Aktüel Yorum

GREV, İŞÇİ SINIFININ “SAVAŞ OKULU”DUR…[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Bir gün, hiçbir şey üretmeyenlerden izin almadan

bir şey yaratamayacağını fark ettiğinde;

para akışının mal veya hizmet üretenlere değil,

sadece ayrıcalıklarını kullananlara yöneldiğini gördüğünde;

birçok kişinin çalışarak değil, yolsuzluk ve etkilerle zenginleştiğini anladığında;

yasaların seni onlardan korumak yerine, onları senden koruduğunu fark ettiğinde;

yolsuzluğun ödüllendirildiğini ve dürüstlüğün bir fedakarlık hâline geldiğini keşfettiğinde,

işte o zaman, toplumunun mahkum olduğunu tereddütsüz bir şekilde söyleyebilirsin.”[1]

Yıl 1977. DİSK/Maden-İş’in MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası)’e karşı yürüttüğü grevin en civcivli günleri. “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te!” sloganları ortalığı inletiyor. II. Milliyetçi Cephe hükümeti ile işçi sınıfı arasındaki ipler iyiden iyiye gerilmiş.

Aziz Nesin, “Büyük Grev” başlıklı masal-öyküsünü tam da bu ortamda Vatan gazetesinde yayınladı. Öyküde, iyi planlanmamış, düşüncesizce girişilmiş grev eylemlerinin işçilerden çok patronlara yaradığı görüşü dile getirilmekteydi. Öyküye bir de Haslet Soyöz’ün Vehbi Koç’u elinde “Yaşasın Grev”, Kemal Türkler’i ise elinde “Yarasın Grev” yazan pankartlarla betimleyen bir karikatür yer alıyordu.

Öykü DİSK, özellikle de Maden-İş saflarında ve TKP yönelimli örgütlerde kıyametleri koparttı. Aziz Nesin “patronların ajanı, satılık kalem” vb. ilan edildi; “Aziz Nesin sen nesin!” sloganı mitinglerde, kapalı salon toplantılarında haftalarca yankılandı durdu…

Aziz Nesin’i ajan, satılmış vb. ilan etme densizliği ve grevlerin kimi zaman (örneğin birikmiş stokların eritilmesini sağlamak yoluyla) patronların da işine yarayabileceği gerçeği bir yana, grevlerin, Marx ve Engels’in deyişiyle bir “savaş okulu”, “işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde gerekli bir silah” olduğu gerçeğini perdeleyemez.[2] Grevler, işçi sınıfının “kendi içinde sınıf”tan, “kendisi için sınıf”a dönüşmesinin araçlarından biridir, işçiler grevler aracılığıyla kolektif eylemin, sınıf dayanışmasının, ortak karar almanın tadına varmış, karşılarında devletin kolluk güçlerini gördükçe, “kimin devleti?” sorusuyla yüzleşegelmişlerdir. Bir başka deyişle, başarıyla sonuçlanıp sonuçlanmamasından bağımsız olarak, grev(ler) son tahlilde, işçi sınıfının kendi kolektif belleğini, kendi deneyim dağarcığını oluşturduğu birer okul işlevi görürler. “Grevin tarihi”, bunun tanığıdır. O zaman bu tarihe biraz bakalım mı?

Sanayi öncesinde

Tarihte greve ilişkin ilk kayıt Antik Mısır’dan geliyor ve İ.Ö. 1170 yılına tarihlendiriliyor.

Kayıtlara göre III. Ramses’in hükümranlığının 29. yılında, firavunun mezarını hazırlayan zanaatkârlar tayınlarının sık sık gecikmesi sonucu, yerel yöneticilere ilettikleri şikâyetlerden de bir sonuç alamayınca işi bırakıp Krallar Vadisi yolunu kapatarak ölülere sunularda bulunmaya gelenleri engellediler.[3]

Katip Ammenakht’a göre amirlerin işçilerin birdenbire nereye yok olduğu konusunda bir fikri yoktu; daha önce hiç böyle bir şey yaşamamışlardı.

İşçiler önce yerel yöneticilere çıkarak tayınların verilmesini istediler. Talepleri kabul görmesine karşın, yerel hazine boştu, kendilerine herhangi bir ödeme yapılamadı. İşçiler bunun üzerine II. Ramses tapınağına yürüyerek Vezir’le (vali) konuştular; istekleri kısmen de olsa karşılanabildiğinden, yeniden işbaşı yaptılar.

İlk deneyimin başarısı, grevlerin III. Ramses’in hükümdarlığı süresince süregitmesine yol açacaktı; bunların çoğu işçilerin taleplerinin karşılanmasıyla sonlanacaktı.[4] Antik Mısır yöneticileri lokavtı, grev kırıcılığını, “milli güvenlik” gerekçesiyle grev yasaklamayı, sarı sendikacılığı vb. icat etmemişti henüz! Yanısıra, Babil’in son dönemlerinde heykeltraşların iş bırakma eylemlerinden söz edilir.[5]

Kayıtlı ilk “ekonomik” grev, Antik Mısır’dan gelmişse eğer, “siyasal” (ve genel) grevin bilinen ilk örneği de Antik Roma’ya tarihlenir. Roma toplumunda soylular (patrici)’dan farklı, “avam” ya da pleb’ler (özgür zanaatkar, esnaf ve emekçilerden oluşan sınıf) İÖ 5.-3. yüzyıllar arasında haklarını genişletmek için sık sık toplu iş bırakmalara (secessio plebis) başvurmuştur. İlki İÖ 494’de pleb borçlarını arttıracak bir yasa tasarısını protesto için gerçekleştirilen secessio plebis yasanın geri çekilmesi ve pleblerin hükümette bir temsilci bulundurma hakkını kazanmalarıyla sonuçlanınca, toplu eylemin meyvelerini devşirmenin tadına varan plebler, iki yüzyıl boyunca sık sık iş bırakma eylemlerine girişecek ve nihayet, İÖ 287’de yasa yapma yetkisine sahip Plebler Meclisi’nin kurulmasını sağlayacaktı[6]

Grev ya da emekçilerin hoşnutsuz oldukları durum ve/veya koşulların değiştirilmesini sağlamak amacıyla topluca iş bırakmaları, o gün bu gündür sınıflar mücadelesinin bir aracı olagelmiştir. Ortaçağ boyunca ne Avrupa’da ne de İslam dünyasında eksik olmayan sınıf mücadeleleri, emekçi sınıfların, özellikle de kentli esnaf ve zanaatkârlar ile köylülüğün toplu iş bırakmaların eşlik ettiği ayaklanmalarıyla zirve yapıyordu. Sanayinin gelişmesiyle birlikte biçimlenen işçi sınıfı, süreç içerisinde deneye yanıla toplu iş bırakımını genel bir ayaklanma sürecinin “yan ürünü” olmaktan, ücretler, çalışma süresi, çalışma koşulları gibi emeğe özgü taleplerin, ya da daha genel siyasal taleplerin elde edilmesine yönelik özgül bir silaha dönüştürecekti.[7]

Modern proletaryanın ayak sesleri

Ancak “sanayinin gelişmesi” emekçiler açısından hiç de kolay, pürüzsüz ilerleyen bir süreç olmamıştır. İşçi ile makinenin ilk karşılaşması, düşmancadır: makinenin kendilerini işsiz bırakacağı kaygısı, Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da makine kırıcılığı (Ludizm) eylemlerine yol açar.

En şiddetli biçimini 1810’lu yıllarda “Sanayi Devrimi”nin beşiği İngiltere’de alan makine kırıcılığı, 1811 yılı sonlarına doğru Nottingham çevresinde baş gösterecek, 1812’de dokumacılığın yoğun olduğu Yorkshire, Lancashire, Derbyshire ve Leicestershire gibi kentlere yayılacaktı.

Ludds veya Luddites ismiyle anılan makina kırıcılar genellikle maskeliydiler ve geceleri eylem yapıyorlardı. Kişiler üzerinde şiddet uygulamaktan kaçınıyorlar ve yerel halk tarafından destekleniyorlardı. İsimleri gerçek veya mitik/ efsanevi Ned Lud veya Ludd’dan geliyor. Söylentiye göre, Ned Lud veya bazılarınca “Kral Ludd” 1779’da Leicestershire’de çorap makinelerini kırarak hareketin doğmasına yol açmıştı.

İngiltere’de 1811’den 1813’e ve 1816’daki makine kırıcılığı eylemlerinde çete önderlerine “general” ya da “Kral Ludd” lakapları takıldı. 1812’de bir Ludds çetesi, makineleri kırılma tehdidi altında olan Horsfall isimli bir işverenin emriyle katledildi. Horsfall daha sonra intikam amacıyla öldürüldü, ama Ludds çetelerine karşı baskı dönemi başlamıştı. Dönemin hükümeti çok sıkı önlemler almak zorunda kaldı. Baskılar 1813’te York’ta bir toplu dava ile doruk noktasına ulaştı. Dava birçok idam ve sürgün kararı ile sonuçlandı.

1816’da ekonomik depresyon nedeniyle yeniden ayaklanmalar baş gösterdi. Yeni baskılar ve “refah” ayaklanmaların hızını kesti.

Daha sonraki yıllarda, işçiler, sanayi devriminin getirdiği yeni çalışma koşullarını insancıl boyutlara indirgeyebilmek amacıyla işbırakımı, grev gibi daha etkin yöntemler geliştirdiler, örgütlenme gereğini duydular. Böylece sendikaları aracılığı ile isteklerini gerçekleştirmenin yollarını aradılar. Örgütlenme ve bilinçlenme düzeyi yükseldikçe işçilerin yeni eylem biçimleri gittikçe olgunlaşmış, isteklerini sonuçlandırma şansları artmış ve makineler karşısındaki tutumları değişmiştir. İşçiler makineleri kırmanın anlamsız olduğunu fark ettiler, makineleri korumak ve hatta onlara sahip olmak gerektiğine inandılar.”[8]

Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da işçi sınıfının bir sınıf olarak biçimleniş sürecine ilişkin, şöyle diyorlar:

Proletarya çeşitli gelişme aşamalarından geçer. Daha doğar doğmaz kendini burjuvaziye karşı savaşımın içinde bulur. Bu savaşım başlangıçta tek tek işçiler tarafından, sonra tek bir fabrikanın işçileri tarafından, daha sonra da tek bir bölgedeki aynı işkolunda çalışan işçiler tarafından, kendilerini dolaysızca sömüren tek tek burjuvalara karşı yürütülür. Bunlar saldırılarını burjuva üretim koşullarına değil, doğrudan doğruya üretim araçlarına yöneltir, emeklerine rakip çıkan dışarıdan alınmış malları kırıp döker, makineleri paramparça eder, fabrikaları ateşe verir, ortaçağ emekçisinin ortadan kalkan konumunu zorla geri getirmeye çalışırlar.

Bu aşamada emekçiler, henüz, ülkenin dört bir yanına savrulmuş ve kendi içlerindeki rekabet yüzünden parçalanmış, dağınık bir yığın durumundadırlar. Kimi yerlerde daha derli toplu bir bütün oluşturuyorlarsa, bu, henüz onların kendi etkin birleşmelerinin bir sonucu değildir; kendi siyasal amaçlarını gerçekleştirmek için tüm proletaryayı harekete geçirmek zorunda kalan, üstelik bunu bir süre daha yapabilecek durumda olan sınıfın, burjuvazinin birliğinin bir sonucudur. (…)

Ama sanayinin gelişmesiyle birlikte, proletarya yalnızca sayıca çoğalmakla kalmaz, daha büyük yığınlar hâlinde bir araya gelir, güçlenir ve gücünün daha fazla ayırdına varır. Makineler emeğin tüm farklılıklarını ortadan kaldırıp ücretleri hemen her yerde aynı düşük düzeye indirdikçe, proletarya saflarındaki çeşitli çıkarlar ve yaşam koşulları da gittikçe eşitlenir. Burjuvalar arasında durmadan büyüyen rekabet ve bunun sonucunda ortaya çıkan ticari bunalımlar, işçilerin ücretlerini gittikçe daha değişken kılar. Makinelerin durmadan gelişmesi, üstelik gittikçe daha hızlı gelişmesi, işçilerin geçimini günden güne güçleştirir; tek tek emekçiler ile tek tek burjuvalar arasındaki çatışmalar giderek iki sınıf arasındaki çatışma niteliğine bürünür. O zaman, işçiler burjuvalara karşı birlikler oluşturmaya başlarlar; ücretlerini korumak için omuz omuza verirler; zaman zaman meydana gelebilecek bu isyanlara hazırlıklı olabilmek için kalıcı birlikler kurarlar. Bu savaşım yer yer ayaklanmalara dönüşür.

İşçilerin ara sıra üstün geldikleri de olur, ama bir süre için. Savaşlarının gerçek meyvesi hemen o anda elde edilen sonuçta değil, işçilerin gittikçe genişleyen birliğindedir.”[9]

ABD İşçi Sınıfı

İşçilerin “kendinde sınıf” olmaktan çıkarak “kendisi için sınıf”a dönüşmesi sürecini kapitalist dünyanın grevler tarihine kısa bir bakışla izlemek, mümkün. Sözü fazla uzatmamak için, ABD ve İngiltere’nin 19. Yüzyılına ve bu coğrafyaları sarsan grevlere bir göz atalım:

Pawtucket Tekstil Grevi, 1824: Rhode Island Pawtucket’da 101 kadın dokumacı, ücretlerinden yapılmak istenen yüzde 25’lik kesintiye karşı topluca işi bıraktı. Bu grev, ABD’nin ilk sanayi grevi olarak tarihe geçecektir.

Philadelphia terzileri grevi, 1827: Ücret artışı talep etikleri için işten atılan meslektaşlarının işe geri alınması için greve çıkan Philadelphia’l terziler, patronların açtıkları davada ticari yaşama zarar vermekten suçlu bulundular.

New York kadın terziler grevi, 1831. Birleşik Kadın Terziler Sendikası üyesi 1600 işçi erkek meslektaşlarıyla eşit ücret talebiyle greve çıktı. Grev başarısızlıkla sonuçlandı.

– Boston gemi marangozları grevi, 1832: 150 kadar gemi marangozunun 10 saatlik işgünü talebiyle çıktıkları grev, başarısızlıkla sonuçlandı. Farklı işkollarında başgösteren bu hareketlilik, farklı iş kollarından vasıflı işçilerin 1833’de New York’da ilk işçi federasyonunu kurmalarına yol açacaktı.

Lowell Fabrika kızları grevi, 1834: 1834 Şubatı’nda Lowell, Massachusetts’de 800 kadın işçi, yüzde 15’lik ücret indirimine karşı greve çıktı. Grev başarıyla sonuçlandı.

Philadelphia’da 10 saatlik işgünü için genel grev, 1835. Schuylkill kömür işçileri, boyacılar, duvar ustaları, demirciler ve farklı işkollarından işçilerin 10 saatlik işgünü için başlattığı genel grev, iş saatlerinin kısaltılması mücadelesinde önemli bir köşe taşı olacaktı.

10 saatlik işgünü, kamu işçileri için 1840’da kabul edildi. Ancak kazanımlar bununla sınırlı kalmayacak, Massachussetts Yüksek Mahkemesi 1842’de amaçlarına ulaşmak için yasal yollara başvurdukları sürece, o güne dek konspirasyon örgütleri olmakla suçlanan sendikaların “yasal” statülerini tanıyacaktı. Bu kararla bağlantılı bir başka işçi sınıfı kazanımı, Massachussetts ve Connecticut’ta 12 yaşından küçük çocuklar için günlük çalışmanın 10 saat ile sınırlandırılması oldu. 10 saatlik işgünü tüm işçiler için ilk kez Ney Hampshire eyaletinde yasalaştı. Onu 1848’de Pennsylvania izleyecekti.

Ama işler öyle pürüzsüz ilerlemiyordu. Patronlar grevlerin kendileri ve sınıfları için içerdiği tehdidin farkına varmış, farklı yollardan (kolluk güçlerini grevciler üzerine salarak, farklı etnik gruplardan işçileri birbirine kırdırarak, grev kırıcıları aracılığıyla vb.) onları engelleme çabasına girişmişti. Nitekim 1850’de New York’da grevci giyim işçilerine saldıran polis, iki grevciyi öldürmüştü. ABD’de kaydedilen ilk grev cinayeti. Onu yenileri izlemekte gecikmeyecektir.

– Erie Demiryolu grevi, 1857: Erie Demiryolu şirketine bağlı 200 işçi ücretlerinin düşürülmesi girişimine itiraz edince işten atıldılar. Yerlerine yeni işçiler alınınca, silahlı direniş başlattılar.

– New York liman işçileri grevi, 1863: Greve çıkan 3000 beyaz liman işçisi, yerlerine siyahi işçilerin alınmasına karşı ayaklandı. Siyahi ve beyaz işçiler arasında çatışmalar çıktı.

– Çinli Demiryolu işçileri grevi, 1867: “Uysal işgücü” olarak Kaliforniya’da demiryolu döşemesinde çalıştırılan Çinli işçiler, ücret artışı ve çalışma saatlerinin kısaltılması talebiyle greve gitti. Grev şirketin işçi kamplarına su ve yiyecek göndermeyi kesmesi sonucu, başarıya ulaşamadı. Ertesi yıl ise, 1866’da kurulan Ulusal İşçi Sendikası’nın çabalarıyla, federal (kamu) işçileri 8 saatlik işgününü kazanacaktı.

– Kömür Madencileri Grevi, 1873: Doğu Ohio ve Doğu Pennsylvania’daki  Mahoning Vadisi işçilerinin ton başı 15 cent’lik ücret indirimine karşı başlattıkları grev altı ay sürdü. Grev, madenlere İsveçli ve İtalyan işçilerin alınması sonucu kırılacaktı.

Tuscarawas Vadisi ayaklanması, 1876: Vadideki madenlerde çalıştırılan işçiler 1876-80 arasında çok sayıda greve gitti. Polis müdahalesi sonucu kollukla madenciler arasında ölümle sonuçlanan çatışmalar çıktı.

– Baltimore demiryolu ayaklanması, 1877: Demiryolu işçileri ücretlerindeki yüzde 10’luk indirime karşı ayaklandılar; ordunun devreye girmesiyle bastırılan ayaklanmada 10 kadar işçi yaşamını yitirdi.

– Atlanta çamaşırcı kadınlar isyanı, 1881: Bir grup Afro-Amerikalı kadın adil muamele, ücret artışı ve işlerin örgütlenmesinde söz sahibi olmak talebiyle greve gitti. Grev kazanımla sonuçlandı. Bu, ABD’de Afrika kökenli kadınların ilk grevidir…[10]

Bu hiç kuşku yok ki eksik bir döküm. ABD sınai kapitalizminin ilk dönemindeki işçi direnişi konusunda bir fikir verebilmek için 1881-1905 yılları arasında ülkede 37 000 grevin gerçekleştiğini söylemek, yetecektir.[11] Dokuma sanayiinde başlayan grevler kısa sürede madenciler, demiryolu işçileri, liman işçileri, marangozlar, fabrika işçileri, garsonlar, öğretmenler, memurlar, sağlık emekçileri… tüm sektörlere yayılacak, vasıflı-vasıfsız, beyaz, Afro-Amerikalı, Çinli, düzenli-düzensiz göçmen, kadın, çocuk tüm emekçileri etki alanına alacak, kimileri son derece radikal [örnek: 1905’te kurulan, sınıf sendikacılığını savunan ve saflarına siyah, beyaz, Latin kökenli, kadın, genç, vasıfsız, göçmen, düzensiz göçmen tüm işçilere açan IWW (Industrial Workers of the World-Dünya Sanayi İşçileri)] bazılarıysa sınıf uzlaşmacı [örnek: kuruluşundan (1886) itibaren reformist, sınıf uzlaşmacı bir hat izleyen AFL (American Federation of Labor-Amerikan Emek Federasyonu)] sendikaların kuruluşunu tetikleyecektir.

“Sanayi devriminin beşiği” İngiltere

“Sanayi devriminin beşiği” İngiltere’de de benzer bir durum söz konusudur. Ülkede grev dalgası Chartist hareketin etkisiyle 1840’lı yıllarda yoğunlaşır.  George Phillips Bevan, 20 Ocak 1880 tarihinde Kraliyet İstatistik Derneği’nde grevler üzerine yaptığı konuşmaya şu cümleyle başlıyordu: “Grev sosyal bünyede bir hastalığa, çok ciddi bir hastalığa dönüşmüştür.” Bevan’a bu sözleri söyleten, yaptığı hesaplamaydı; yalnızca 1870-79 yılları arasında İngiltere’de 2 352 grevin yapıldığını hesaplamıştı![12]

  1. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında ülkeyi sarsan grev hareketlerinden başlıcaları:[13]

-Galler kömür grevi 1838: Güney Galler’deki maden ocaklarında patlak veren grev, kayan ücret skalası uygulaması nedeniyle başlamış, ancak başarıya ulaşamamıştı.

Ulusal Kömür grevi, 1912: Bir milyon kadar maden işçisi, madenlerde asgari ücret talebiyle genel greve gitti. 37 gün süren grev sonucu, Kömür Madeni Asgari Ücret Yasası kabul edildi.

George Meydanı Muharebesi, 1919: Tersane işçi ve mühendislerinin Glasgow’da iş gününün kısaltılması talebiyle başlattıkları grev, iktidarın orduyu sokağa sürmesiyle şiddetli çatışmalara dönüşecek, ve çalışma süresinin haftada 47 saate inmesiyle, işçilerin zaferiyle sonuçlanacaktı.

Kara Cuma, 1921: Kömür madeni işçileri ücret kesintileri ve uzun çalışma saatlerini protesto için greve gittiğinde, ulaşım ve demiryolu işçileri bu greve destek vermedi. Ancak madenciler grev sonucu bazı sübvansiyonlar sağladılar.

Genel Grev, 1926: 1.5 milyon işçi, ücret kesintileri ve çalışma koşullarını protesto için greve giden kömür işçilerini desteklemek üzere iş bıraktı. TUC (Trades Union Congress, İngiltere’nin 1868’de kurulan ve hâlen en büyük ve etkili sendika konfederasyonu olan işçi örgütü) dokuz gün sonra grevi sonlandırdı. Britanya’da 1927’de çıkartılan bir yasayla dayanışma grevleri ve grevcilerin işyeri önünde toplanması yasaklanacaktı.

Kıta Avrupası

Kıta Avrupası’nda grevler 1830, 1848 ve 1871 devrimlerinin tamamlayıcı parçası niteliği kazanmıştır. Bu grevlere bakıldığında, grev görüngüsünü işçilerin ekonomik talepleriyle sınırlandırmanın anlamsızlığı ortaya çıkacaktır. Böylelikle, örneğin, 1848 Avrupası’nda,

Gelişen kapitalist uygulamalara (ki bu uygulamalar genellikle daha fazla yoksulluğa yol açmıştır) karşı ayaklanan işçiler ve köylüler, işçi devrimlerini başlattı. İngiltere ve Rusya’dan gelenler hariç hemen hemen tüm işçiler, kendilerini egemen kılan siyasi ve ticari örgütlerden kendi kaderini tayin etme hakkı talep eden devrimlere katıldı. Fransa’da devrimler, Chapelier Yasası’nın kaldırılmasıyla sonuçlandı ve Fransız hükümeti, işçi temsilcilerini yasama organına dahil etti, işsizler için ulusal atölyeler oluşturdu ve sosyal işlerden sorumlu bir kurum olan Commission de Luxembourg (Lüksemburg Komisyonu)’u kurdu. Yeni ticaret birlikleri toplu pazarlık yapma, kitlesel gösteriler düzenleme ve işgücü tarifeleri belirleme yetkisine sahipti.

Ancak birkaç ay sonra hükümet bu işçi önlemlerini geri aldı ve bu da hemen 100.000’den fazla Parisli işçinin katıldığı bir protestoya neden oldu. Fransız ordusu sonunda düzeni sağladı, ancak 1.500 kayıp ve 3.500’den fazla kişinin Cezayir’e sürülmesinden sonra. Berlin ve Viyana gibi Avrupa’daki büyük şehirlerde başka benzer devrimler de meydana geldi. Bu tür eylemlerden işçi reformunda çok az ilerleme sağlandı. Ancak devrimler, liderlerinin birçoğu idam edildikten, hapsedildikten veya sürgüne gönderildikten sonra sıkıntı çeken işçi sınıfının artan tehlikeleri konusunda iktidardaki insanları korkuttu. Sadece İngiltere’de sendikaların örgütlenmeye devam etmesine izin verildi. Kıta Avrupası’nda işçi reformu şimdilik etkili bir şekilde ortadan kaldırıldı. Ancak devrimler, liberalizmi ve sosyalizmi popülerleştirerek ve mutlak monarşi kavramını reddederek Avrupa hükümetinin gelecekteki seyrini etkiledi.[14]

Bir başka deyişle, işçiler grevler aracılığıyla yalnızca ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş gününün kısaltılması vb. hakları elde etmekle kalmamış, kapitalist toplumlarda toplumu dönüştürecek aktörler olduklarını da kanıtlamışlardır.

Ve Rusya…

Bunun en çarpıcı örneği, Rusya’da yaşanmıştır. Sanayileşme sürecine göreli geç giren Çarlık Rusyası, kısa sürede devasa işçi grevleriyle baş etmek zorunda kalmıştır. Bizzat Lenin’in aktarımıyla, Rusya’da grev istatistiklerinin tutulmaya başlandığı 1895 yılından itibaren yapılan grevleri ve katılan işçi sayısını izleyelim:[15]

 

Yıl Grev sayısı İşyerlerine oranı Grevci sayısı Tüm işçilere oranı
1895 68 0.4 31 195 2.0
1896 118 0.6 29 527 1.9
1897 145 0.7 59 870 4.0
1898 215 1.1 43 150 2.9
1899 189 1.0 57 498 3.8
1900 125 0.7 29 389 1.7
1901 164 1.0 32 218 1.9
1902 123 0.7 36 671 2.2
1903 550 3.2 86 832 5.1
1904 68 0.4 24 904 1.5
1905 13 995 93.2 2 863 173 163.8
1906 6 114 42.2 1 108 406 65.8
1907 3 573 23.8 740 074 41.9
1908 892 5.9 176 101 9.7
1909 340 2.3 64 166 3.5
1910 222 1.4 46 623 2.4
1911 466 2.8 105 110 5.1
1912 1 918 638 361

Lenin, demiryolu, metalürji, tramvay, maden, inşaat ve tarım işçilerinin bu (resmi) istatistiklere dâhil edilmediğini belirtiyor; ancak tablo bu hâliyle dahi çok şey anlatmakta. Öncelikle, grevlerin Çarlık işçi sınıfının giderek daha çok benimsediği bir mücadele aracı hâline geldiğini… Ama daha önemlisi, toplumsal mücadelelerin yoğunlaştığı, siyasal gerilimin yükseldiği dönemlerde grev ve grevci sayısında patlama yaşandığını (1905-1907 yıllarındaki artış, çarpıcıdır!)… Benzer bir durum 1917 yaklaşırken de yaşanacaktır. Şubat ve Ekim devrimlerine giden yolda,

9 Ocak: 140 binin üzerinde işçi Kanlı Pazar’ın 12. Yıldönümü anısına greve gider.

14 Şubat: 100 bin işçi grevdedir. Duma, yiyecek kıtlığı nedeniyle hükümeti sert bir dille eleştirir.

23 Şubat: Uluslararası Kadınlar Günü için onbinlerce grevci toplanır.

25 Şubat: Grevler yaygınlaşmayı sürdürür. 200 binin üzerinde işçi grevdedir ve yer yer polisle çatışmaktadır.

26 Şubat: Çar II. Nikola birliklere grevcilere ateş açmasını emreder. Onlarca ölü.

27 Şubat: Petrograd’da iki garnizondaki askerler silahlarını komutanlarına çevirir. Menşeviklerle grevci işçiler Petrograd Sovyeti’ni kurar.[16]

1917 Devrimi başlamıştır…

Avrupa’da Bunlar Olurken, Osmanlı’da…

Sanayi, Rusya’ya olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu topraklarına da geç girdi. Geleneksel tezgâhların yerini fabrikalara bırakması, ancak Tanzimat’tan sonra, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve çoğunlukla askerleri istihdam eden çuha, deri, silah, barut vb. fabrikaları ile başlayan bir süreçtir. Öte yandan Tanzimat ile ekonomide liberalizmin de önü açılacak, hem Avrupalı kapitalistler Osmanlı topraklarında yatırım yapmaya, hem de ellerinde belirli miktarda sermaye birikimi olan gayrımüslimler sınaî üretime teşvik edilecektir. 20. Yüzyıl yaklaşırken Müslüman ve gayrımüslimlerden oluşan işçi sınıfı sayıca artmakta ve giderek daha geniş bir coğrafyaya yayılmaktadır.

Tabii Osmanlı’da sanayi öncesi işçiler de mevcuttur, ve yer yer “huzursuzluk çıkardıkları” da bilinmektedir. Örneğin, 1473’de Çinili Köşk’ün inşaatında çalışan Horasan’lı seramik işçilerinin, Saray’a “para almadıkça yeni bir projede çalışmayacaklarını bildirmeleri… 1500’lerde cami inşaatında çalışan taş ustalarının satınalma güçlerindeki düşüşü protesto için işi bırakması… 1587’de “yevmiyeyi vermezseniz işlemesüz” diye işi durduran inşaat işçilerine karşı III. Murad’ın fermanı: “Ziyade yevmiye talep idenlerin hakkından geline!”[17]

Sanayi Osmanlı coğrafyasına makine kırıcılığı eylemleriyle birlikte girecekti: 1839’da Plevne’de, 1851’de Samakov’da[18] başını makinelerin kendilerini işlerinden edeceğinden kaygılanan kadın işçilerin çektiği Luddist eylemler gerçekleşmiş, 1861’de Bursa halkı “mezarlık alan üzerine yapıldığı” gerekçesiyle kurulan fabrikayı yerle bir etmiştir.[19]

III. Murad’ın “Hakkından geline!” iradesi, 19. Yüzyıl boyunca “sebeb-i hükümet”i (raison d’état) şekillendirmeye devam edecektir. Öyle ki, “1845 tarihli Polis Nizamnamesinde ’işini bırakarak, greve gitmeyi amaçlayan işçilerin dernek ve toplulukları ile buna benzer kamu düzenini bozucu fitne, fesat derneklerini ortadan kaldırmak ve yok etmek böylelikle ihtilalin önünü almak için devamlı suretle uğraşmak ve çaba harcamak’ polisin görevleri arasında sayılmaktadır.”[20]

Ancak Polis Nizamnamesi ne derse desin, Osmanlı’da “Hürriyet’in İlanı”na (1908-İkinci Meşrutiyet) dek geçen yıllarda grevler yaşanmıştır.

Grevler yaşanmıştır, çünkü çöküş sürecindeki Osmanlı Düyun-u Umumiye’ye borçlarını ödeyebilmek için vergileri arttırdıkça arttırmakta, şirketler ise vergilerin acısını işçilerden çıkartmaktadır. Ücretler yerlerde sürünmektedir, çalışma saatleri harap edici, çalışma koşulları perişandır. Devlet, kendi memurlarının maaşlarını ödeyememektedir…

Yeni fabrika, imalathane, maden ve demiryolu işletmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni üretim ilişkilerinin doğmasına yol açmıştır. Bu ilişkiler içinde işçiler, bir önceki dönemdeki loncaların dayanışma ve sosyal güvencelerinden yoksun olarak alabildiğine sömürülmüştür. Yeni üretim ilişkileri, yani kapitalizm, ‘yerli ve ucuz işçi’nin sömürüsünü doruk noktalarına ulaştırmıştır: Onbeş, onaltı saatlik işgünü, bir ekmek almaya bile yetmeyen ‘sudan ucuz’ günlük ücretler, hafta dinlencesiz, sosyal güvencesiz, sağlık olanaklarından yoksun çalışma koşulları ve sanayide sayıları gün geçtikçe artan çocuk ve kadın işçiler bu dönemde sömürünün ulaştığı noktaları işaretlemektedir.

Bu dönemde ücretlerin yetersizliği yanında değişik nedenlerle ücretler bazen düşürülmekte ve zamanında ödenmemektedir. Bu olgu, bu dönem işçi hareketinin oluşmasındaki önemli belirleyicilerden biridir.”[21]

Emekçilerin bu koşullara tepkisi ise, “grev”dir; nitekim, Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’in ilanına kadar imparatorluk içinde 95 grev tespit edilmiştir. Başlıcalarını sayalım:

1861: Tersane-i Âmire işçileri uzun süre ücretlerinin ödenmemesi üzerine iş bıraktı.

1862: Elbisehane Âmire işçilerinin grevi.

 1863: Zonguldak madenlerinde çalışan işçilerin grevi..

1872: Ocak ayında Hasköy Tersanesi işçileri, aynı yılın Şubat ayında ise Beyoğlu Telgrafhanesi çalışanları ücretlerini alamadıkları gerekçesiyle greve başlamışlar, tüm baskılara rağmen sürdürdükleri eylem sonuç vermiş ve biriken ücretlerini almışlardır. Bu yılın bir diğer grevi de Haydarpaşa- İzmit demiryolu hattında çalışan işçilerin, kolluğun müdahalesiyle bastırılan eylemidir. Aynı dönemde Rumeli Demiryolu’nun İstanbul kısmında çalışan işçilerin başlatmış olduğu grev 20 gün sürmüştür. 1872 yılında meydana gelen bir diğer eylem ise Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası işçilerinin başlattığı grevdir.

1873: Ocak ayında 11 ay boyunca ücretlerini alamayan tersane işçilerinin başlatmış olduğu grev çatışmayla son bulmuş, çatışmalar sonucunda yaralananlar olmuştur. 1875: İnşaat işçileri ve hamallar arasında iş bırakma eylemi olmuş, aynı yıl 6 aylık alacaklarını talep eden tersane işçileri iş bırakmıştır.

1876: Darphane işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri, Fişekhane işçileri, İzmir terzi işçileri, Feshane işçileri ve arabacılar alamadıkları ücretleri nedeniyle greve gitmişlerdir. 1876’nın Şubat ayında başlayıp Mayıs ayına kadar devam eden Hasköy tersanesindeki grev, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine sonlandırılmıştır

1878: İstanbul terzi işçileri, duvarcılar ve ayakkabıcılar grev yaparak ücretlerinin ödenmesini istemişlerdir.

1879: Çalışma sürelerinin uzunluğundan şikâyet eden yapı işçileri, ücret konusunda meydana gelen sorunlar sebebiyle Şirket-i Hayriye işçileri, tersane işçileri, vapur işçileri, Şam’da sayıları üç bini bulan tekstil kalfaları, Selanik’te muhasebe çalışanları, Kavala’da üç bin kadar tütün işçisi greve başvurmuştur.

1880: Vapur işçilerinin grevi tersaneden getirilen askerlerle kırılmış, aynı yıl İdare-i Mahsusa ve Haydarpaşa demiryolu işçileri grev yapmışlardır.

1878 ve 1880 arası yıllar işçi eylemleri açısından hareketli geçen yıllardır. Bu tarihler arası tespit edilen 14 grev bulunmaktadır. 1880 yılından sonra artık istibdat rejiminin baskı ortamı gücünü iyiden iyiye göstermiş, bu tarihten sonra 10 yıl boyunca sadece 5 greve rastlanmıştır.

1882: Tatavla ayakkabı işçilerinin grevi.

1884: İdare-i Mahsusa işçileri.

1885:  Greve liderlik yapan bir hamalın tutuklanmasıyla sonuçlanan odun deposu işçilerinin grevi

1886: Pazar günlerinin tatil olmasını isteyen Beyoğlu mağaza işçilerinin grevi

1888: Tersane-i Âmire’de çalışan İngiliz işçilerin grevleri.

1890: Ücretlerinin artırılması talebiyle Ermeni hamurkârlar grev başlatmış, grev sürgünlerle sona erdirilmiştir. Aynı yıl İzmir’de tuz ocaklarında çalışan işçilerin başlattığı grev Düyûn-ı Umumiye’nin müdahalesi ile sonlandırılmıştır.

1891: İdare-i Mahsusa fabrika işçileri, İstanbul tuğla işçileri, İskeçe tütün işçileri greve gitmiştir. Tuğla işçilerinin yaptığı grev güvenlik güçleri tarafından dağıtılmış ve tutuklamalarla sonuçlanmıştır.

1892: Alamadıkları ücretleri için Tersane-i Âmire işçileri grev yapmıştır.

1893: Cibali Reji Fabrikası’nda çalışan işçiler ücretlerinin arttırılması talebiyle eylemde bulunmuş, aynı yıl Karaağaç’taki tuğla işçileri ve Edirne Dedeağaç’ta bulunan hamallar iş bırakmışlardır.

1895: Ereğli Maden işçileri ve İstanbul’da bir tamirhanede çalışan işçiler ücretlerinin ödenmesi adına grev yapmışlardır. 1895 yılında meydana gelen bir diğer grev olayı ise işten çıkarılan iki işçinin tekrar işe alınması talebiyle başlamış, Müslüman, gayrimüslim ve farklı milletlerden işçilerin başlattığı grev, çıkarılan iki işçinin tekrar işe alınmasıyla sonlandırılmıştır.

1896: Tersane-i Âmire işçileri ve Kavala tütün işçileri ücret sorunları nedeniyle greve gitmişlerdir.

1898: Aydın’da bulunan tuz ocaklarında çalışan kayıkçıların grevi çıkan olaylara güvenlik güçlerinin müdahale etmesiyle noktalanmıştır.

1900: İstanbul’da Tıbbiye binasının inşaatında çalışan işçilerinin grevi ücretlerin ödeneceğine söz verilmesi üzerine bitirilmiştir.

1901:  Baruthane-i Âmire Fabrikasında çalışan işçilerin grevi.

1902: İstanbul tersane işçileri ve İdare-i Mahsusa işçilerinin ücret sorunları nedeniyle yaptığı grevler.

1903: Ücret sorunları çözülmeyen tersane işçileri tekrar iş bırakırken, bir başka grev ise Paşabahçe Cam Fabrikası işçileri tarafından yapılmıştır.

1904: 8 ay arayla tersane işçileri iki grevde bulunmuş, Selanik’te Reji ve tütün işçileri, Kavala tütün işçileri, Selanik ve Manastır’da kunduracı işçileri, Bitlis’te askeriye inşaatında çalışan işçiler ve Manastır’daki fırın işçileri grev yaparak iş bırakmışlardır.

1905: İstanbul, İskeçe ve Voden’de tekstil, dokuma ve tütün işçileri arasında başlayan birçok grevin yapıldığı bir yıldır. Bunun yanında Balya Karaaydın maden işçilerinin grevi de bu yıl gerçekleşmiştir. Kavala tütün işçileri tarafından gerçekleştirilen grev, şiddetli olayların yaşanmasının yanı sıra imparatorluk toprakları içinde bir işçi örgütü tarafından örgütlenen ilk grev olması sebebiyle de önemlidir. Tütün İşçileri Saadet Cemiyeti’nin öncülüğünde gerçekleşen grev güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine sonlandırılmış, grevin elebaşları tutuklanarak Kavala’dan uzaklaştırılmışlardır.

1906: Üsküp’te kunduracı ve kaftancı işçileri, İstanbul’da Cibali tütün fabrikası işçileri ve reji fabrikası işçileri, Veles’te kunduracı işçileri ve terzi işçileri, Selanik’te metal işçileri, deri işçileri, marangoz işçileri ve seramik fabrikası işçileri, Edirne’de tuğla taşımacılığında çalışanlar, İstanbul’da tersane işçileri ve matbaa işçileri grevler yapmışlardır.

1907: İstanbul’da tersane işçileri, vapur işçileri, tuğla fabrikası işçileri, liman hamalları ve İdare-i Mahsusa işçilerinin yanı sıra Balya Karaaydın maden işçileri grev hareketinde bulunarak iş bırakmışlardır.

1908: II. Meşrutiyet’in ilanından önce İstanbul’da denizcilik alanında çalışan işçiler arasında da üç greve rastlanmıştır.[22]

  1. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte, özgürlük söylemi işçileri de etkisine almıştı ki, Osmanlı topraklarında bir “grev patlaması” yaşanacaktır: sadece 1908 yılında, 143 grev.[23] Bu grevlerden 30 kadarı demiryolu işçilerine (İstanbul, Selanik, Manastır, Üsküp, Aydın, İzmir, Edirne, Eskişehir, Halep, Beyrut); 28’i gıda, tütün ve reji işçilerine (İstanbul, Selanik, Samsun, İzmir, Aydın, Manastır, Midilli) aittir; ama öyle görünüyor ki tüm işçi sınıfı ayaktadır: hamallar, deri, ipek işçileri, terziler, madenciler, temizlik işçileri, garsonlar, bakkal çırakları, denizciler, tersane işçileri, matbaa, basın-yayın emekçileri, inşaat işçileri…

Grevler her sektörde işçi örgütlerini de tetiklemiş gözükmektedir; İstibdat koşullarında gizli faaliyet gösteren az sayıda örgüte (Kurucuları arasında Ethem Nejat’ın da bulunduğu Amele-i Osmani Cemiyeti, Kavala’da tütün işçilerinin kurduğu Tütün Amelesi Saadet Cemiyeti, Beyrut’ta kurulan gizli işçi derneği, Şark Demiryolu işçilerinin kurduğu sendika, İstanbul fırıncılarının kurduğu Hamurkâr Cemiyeti) ek olarak 1908’den itibaren tütün işçileri, demiryolu işçileri, tekstil işçileri, denizcilik ve taşımacılık işçileri, matbaa işçileri, gıda sektörü emekçileri, eğitimciler, banka ve posta memurları, garsonlar, çiftçiler, marangozlar, doğramacılar, duvarcılar… velhasıl cümle emekçi tayfası örgütlenme çabası içine girecektir…

1908’e dek grevler çoğunlukla işçiler tarafından, kendiliğinden başlatılırken (Kavala tütün işçilerinin 1905’deki, Tütün İşçileri Saadet Cemiyeti tarafından örgütlenen grevi dışında) 1908 grevlerinde yeni cemiyetlerin etkinliği hissedilecektir.

Bu, “İstibdat’ı yıkıp Hürriyet’i getiren İttihat ve Terakki iktidarı için de kabul edilebilir bir durum değildir. Böylelikle Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’in işçi sınıfına ilk hediyesi, ilk versiyonu 8 Ekim 1908’de “geçici kanun” ya da KHK (Ta’til-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-ı Muvakkat) olarak yayınlanan, 9 Ağustos 1909’da ise nihai biçimi kabul edilerek yasalaşan Tatil-i Eşgal Kanunu’dur.

İT iktidarının acelesi vardır, çünkü yayılan grevler Osmanlı toprakları üzerindeki yabancı şirketleri de etkilemekte, yabancı yatırımcılar, konsolos ve elçileri aracılığıyla hükümete baskı yapmaktadır. Nitekim, “geçici kanun”, Adalet Bakanlığı hukuk danışmanlığı yapan Kont Ostrorog tarafından kaleme alınmış, meclis tatilde olduğu için, Kanun-u Esasi’nin hükümetlere tanıdığı yetkiye dayanarak yayınlanıp yürürlüğe girmiştir. Geçici Yasa’nın çıkmasının ardından Nafıa (Bayındırlık) ve Ticaret Bakanlıklarının ilgili şirketlere gönderdikleri tezkerede  “grevlerin ülkede ticareti ve kamu güvenliğini aksattığı, devletin siyasi ve mali itibarını düşürdüğü, halkı güç durumda bıraktığı gerekçesi ile bundan böyle demiryolu, liman, rıhtım, tramvay, havagazı, elektrik gibi kamu hizmetlerine yönelik işyerlerinde devlet memuriyetinde olduğu gibi greve, gidilemeyeceği, bunun Tatil-i Eşgal Cemiyetleri Hakkında Kanun-u Muvakkat ile güvence altına alındığı” bildiriliyordu. “Durumlarından hoşnut olmayanlar şirketle ilişkilerini kesmek üzere istifa edeceklerdi.” Buna uymayan ve greve kalkışan ya da grev kışkırtıcılığı yapan işçi ve memurların tutuklanıp haklarında yasal soruşturmaya geçileceğinin, şirketçe çalışanlara iletilmesi de isteniyordu.[24] Dahiliye Nazırı Ferit Paşa’nın Bakanlar Kurulu nezdinde yasayı savunurken “Sosyalizmin Osmanlı İmparatorluğu için taşıdığı tehlike”den dem vurması[25] ise, altta yatan korkuyu açığa çıkarmaktadır.

Birbirinin neredeyse aynı olan geçici kanun ile Tatil-i Eşgal Kanunu genel kanının aksine, grevi topyekûn yasaklamaz. Ama öyle kayıtlara bağlar ki, grev yapmak neredeyse olanaksız hâle gelir. (Aslına bakılırsa, yasaklarla ve kolluk güçlerini işçilerin üzerine sürerek, işçi liderlerini tutuklayarak, sürgüne göndererek, hatta grevcileri katlederek engelleyemediklerini gören tüm hükümetlerin ortak tutumu, budur: grevi “yasal” kabul ederek uygulanması neredeyse imkansız koşullara bağlamak…) Şöyle ki, demiryolu, tramvay, liman veya aydınlatma işleri gibi kamu hizmetlerinde işçilerle yöneticiler arasında bir anlaşmazlık başgösterdiğinde, işçiler üç temsilci ve bir dilekçeyle Ticaret ve Nafıa Vekaletlerine başvuracaklardır. (md. 1) İşçiler hiçbir şekilde şirketin işleyişine müdahil olmaya yönelik talepler öne süremezler (md. 2). Bakanlık üç gün içerisinde işçilerin dilekçesini ilgili kurulaşa ileterek üç temsilci seçmelerini ister (md. 3). Bakanlık, bir hafta içerisinde bir memur atayarak taraflar arasında temsilcilerden oluşan bir uzlaştırma komisyonu oluşturur (md. 4). Taraflar uzlaşmaya varmazlarsa, grev hakkı doğacaktır; “fakat serbestî-i a’mâle mugâyir her bir fiil ve hareket îkâʻı ve nümâyiş icrâsı kat’iyyen memnudur (işletme özgürlüğüne karşı her türlü eylem ve harekette bulunmak ve gösteri yapmak kesinlikle yasaktır).” (md. 6) Kuruluşun uzlaşma hükümlerine uymaması hâlinde tazminat yükümlülüğü doğacaktır (md. 7)

Buraya kadar, “iyi, güzel, yasaklamıyorlar işte,” diyebilirsiniz. Ama durun, “turbun büyüğü”, daha heybede:

“Kamuya yönelik hizmetler veren kuruluşlarda sendika oluşturulması yasaktır. Bu kuruluşlarda sendika kuran ve başkalarının çalışmasını engelleyen ve kışkırtma ve yoldan çıkartmaya başvuran, korkutma yolunu seçen ve zor ve şiddet kullanarak işin durdurulmasına (hizmetin tatiline) neden olan kişilerden, sendika kuran başkalarının çalışmasını engelleyenler ve kışkırtma ve yoldan çıkartma ile işin durdurulmasına (tatil-i eşgale) neden olanlar bir haftadan altı aya kadar hapis veyahut kendilerinden bir liradan yirmibeş liraya kadar para cezası alınarak ve korkutarak ve zor ve şiddet kullanarak işin durdurulmasına (hizmetin tatiline) neden olanlar bir aydan bir yıla kadar hapis ve bir liradan elli liraya kadar para cezası alınarak cezalandırılacaklardır. Ve bu yüzden mala mülke zarar gelmesi durumunda, zarar bu işe kalkışanlara ödettirilecek ve cezalardan daha ağır cezayı gerektiren bir suç işleyenler hakkında ceza kanununda belirtilen ceza uygulanacaktır. Aralarında sendika kuran kamu kuruluşlarının her birinden elli liradan üçyüz liraya kadar para cezası alınacaktır.” (md. 8)

Bitmedi! Yasaya göre kamu hizmetlerinin düzenli yürütülmesi için gerektiğinde askeri güç kullanılabilecek, savaş ya da savaş tehlikesi durumunda uyuşmazlık dondurulabilecektir (md. 10). Ve nihayet, yasanın yayınıyla birlikte işçiler ve patronlar tarafından kurulmuş tüm sendika ve benzeri cemiyetler, mülga duruma düşecektir! (md. 11)[26]

Böylelikle İttihat ve Terakki, ulaşım, aydınlatma, havagazı, denizcilik gibi imtiyaz sahibi (çoğunlukla yabancı) şirketler tarafından yürütülen faaliyetlerde sendikaları yasaklayıp grevi neredeyse olanaksız hâle getiriyordu. Madencilik, tekstil vb. sektörlerde faaliyet gösteren şirketler, yasanın kendilerini de kapsaması konusunda sıraya girmekte gecikmeyeceklerdi.

Cumhuriyete doğru ve CHP Yılları…

Balkan savaşları ve Balkanların Osmanlı’dan kopması, bu coğrafyadaki işçi hareketinin en deneyimli ve mücadeleci unsurlarını da yitirmesi anlamına gelecekti. Bu kayıp mübadeleyle gelip İstanbul, İzmir ve Samsun’a yerleştirilerek tütün fabrikalarında istihdam edilen tütün işçilerinin deneyim birikimlerini yerli işçilere aktarmasıyla kısmen telafi edilebilse de Balkan ve hemen ardından patlak veren I. Paylaşım Savaşı işçi hareketlerini önemli ölçüde yavaşlatmıştı.

Hareketin1919 başlarında yeniden canlandığı görülmektedir. “Şubat ayında Reji isçileri zam isteğiyle grev yaparken, Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine Is-tanbul’da düzenlenen mitinge binlerce işçi katıldı. 1920 yılında da gazetecilerin, Tünel isçilerinin, tramvay isçilerinin, Kazlıçeşme deri isçilerinin grevlerine rastlanmaktadır. Ayrıca 1 Mayıs bayramı törenlerle kutlanmıştır. 1921 ve 1922’de grevler görülmektedir. 1923 yılında önemli grevlere rastlanmaktadır. Zonguldak maden isçileri, Aydın şimendifer işçileri, İstanbul matbaa işçileri, Şark şimendifer işçileri, İstanbul tramvay işçileri, Terkos işçileri ve Dolmabahçe gazhanesi işçilerinin grevleri bu yılın önemli grevleridir.”[27]

Bu dönemde kurulan legal sosyalist partiler (Türkiye Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist İşçi Çiftçi Fırkası) işçi sınıfıyla organik bağların tesisi için uğraşacak, grevleri destekleyecek, işçi örgütlenmelerini teşvik edecektir.

Ancak genç “milli” burjuvazi, işçilerin kontrolünü sosyalistlere kaptırmak niyetinde değildir; hele ki hemen kuzeydeki Bolşevik Devrim’in nefesini enselerinde hissederken… Cumhuriyet’in ilanından kısa bir süre sonra, devletin izleyeceği ekonomi politikaları “tartışmak” üzere, İzmir’de bir İktisat Kongresi düzenlenir (1923). Çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi gruplarının katıldığı Kongre’de işçileri, İstanbul Umum Amele Birliği temsil etmektedir-Milli Türk Ticaret Birliği tarafından örgütlenen ve seteklenen ve Ticaret Birliği’yle aynı amaç ve hedefleri güttüğünü ilan etmekten çekinmeyen İstanbul Umum Amele Birliği.[28]

İşçilerin Kongre’de kabul edilip de uygulamaya sokulan tek talepleri, “amele” yerine “işçi” olarak nitelenme talebidir; sendikalaşma, sekiz saatlik işgünü, kadınlara doğum öncesi izin, asgari ücretin tespiti, ücretlerin nakden ödenmesi, haftada bir gün izin, 1 Mayıs’ın işçi bayramı kabul edilmesi gibi talepler kabul edilse de ilgili yasa ve yönetmelikler çıkartılmadığı için kağıt üzerinde kalacaktır. Hafta tatili ücreti, yıllık ücretli izin, iş kazası geçiren işçiye tazminat gibi konularsa doğrudan reddedilir.

Ancak bu “bahar” da uzun süreli olmayacaktır. 1925’te Şeyh Sait İsyanı gerekçesiyle ilan edilen (OHAL’in atası) Takrir-i Sükun Yasası, işçi hareketi ve tüm solu uzun süreli bir suskunluğa mahkum edecektir.[29] Bu dönemde açık kalabilen tek işçi örgütlenmeleri, CHP tarafından çeşitli vilayetlerde kurulmuş olan “amele birlikleri”dir.[30]

Takrir-i Sükun koşullarında hiç mi grev yapılmadı? Yapıldı elbet. Üstelik de kadınların aktif ve gözüpek katılımıyla. 1927 tarihinde Adana Demiryolları Yenice-Nusaybin hattında yapılan grevde işçilerin eşleri, çocukları, Adanalı kadınlar demiryolunun üzerine oturarak grevin kırılmasını engelleyecekti.[31] Bir başka grev ise, Tramvay İşçileri Cemiyeti’nin 9 günlük  grevidir; ve hükümetin müdahalesi sonucu sona erdirilmiştir.

Önemli bir not, İttihat Terakki’nin kamu işçilerinin grev haklarını önemli ölçüde sınırlandıran Tatil-i Eşgal Kanunu Cumhuriyet’in ilk onyılında yürürlükte kalmış, işçi-patron anlaşmazlıkları “hakem” aracılığıyla “çözülme” yoluna gidilmiştir: Takrir-i Sükun (OHAL) koşullarında!

İşçiler iktidar partisinin/tek parti rejiminin demir yumruğundan fazlaca bunalmış olmalı ki, icazetli de olsa, liberal bir programı da savunsa, kısa ömürlü Serbest Cumhuriyet Fırkası’na fazlaca bel bağlayacaktır. SCF yöneticilerinin İzmir’e gelişi vesilesiyle liman işçileri grev ilan etti. İncir işçilerinin de ücretlerinin arttırılması talebiyle onlara katılması ipleri iyice gerecek, güvenlik güçleri işçilere ateş açarak sekiz işçinin yaralanmasına neden olacaktı.

SCF deneyimi kısa ömürlü oldu, parti kendini feshetmek zorunda bırakıldı. CHP’nin SCF destekçilerinden intikamı acı olacaktı: grevler sona erdirildi, muhalif işçi örgütleri lağvedildi… Bu süreçte tek parti rejimi kendi işçi örgütleri aracılığıyla sınıfı denetim altına alma sürecine hız verecekti. Yeni bir İş Yasası için kollar sıvandı…

Bu arada İkinci Paylaşım Savaşı’nın eşiğine gelinmiş, CHP iktidarı iyiden iyiye Avrupa’da esen faşist rüzgârların etkisi altına girmişti.

1936’da Tatil-i Eşgal yasasının yerini alarak yürürlüğe giren yeni İş Yasası, bu koşulların ürünüdür; yeni yasa selefinin yap(a)madığını yapmış, grevleri tümden yasaklamıştır. Bu hâl, “iş ve çalışma hürriyeti aleyhine cürümler” başlıklı bir madde içeren (1926 tarihli) Ceza Kanunuyla da desteklenecek, TCK’da 1933 tarihli değişiklikle grev teşebbüslerinin cezası attırılacaktı. 1928’de çıkartılan Cemiyetler Kanunu ise, “sınıf temelli” cemiyetlerin kurulmasını yasaklayarak sendikacılığın temellerini dinamitliyordu: Öyle ya, sendikalar “sınıf temelli” olmazsa ne olabilirdi?

  1. Paylaşım Savaşı sonrasında faşizmin yenilgiye uğraması, dünyada ve Türkiye’de “demokratik açılım”ları getirecekti beraberinde. 1946’dan itibaren yeniden faaliyete geçen sosyalist partilerin aktif desteğiyle “birçok sendika ve işçi derneği kurmuş, işçi örgütlenmesi yeni bir canlılık dönemi yaşamış ve sosyalist hareketle sıkı ve kalıcı bağlar gerçekleştirmiştir. Ancak CHP iktidarı bu oluşumlara uzun süre izin vermedi. 16 Aralık 1946’da CHP iktidarı sosyalist partileri ve onlara bağlı işçi örgütlerini kapattı. Ancak işçi örgütlenmesini tamamen yasaklayamayacağı için, Şubat 1947’de yürürlüğe konulan Sendikalar Kanunu çerçevesinde sendikaları bizzat yaratmaya başladı. 1945’te kurulan Çalışma Bakanlığı ve CHP İşçi Bürosu bu işi üstlendi. İlk Çalışma Bakanı Sadi Irmak’a göre, “Devlete karşı, Devlet emrinde ve Devletle beraber olmak üzere üç tip sendika” vardı ve “Türkiye’ye yakışacak ve Türk rejiminin hürriyet zihniyetine yakışacak olan” üçüncü tip sendikaydı. “Bu (tip) sendika Devletle beraber, amme menfaati içinde zümrelerin menfaatlerini müdafaa eden hür sendika” diye tanımlanıyordu. Bu tip sendikaların aynı zamanda ‘meslekten olmayanları’ dışlaması, ‘gayri siyasi’, ‘gayri beynelmilelci’ ve ‘milli karakterli’ olması da Sendikalar Kanunu ile emredildi. Bu yaklaşımlar ve geçmişten (1930’lardan) gelen alışkanlıklar sonucu 1947’den itibaren bizzat CHP tarafından kamu iktisadi teşebbüslerinde, devlet fabrikalarında kurulan sendikalar ‘garp demokrasileri modeli’ndeki sendikalara benzememiş; Türkiye’de işçi sendikacılığı yerine sendika adı altında işçi toplumsal yardımlaşma derneklerinden oluşan kendine özgü garip bir işçi örgütlenmesi geliştirilmiştir. 1947 tarihli Sendikalar Kanunu 1936 tarihli iş kanunu ile getirilen grev yapma yasağını da sürdürmüştür.”[32]

Aynı geleneği, 1950’de iktidarı CHP’nin elinden alan Demokrat Parti de devralır. Patronların, hükümetlerin zor yoluyla sindiremediği, her bulduğu çatlakta ısrarlı otlar gibi biten işçi hareketi, kooptasyon sendikacılığıyla denetim altına alınmaya çalışılmış, sendikal örgütler, bir yandan yasaklar ve cezalarla, bir yandan da liderlerine yüksek ücretli, ballı pozisyonlar ve siyasal nüfuz sağlanarak düzen partilerinin hizasında tutulmaya çalışılmıştır.

İşçi sınıfının buna tepkisi ise, kendisine giydirilmeye çalışılan deli gömleğini parçalayıp attığı mücadeleler zinciri olacaktır: 200 bin kişilik Saraçhane Mitingi (1961), Toplu İş Sözleşmesi Yasası’nın kabulüyle sonuçlanan Kavel Direnişi (1963), işçilerin 10 bin askerle kuşatılmalarına ve iki işçinin ölümüyle sonuçlanan çatışmalara karşın zaferle sonuçlanan maden işçilerinin Kozlu Direnişi (1966), Türk-İş’te kopuş sürecini başlatan ve DİSK’in kurulmasına (1967) yol açan Paşabahçe grevi (1966), ücretlerin yükseltilmesi, 48 saatlik çalışma haftası için ve sarı sendikacılığa karşı girişilen Singer işgali (1969) ve burjuva iktidarın DİSK’i devredışı bırakmak üzere çıkardığı yeni yasayı çöpe atan 15-16 Haziran direnişi (1970)…[33]

Sonuç Olarak: Sendikaların Hâli

“Osmanlı’da oyun bitmez”, derler. Osmanlı’yı bilmem, ama kapitalist egemenlerin işçi sınıfı mücadeleleri karşısında bildiği oyun sayısı sınırlı: Yasakla, zor kullan, zorun yetmediği yerde aşılması neredeyse imkânsız engeller koyan bir “yasal çerçeve” dayat, sendika yönetimlerini satın al…

Kapitalizm 1970’lerin sonunda girdiği krizle birlikte, emekçi sınıflara dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçimini alan topyekûn ve radikal bir saldırı başlattı. “Sermaye hareketlerinin liberalizasyonu” ile birlikte sermaye, işgücünün bol, ucuz ve “uysal” olduğu Güney ülkelerine yönelirken, gerek metropol, gerekse çevre ülkelerde işçi sınıfı “kolayca gözden çıkartılabilen, ikame edilebilen, ‘itibarsız’ bir sınıf”a dönüştürüldü.[34] Üretimin yerini finansallaşma alırken, özelleştirmeler kamu sektörünü ve hizmetlerini yutarken, deregülarizasyon, taşeronlaşma, iş güvencesinin berhava edilmesi ile, sınıfın gücü büyük ölçüde kırıldı. İşsizlik korkusu ile terbiye edilen işçiler örgütsüzleştirildi. Sosyalist sistemin çöküşü ve yeni “sol” söylemlerin yükselişi intelligensia saflarında yılgınlık ve bozguna yol açarken sosyalizm itibarsızlaştırıldı; sosyal demokratlar ise liberal politikalara yedeklendi.

Böylelikle dünya ölçeğinde hiçbir mülke sahip olmayıp hayatta kalabilmek için işgücünü satmak zorunda olanlar, yani işçi sınıfı nicel olarak emsali görülmemiş bir şekilde genleşirken, belki de tarihinin en güçsüz günlerini yaşadı, 1980’lerden 2000’li yılların başlarına dek. Örgütsüzleşti…

Bunu Türkiye’den örnekleyelim: “Son verilere göre toplam işçi sayısı 16.8 milyon. Toplam sendikalı işçi sayısı ise sadece 2.5 milyon. İşçilerde sendikalaşma oranı yüzde 14.97’lerde kalmış durumda.” [35]

Örgütsüzleşmenin Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine maliyeti çok yüksek oldu. Hızla sıralayalım:

– Sendikalaşmanın önünde 12 Eylül darbesi ile getirilen engeller sürüyor. 6356 sayılı Kanun 12 Eylül ürünü düzenlemelerin çoğunu devam ettirdi. Patronlar sendikalaşan işçiyi işten atıyor. Uzun bir yargılama süresi sonunda işçi haklı çıksa bile işveren bedelini ödüyor ve işçinin sendika üyesi olmasını engelliyor. Anayasal sendikalaşma hakkı işverenler tarafından parayla satın alınıyor ve yok ediliyor. İşverenler itiraz ettiğinde toplu iş sözleşmesi işlemleri duruyor ve sendikalaşma mümkün olmuyor. Türkiye’de özel sektörde sendikalaşma oranı yüzde 7, toplu iş sözleşmesi kapsamı ise yüzde 5-6 civarındadır.

– Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in de üyesi olduğu Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) raporuna göre Türkiye sendikal haklar açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi içinde. Ayrıca Türkiye Hukukun Üstünlüğü Endeksine (Rule of Law) göre 142 ülke için 133. sırada. En kötü 9. ülke!

– Sendikalaştıkları için işten atılan ve direniş yapan, ücret artışı ve hakları için eylem yapan işçilere karşı polis şiddeti uygulanıyor.

– Türkiye hâlen sendikacıların tutuklandığı ve ev hapsine tabi tutulduğu bir ülkedir. Sadece son zamanlarda DİSK’in Genel Başkan Yardımcısı ve Genel-İş Genel Başkanı Remzi Çalışkan ile DİSK Çukurova Bölge Temsilcisi tutuklandı. Eğitim Sen yöneticileri demokratik bir protesto açıklaması nedeniyle 10 gün ev hapsi verildi. Birtek-Sen Genel Başkanı Mehmet Türkmen tutuklandı ve sonra da keyfi olarak ev hapsinde tutuluyor. Limter-İş Genel Başkanı Kanber Saygılı son haftalarda birçok kez gözaltına alındı. Listeyi uzatmak mümkün…

– Türkiye’de grev hakkı “grev erteleme” adı altında fiilen yok edildi. AKP hükümetleri döneminde 21 grev erteleme kararnamesiyle onlarca grev “milli güvenlik” bahanesiyle yasakladı. Grevleri yasaklanan işçi sayısı 197 bine yaklaştı. Buna karşılık AKP döneminde grev hakkını kullanabilen işçi sayısı 90 bin civarında kaldı. Anayasa’da grev hakkı var ama grev hakkı fiilen hükümetin iznine bağlı hâle geldi.

-2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı yasayla yüzde 70 ve üzerinde olan aylık bağlama oranları yüzde 50’ye aylıkların alt sınırı yüzde 35’e düşürüldü. Bunun sonucu emekli aylıkları dibe vurdu.

– Sosyal güvenliğe ayrılan bütçe payı düştü. SGK’ye yapılan konsolide bütçe transferleri 5510 sayılı yasanın ardından 2009’da GSYH’nin yüzde 5,2’si iken 2024 yılında 3,3’e geriledi.

– Asgari ücret yaygınlaştı ve ortalama ücret oldu. Hâlen AB ülkelerinde asgari ücretler çalışanlar yüzde 4 civarında iken Türkiye’de bu oran yüzde 50 civarında.

– Kıdem tazminatı 2000’lerin başlarında asgari ücretin 4,8 katıydı. 2025’te 1,8 katına geriledi.

– 2005 yılında 0,403, 2009 yılında 0,380 olan Gini katsayısı 2023 yılında 0,418’e yükseldi. Türkiye OECD ülkeleri için en kötü gelir dağılımına (Gini katsayısı) sahip ikinci ülke.

– Türkiye en uzun çalışa sürelerine sahip ülkeler arasında. Türkiye’de haftada 60 saat ve üzeri çalışanların oranı yüzde 21 iken, OECD ortalaması yüzde 5 civarında. Türkiye’de 1980’lerden bu yana haftalık çalışma süreleri azaltılmadı.

– Taşeron işçi uygulaması yaygınlaştı.

– Zorunlu arabuluculuk ile işçi hakları yok edildi.

–  İşsizlik sigortası fonu patron destek fonu oldu.

– Esnek çalışma yaygınlaştırıldı.

– İş cinayetleri katlandı.

– Türkiye kadınların istihdama katılımı konusunda OECD sonuncusu. OECD ortalaması yüzde 64, Avrupa ortalaması yüzde 70’in üzerindeyken Türkiye’de kadınların istihdama katılımı yüzde 32 civarında.

– Kamu mülkleri 1986’dan bu yana 71 milyar dolara parsel parsel satıldı. AKP’nin özelleştirme payı yüzde 89![36]

İşçi sınıfının tarihi bize, işçilerin ücretlerin düşürüldüğü, çalışma koşullarının bozulduğu, yaşam koşullarının güçleştiği her momentte sınıf mücadelesi araçlarına sarıldığını gösteriyor. Dünyada da, coğrafyamızda da…

Oysa veriler, bu ülkede grev sayı ve yoğunluğunun 2000’li yıllarda düşüş kaydettiğini gösteriyor. Örneğin, “1985-2000 yılları arasında yılda ortalama 127,5 grev gerçekleşirken grevlere katılan ortalama işçi sayısı 47 bin 534’tü. 2001-2015 arasında ise yıllık grev ortalaması 20,2’ye, greve katılan işçi sayısı ise 6 bin 713’e düştü.”[37]

Bunda yukarıda sıralanan etmenlerin payı çok büyük, kuşkusuz. Ama bir etken daha var ki, mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor: Bu coğrafyada (birkaç özverili örnek dışında) sendikalar sınıf mücadelesi aracı olmaktan çıkıp kurulu düzeni payandalayan araçlara dönüşmüş durumda. Sınıf tabanlarını yitiren sendikalar[38] varlıklarını sürdürebilmek için düzen partilerine yaslanmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Kimi sendikalarda yönetimler adeta kastlaştı; babadan oğula geçer bir hâl aldı. Sendika aidatlarının patron tarafından kaynaktan kesilerek sendikaların hesabına yatırılması, sendikaları işçilere yabancılaştıran bir başka etken…[39] Mustafa Durmuş’un işaret ettiği “Finans Sendikacılığı”, yani sendikaların “borsa, döviz, mevduat ve gayrimenkul gibi diğer para ve emlak piyasasındaki yatırımları sayesinde önemli yatırım ve kira geliri elde edebil”mesi[40] de bu meyanda vurgulanmalı. Ve nihayet, neoliberal uygulamaların işçi sınıfı bileşenlerini büyük ölçüde değişiklik ve uğratmasına (genç, kadın, göçmen, kaçak işçiler, geçici işçiler, taşeronlar, sözleşmeliler…) karşın sendikaların bu yeni işçileri örgütlemek için kılını kıpırdatmaması da, sınıfı zaafa düşüren bir başka etken.

Bu olumsuzluklara rağmen işçiler sınıf mücadelesi silahlarına sarılma yönündeki iradesini iradesini son yıllarda her yerde ve defaatle aşikar ediyor-dışarıdan ve içeriden tüm baskılara, engellemelere rağmen.

Böylelikle örneğin, “2015-2021 yılları arasında yıllık ortalama grev sıklığının 123 olduğu Türkiye’de 2022 yılında 197 grevin yaşandığını” tespit ediyor Emek Çalışmaları Topluluğu, ve bunun rekor olduğunu belirtiyor. Ancak daha da çarpıcısı şu satırlar:

“Grevlerin yalnızca yüzde 18’i iş yerinde yetkili olan sendikalar tarafından örgütlendi. Grevlerin yüzde 42’si bir sendika tarafından organize edildi. Grevlerin yüzde 58’ini ise herhangi bir sendikanın öncülüğü olmaksızın işçiler kendileri örgütledi.

Sendikalar arasında en çok grevi yüzde 16 ile DİSK’e bağlı sendikalar örgütlerken, bunun ardından yüzde 13’le Türk-İş’e bağlı sendikalar geldi.

Yaklaşık 20 bin sayı ile en geniş katılımlı grev ise Eğitim Sen, Eğitim-İş ve diğer bazı kamu emekçileri sendikalarının Öğretmenlik Meslek Kanunu’nu protesto etmek amacıyla yaptığı grev oldu.

Bağımsız sendikalar 2022 yılında tüm grevlerin yüzde 10’unu örgütledi.

Sendikalar ve toplu iş sözleşmesi kanununun son derece kısıtlayıcı olduğu Türkiye’de resmi grevler çok nadir hâle geldi. Öyle ki resmi grevler Türkiye 2022’deki tüm grevlerin sadece yüzde 9’unu oluşturmaktadır.”[41]

Evet, bu coğrafyada işçi sınıfı, neoliberal kapitalizme karşı kendi kurallarını yeniden yazmaya başladı. Sırtına giydirilen deli gömleğini parçalayıp atmasını elbette bilecektir…

Muğla, 13 Ağustos 2025.

[*] Kaldıraç Dergisi, No: 290, Eylül 2025…

[1] Ayn Rand.

[2] A. Lozovsky, “Marx and the Trade Unions”, /https://www.marxists.org/archive/lozovsky/1935/marx-trade-unions.pdf

[3] Allana Akhtar, Joey Hadden, Elias Chavez, “The most impactful strikes in history – for better or worse”, https://www.businessinsider.com/the-biggest-and-most-powerful-worker-strikes-of-all-time-2019-9

[4] Kelly Schoolmeester, “Egyptian laborers strike for pay, ~1170 BCE”, https://nvdatabase.swarthmore.edu/content/egyptian-laborers-strike-pay-1170-bce

[5] Hasan Doğan, “Osmanlı Devletinin son döneminde grev hakkı ve Tatil-i Eşgal Kanunu”, https://belleten.gov.tr/tam-metin/326/tur

[6] Allana Akhtar, Joey Hadden, Elias Chavez, “The most impactful strikes in history – for better or worse”, a.y.

[7] Peter N. Stearns, “premodern” ve “modern” protesto biçimlerini karşılaştırdığı makalesinde, araştırıcıların bu iki tarz arasında saptadığı farkları şöyle sıralıyor: “Sanayi-öncesi protesto (…) ayaklanma (riot) biçimini alırdı. Bir mahalden diğerine sıçrayabilse bile, genellikle yereldi. Formel bir örgütlenmeden yoksundu. Tipik olarak yoksulla zengini karşı karşıya getirmekle birlikte, sınıf bağlantılarından çok cemaate dayanırdı. Dolayısıyla, birbirine sıkı sıkıya bağlı cemaatler oluşturan zanaatkâr ve köylüler bu tip protestoların ön saflarında yer alırlardı. Ve her şeyden çok (bu protesto biçimi) geriye dönüktü, geçmişteki hak ve değerlere göndermede bulunmaktaydı. Zanaatkârlar ideal loncanın ilkelerini anımsarken, köylülerin modeli, ideal köydü. (…) Aşikar nedenlerden dolayı, sanayi-öncesi protesto müreffeh yıllarda gerçekleşmezdi. Mevcut hâlin geçmişle karşılaştırılıp noksanlı bulunduğu ekonomik güçlük zamanlarına özgüydü.” (Peter N. Stearns, “Measuring the Evolution of Strike Movements”, International Review of Social History, C. 19, sayı 1.)

[8] M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, 2020, ss.130-131, Ekitap.ayorum.com

[9] Karl Marx, Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Can Yayınları 2015, ss.59-60.

[10] Bu grevler ve dahası için bkz. “200 Years of Labor History,” https://www.nps.gov/blrv/learn/historyculture/200-labor-events.htm

[11] “Early strikes and labor unions”, https://www.studentsofhistory.com/strikes-labor-unions

[12] James E. Cronin, “Strikes and Power in Britain, 1870-1920.” International Review of Social History, XXXII (1987).

[13] Kaynak: “The history of strikes in the UK” https://www.ons.gov.uk/employmentandlabourmarket/ peopleinwork/employmentandemployeetypes/articles/thehistoryofstrikesintheuk/2015-09-21

[14] “Avrupa Grev Dalgası”, https://www.encyclopedia.com/history/encyclopedias-almanacs-transcripts-and-maps/european-strike-wave.

[15] V.I. Lenin, “Strikes in Russia”, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1913/dec/31.htm

[16] Russian Revolution Timeline, https://alphahistory.com/russianrevolution/russian-revolution-timeline-1917/

[17] Örnekler M. Şehmus Güzel’in İşçi Tarihine Bakmak adlı kitabından derlenmiştir, a.g.y.

[18] Merve Küçüksarp, “Osmanlı’da Kadın Emeğinin Kısa Tarihi”, Bianet, 8 Mart 2018… https://m.bianet.org/bianet/tarih/194967-osmanli-da-kadin-emeginin-kisa-tarihi.

[19] M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, s.97.

[20] Hasan Doğan, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu”, agy. Öte yandan, Polis Nizamnamesi’ni yürürlüğe koyan padişahın, Nizamname’nin yayınlanmasından bir yıl kadar önce, İzmit çuha fabrikasını gezerek işçilerin dertlerini dinleyen, onlara “Ben sizin huzur ve saadetinizi temin ile mükellefim. Sizler bana vedia-i ilahisiniz. Ruz-u mahşerde Cenab-ı Hak bu emanetin neticesini soracak. Devlet büyüklerinin vazifesi sizlerin mesud ve müreffeh olmanıza çalışmalarıdır,” diye seslenen Abdülmecid olması da devlet geleneğinin süreğenliğini gösteren bir vakıadır. (Bkz. M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss.102-103.) İnsan Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı, Tayyip Erdoğan’ı dinlemiş gibi oluyor!

[21] M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss.90-91.

[22] Fatih Zengin, “Osmanlı Devleti’nde Emekçiler, Grevler ve Emekçi Örgütleri”, Iğdır Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2020, Sayı: 5’den derlenmiştir.

[23] Zengin, s.15.

[24] M. Şehmus Güzel, Grev, Sosyalist Yayınlar, 1993, s.62.

[25] M. Şehmus Güzel, Grev, s.63.

[26] Bkz. M. Şehmus Güzel, Grev, ss.65-68 ve Hasan Doğan, “Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Grev Hakkı ve Ta’tîl-i Eşgâl Kanunu”.

[27] DİSK Tarihi, Kuruluş, Direniş, Varoluş, I. cilt, DİSK Yayınları, 2022, s.49.

[28] DİSK Tarihi,a.y.

[29] “Birinci Madde- İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bais bilumum teşkilat ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbusat ve neşriyatı Hükûmet, Reisicumhurun tasdikiy-e, re’sen ve idareten men’e mezundur.” (DİSK Tarihi, s.53)

[30] M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, s.171.

[31] Bkz. Osman Tiftikçi, “1927 Yenice-Nusaybin Grevi ve Kadınlar”, https://ozguruniversite.org/2024/08/04/1927-yenice-nusaybin-grevi-ve-kadinlar/

[32] M. Şehmus Güzel, İşçi Tarihine Bakmak, ss.173-174.

[33] Bkz. “Dünden Yarına Dumanı Dağıtacak Yıldız-Poyraz’a Selam: 15-16 Haziran Direnişi”, Birgün Pazar, 22 Aralık 2024, ss.10-11.

[34] Havva Gümüşkaya, “Prof. Dr. Mustafa Durmuş: Sendikalar Masaya Sermaye İçin Oturuyor”, 9 Ağustos 2025… https://www.birgun.net/haber/sendikalar-masaya-sermaye-icin-oturuyor-644373

[35] Mustafa Çakır, “Yoksulluğun Gölgesinde 1 Mayıs”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2025, s.9.

[36] Aziz Çelik, “Çalışma Hayatında Dezenformasyon ve Gerçekler”, Birgün, 5 Mayıs 2025, s.5.

[37] “Doğruluk Payı: Yıllık Grev Sayısı yüzde 85 Azaldı”, Bianet, 5 Şubat 2018, https://bianet.org/haber/dogruluk-payi-yillik-grev-sayisi-yuzde-85-azaldi-194038. Ayrıca bkz. Aziz Çelik, “Türkiye’de 2000’li yıllarda grevler ve grev dışı eylemler”, IV. Sosyal Haklar Ulusal Sempozyumu, 18-22 Ekim 2012.

[38] “Türkiye’de de sendikalı işçi sayısı ve oranı benzer biçimde düşüyor. 2025’in Temmuz ayında yayınlanan sendika üye istatistiklerine göre; sendikalı işçi sayısı Ocak’tan Temmuz’a 94 bin 988 kişi düştü. Oysa bu yedi ayda çalışan işçi sayısı 461 bin 410 arttı.” (Havva Gümüşkaya, “Prof. Dr. Mustafa Durmuş: Sendikalar Masaya Sermaye İçin Oturuyor”, 9 Ağustos 2025… https://www.birgun.net/haber/sendikalar-masaya-sermaye-icin-oturuyor-644373)

[39] Fikret Başkaya, “Sendikalara Dair Söylem ve Gerçek!”, 5 Ağustos 2025… https://nupel.tv/fikret-baskaya-sendikalara-dair-soylem-ve-gercek/.

[40] Havva Gümüşkaya, a.y.

[41] “Türkiye ve Şili’nin Grev Karnesi”, Evrensel, 10 Mayıs 2024. https://www.evrensel.net/haber/517986/turkiye-ve-silinin-grev-karnesi

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu