böcek muamelesi görürseniz, böcekleşirsiniz. Mahkûmların bilinçsiz biçimde yaptıkları tam da bu: deliliğe sığınarak, baş edemedikleri koşullara uyum sağlamaya çalışıyorlar. Kimi gardiyanlara yaltaklanıyor, kimi hücre arkadaşını ihbar ediyor, kimi kendini peygamber sanıyor, kimi parmak uçlarından girerek beynini yiyen böceklerle mücadele ediyor, kimi musallat olup kendine tecavüz eden cinlerden kurtulmaya çabalıyor… Çoğunun sığınağı ise tedavi için verilen psikotik haplar: biriktirip topluca içildi mi, yaşamak zorunda bırakıldıkları cehennemi unutturan.
Orada doktorlar yok mu?” dediğinizi duyar gibiyiz; olmaz olur mu, var elbette! Vizitelerde hastanın yüzüne bakmadan önlerinden geçen, bir iki uyduruk sorunun ardından ağır uyuşturuculu reçeteyi dayayan, gardiyanların hastayı tekme tokat zapt etmesine seyirci kalıp enjeksiyonu hastaya saplayan… Resul Kocatürk uzun hasta tutsaklık yaşamında pek çok doktor tanıma olanağını bulmuş. “… gözlemlediğim temel bir husus, hekimlik ile doktorluk arasında keskin bir ayrımın olduğu. Doktorluk sistem içinde ticari bir mesleği ve otoriteden yana tavır alışı, hekimlik ise Hipokrat yeminini sırf etik temelde değil, bir kimlik, kişilik ve bütünsel olarak yaşam biçimi hâline getirmeyi, otoriteye boyun eğmemeyi, hekimlik onurunu ve ilkelerini esas alma çabası içinde olmayı ifade ediyor. Hapishanelerde muayene ya da tedavi için hastaneye götürülen ve bileklerine kelepçe vurulmuş olarak askerler arasında muayenehaneye giren hasta mahpusa yaklaşım, her şeyi ayan beyan gözler önüne seriyor aslında. Doktor kişi, doğrudan hasta ile ilgilenmez, asker ile muhatap olur. Hastanın yüzüne bakmadan, ‘Nesi var?’ diye askere soranlara bile rastlanır. Hastanın kelepçe çıkarılması talebini çoğunlukla askere sorar, ya da doğrudan reddeder. (…) Hekim kişi ise hasta mahpusu tebessümle karşılar. İlk olarak askerden kelepçelerin çıkarılmasını ister. (…) Hekim-hasta mahremiyetini korumaya özen gösterir. Bu konuda bir dayatma olduğunda muayeneyi reddeder.” (ss.103-104)
Resul Kocatürk’ün kitabı okunmalı. Yalnızca devrimciler, solcular, insan hakları savunucuları değil; hâkimler, savcılar, hekimler, psikiyatristler, anaakım medya kalemşörleri, yapmacık mimikli ekran yorumcuları, politikacılar da okumalı Tımarhanede 22 Gün’ü… Ve Resul’ün yüzlerine tuttuğu utanç aynasındaki suretleriyle yüzleşmeli…
O mahpushane ve tımarhane köşelerinde çürümeye terk edilen, sinek muamelesi gören insancıklar, bu düzenin eseri, çünkü…
23 Temmuz 2025 10:48:31, Muğla.
N O T L A R
[*] Rojnameya Newroz, Temmuz 2025…
[1] Michel Foucault.
[2] “Hasta Tutsak Kocatürk’ün Durumu Ağırlaşıyor”, ANF, 19 Eylül 2023, https://anf-news.com/guncel/hasta-tutsak-kocaturk-un-durumu-agirlasiyor-188328
[3] Ayrıntılı bilgi için bk.: https://gorulmustur.org/yazar/resul-kocaturk.
[4] Bir selam göndermek isteyenler için Resul’ün adresi: Yüksek Güvenlikli Hapishane, E2-15, Kırıklar, Buca/ İzmir.
[5] Resul Kocatürk, Tımarhanede 22 Gün, “Çarmıhta Hasta Mahpuslar”, Şey Kitap, 2024, 131 sayfa.
[6] “Buradaki insanların üçte ikisi yirmili yaşlardaki gençler. Çoğunluğu kent yoksulu ailelerin çocukları. Sınıfsal kategori içerisindeki yerleri bakımından lümpen proletarya diyebiliriz. Ülke genelinde yüz binlercesinden, kendilerini açık ederek hapse girmiş olanlar bunlar. (…) Özellikle toplumsal olaylarda faşist odaklar tarafından yönlendirilerek devrimci demokratlara karşı linç saldırılarında kullanılanlardan; mafya, çete gruplarının tabanlarını, tetikçilerini oluşturanlara kadar tüm ‘pis işlerin’ elemanları bu kütleden devşiriliyor. Buradakilerin ağırlıklı kısmı da biz devrimcilerin ulaşıp dönüştürmeyi başaramadığımız bu kütlenin bireyleri.” (ss.67-68)
[7] “Buranın hasta mahpus bileşiminin en azından yarısı, Mezopotamyalı… Belki de fazlasıdır, bilemiyorum; çünkü kendini belli etmeyenler de var. (…) Mezopotamyalı mahpusların hemen hepsi, devletin resmi ve gayrıresmi militarist güçleri tarafından 1990’ların başlarından itibaren infazlara, işkencelere tanık olan, köyleri yakılıp yıkılarak topraklarından sürülen Kürt halkının mağdur çocukları… Yani savaşın dibe çökerttiği çocuklar…” (ss.112-113)