
EYLÜL KANAYAN BİR ÇOCUKTUM BEN
İşkencenin şiiri yazılabilir mi? hem kurbanı, hem tanığı olunduğunda sanıldığı gibi hiç de kolay olmuyor. Kâğıda kaleme hiç uzanamadığım günler oldu… Bazı günler “Eylül kanayan bir çocuk” gibi tek bir cümle bile kuramadan saatlerce başında takılıp kaldığım oldu şiirin…
“Yüreğime deniz dalgası gibi çarpan muhteşem güzel kadın… “ (annem) bir bayram günü ziyaretinde “kışlanın önüne her gün geldiğini, uzun günlerin ardından (Hasan abim ve benim) bitlenmiş ve üzerinde kurumuş kan lekeleri olan çamaşırlarımız kendisine verildiğinde “kötü durumda ama çok şükür yaşıyor” olduğumuzu anladığını ve sevinçle eve nasıl koştuğunu, evde çamaşırlarımızı koklayarak nasıl ağladığını… O zamanlar minicik olan yeğenim Evrim’i “hadi gel Hasan’ıma, Savaş’ıma ağlayalım” diyerek kendine nasıl sırdaş yaptığını ve nasıl günler boyu sayıp dökerek birlikte ağladıklarını, ahırda sütünü sağdığı inekleriyle her gün konuşarak nasıl dertleştiğini ve her gün yollarımıza nasıl gözyaşı döktüğünü…” iç çekerek ve heyecanlanarak anlattığında bu şiir kafamda şekillendi. Uzunca bir süredir de hep aklımdaydı. 12 Eylül 1980 darbe döneminin ağır işkencelerine uğramış ve çok ağır bedeller ödemiş olan bir kuşağın hikâyesini yaşadıklarım ve tanık olduklarım üzerinden yazmaya çalıştım.
Bedenimi(zi), yüreğimi(zi) ve ruhumu(zu) öldürmeye tam teşebbüs ederek ağır yaralı bırakan işkencecilerin şiire ve sözlere bir türlü sığdıramadığım aşağılık ve iğrenç davranışlarını elbette yazamadım…
Benim yazdıklarımın çok ötesinde ve benden çok daha ağır işkencelere ve hakaretlere uğramış… Baskı ve zülüm görmüş, işkencede sakatlanmış, bedeni ve ruhu örselenmiş, yorgun düşmüş, işkencede öldürülmüş, gözaltında kaybedilmiş ve yaşamının uzunca bir dönemini yine cezaevlerinde işkence ve direnişlerle geçirmiş tüm devrimci yoldaşlarıma ve çektikleri bunca acıya rağmen yüzlerinden hiç eksilmeyen o muhteşem gülüşe ve içlerinde yeşerttikleri o güzel insanlığa saygıyla…
EYLÜL KANAYAN BİR ÇOCUKTUM BEN
1
Cesur yürekli kahramanıma… Anneme
Eylül yağmurlarında çırılçıplak ıslanan
Ve sularında Karadeniz’in karanlığa kulaç atan
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Annem… Ah! Güzel annem…
“Oğluma dokunmayın” diye çığlıklarını kendine sığınak yapan
Ve yavrusunu yitiren telaşlı bir serçe gibi
Çırpınarak
Çıplak elleri ve yüreğiyle polislere direnen
Ve bir Amazon kadını gibi ölümüne savaşan
Korkusuz güzel kadın…
Gülüşümün sebebi
Ardımdan ağlayanım
Yuvası boş kalanım, kanatları kırılıp uçamayanım…
Gölgesine sığındığım bilge çınarım
Serin esen dağ rüzgârım
Üşüdüğümde sığındığım en derin sıcaklığım
Sabrı kahredenim
Efkârım, hüznüm, hasretim
Yar gibi sevdiğim
Cesur yürekli kahramanım benim…
Uykusuz düşlerime bir gül ve gülüş gibi düşen
Ve o dipsiz bakışlarıyla
Yüreğime deniz dalgası gibi çarpan
Muhteşem güzel kadın…
Gün ışıkları zapt edilen bir Eylül sabahı
Kapımızı kıran cehennem zebanileri
Ve postallarıyla dalıp
Yuvamızı talan eden paşalar
Beni söküp aldıkların da kollarının arasından
Kulak kestim çığlıklarına
Yıkılışını duydum yüreğinin
Ve ağzımda biriken kanı
Bir küfür gibi
Yüzüne tükürdüm zebanilerin…
Son kez baktım
Boşluğa uzanan o güzelim ellerine
Ardımdan çaresiz baka kalan gözlerini
Ve gözyaşlarını unutmadım anne
Çığlıkların…
Çığlıkların o gün ki gibi aklımda hala…
2
Eylül kanayan tüm çocuklara
Eylül kanayan bir çocuktum ben
Bedenim işkenceye sunulmuş bir armağan
Ve yüreğim acıların keşfine çıkmış yapayalnız bir kâşifti…
Zafer işaretleri
Ve yoldaşların alkışlarıyla gittim sorguya
Yüzüme kanlı bir maske geçirdiler önce
Burnumu kırdılar sonra
Yüzüm, gözüm kan
Kulaklarımı yırtan çığlıklar
Ve yitip giden sesler arasında
Sorguya çekildim defalarca…
Sorguda “hoş geldin” faslına çekildim önce
Samsunluyum diye “Elli beş” cop yedim avuçlarıma
Haşarı ve alaycı bir çocuk gibi diklendim
Falakada patlayan ayak tabanlarıma
Ve yüreğime balyoz gibi inen acılara
Hiç mi hiç aldırmadım
Yarım kalan soruların tekrarına yanıtsız kaldım yine…
3
Acıların uçsuz bucaksız çölünde
Yüzünde gülüş, dudağında şarkılar yeşerten yoldaşlara
Sinsice pusuya düşürülen
Ve asırlar önce bedeni işkencede unutulan
Issız bir çığlık
Ve Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Unuttum sanılmasın;
Tanrılar tarafından zamanın kasten durdurulduğu
Ve sanki hiç bitmeyecek olan o an gibi
Bedenime inen darbelerin
Ve havada uçuşan küfürlerin
Ruhumdaki yansıması aklımda hala…
Etimi parçalayan leş kargalarının gıcırdayan sesleri
“yeter ulan, anasını, bacısını s..tiğim…Oruspu çocuğu..”
“konuş, bülbül gibi öt ve bitsin artık her şey” diyen kudurmuş halleri
Leşini parçalamaya doymayan sinsi bir sırtlan gibi gülerek
Ve sırtımda bir at gibi tepinerek
Islak betonda yürütmeleri beni…
Dudakları ustura ağzı
Elleri keskin bir bıçak gibi
Tenimi öpüp, okşayan rüzgârın sesi
Ve tanrıya sunulan bir armağan gibi
Bedenimi buzla tutuşturup yakan geceye
Çırılçıplak kurban edilişim benim…
Çenemin bağlarının çığ gibi kopup düşmesi
Zaptı imkânsız, takırdayıp duran dişlerim
Bedenimin enkazında savrulan kar
Ve gecenin ayazında
Ana rahmindeki masum bir bebek gibi
Titreyerek büzüşmelerim benim…
Üzerine basılmış patlamaya hazır bir mayın gibi
Ömrümün yollarına döşenen
Sınırsız acım, dinmeyen sızım
Ve Allahsız ve kitapsız ve insafsız işkenceler…
Bir parça su, bir parça ekmek, bir parça ışık
Bir ömür zindan
Her gün ölümün soğuk nefesini ensemde hissederek
Ve ölmemeye gayret ederek
İnadına sığındığım zaptı imkânsız düşlerim
Ve gülüşlerim benim…
Unuttum sanılmasın;
İçine günlerce kan işediğim zeytinyağı tenekesi
Tenekeden yükselerek genzimi yakan sidik kokusu
Ve acılarımla sarmaş dolaş
Üzerine uzandığım beton zemin
Her söz, her küfür, her hakaret
Yüreğime nakış gibi işlenen her acı
Vücuduma inen her darbe
Ve ıslak bedenimde (*)
Kendine buldozer gibi yol açan elektriğin akışı
Aklıma derin bir mezar çukuru gibi kazıldı çünkü…
4
Ölümün kıyısında yaşama hep sevdalı kalanlara
Derin Acılar Laboratuvarında (**)
Islak ve çırılçıplak elektrik yemenin zorunlu deneğiydim ben
Manyetonun çıkrığında yay gibi gerilip salınan
Ruhunu taşkın akan sellere
Yüreğini Filistin askısına
Düşlerini beyninde patlayan bir yanardağ ağzı gibi
Sönmeyen yangınlara
Bedenini çılgın akan bir nehir gibi
Elektriğin ebedi akışına kaptıran
Ve yüreğinde elektrik taşıyan
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Unuttum sanılmasın;
Her yanım yara, her yanım bere, her yanım çürük…
Her yanım acı, her yanım ağrı, her yanım sızı
Ve ben “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman”(***)
Karanlığın bedenimi yakan yangınlarından
Islak betonun etimi ısıran soğuğundan
Acıların derin sularında yediğim vurgunlardan
Ve uykusuz kaldığım gecelerden öğrendim;
Bir bulutun üzerine uzanır gibi
Acılarımın üzerine uzanmayı
Ve ana kucağına sığınan bir bebek gibi
Rüzgârın buza kesmiş ninnisiyle gözlerimi kapayıp
Mışıl mışıl uykuya dalmayı…
5
Acının zulasında düş biriktiren yoldaşlara
Dalına tutunamayan
Ve acıdan sararmış bir yaprak gibi savrularak
İşkencenin ortasına düşen
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
Günlerce hiç yıkanmadım
Derimi yırtarcasına kaşındım durdum kirden
Bitlendim sonra…
Bedenimin kirinden üreyerek
Kanımı emen
Ve bedenimde her gün yatıya kalan bitlerimi
Saçlarım, koltuk altım
Ve kasıklarımın arasında konuk ettim günlerce…
Çocuksu sevinçler
Ve tarifsiz acılar arasında
Oyunlar oynadım kendi kendimle
Yabani bir kısrak gibi koşturup
Sararmış bir sayfanın bozkırında yarıştırdım
Sayfanın dışına çıkan ilk biti
Kalktım ayakta alkışladım
Ve -şampanya gibi- patlatıp şah damarımı
-kana kana-İçsin diye
Kanımı doldurdum kadehine…
6
Bedenleri acıdan çıldırırken
Bir çiçeği koklayabilmenin özlemine sığınanlara
Darağacına assalar beni
Kellemi koparsalar giyotinle
Kurşuna dizseler ya da
Gıkım çıkmazdı belki
Ölümden beter küfürler yedim
Bende küfrettim…
Bilge bir çınara yaslanır gibi
Acıların gölgesine
Bir çiçeği koklayabilmenin özlemine
Sabrın dağları çatlatan suskunluğuna sığındım hep
Yaşadığım ve karşılıksız sevgilisi olduğum bu topraklar üzerinde
Çarmıha gerilen İsa Mesih’ten çok daha fazla acı çektim
Sorulara suskun kaldım
Yoldaşlarımı vermedim ele
Ve içimde biriktirdiğim hınzırca bir sevinçle
Acının ve zulmün doruğuna çıktığımda öğrendim;
Çığlıklarımı dışa vurmanın
Ve sessizce içime ağlamanın o korkunç güzelliğini…
7
İşkence tezgâhlarında ve hücrelerde aşkla iştigal edenlere
“Konuş… Konuş da bitsin bu çile… Teslim ol. ” dediler
“Acılarım, ağrılarım, sızılarım
Hücremin zifiri karanlığı
Ayazda çırılçıplak unutulan bedenim
Dünyaya acılar doğuran gebe bir kadın gibi
Göğün arşına yükselen çığlıklarım
Yüreğimde dağ gibi büyüyen öfkem ve yangınlarım
Ve içime akıttığım gözyaşlarım insan yanımdır.” dedim
Acılara karşı umarsız ve yaralı bir serçe gibi direndim
“Aşk; fikri isyan ve işgaldir” dedim
Teslim olmadım…
İşkenceye ve en olunmaz acılara karşı
Fikrimi aşkla işgal ettim
Şiirlere, sevdalara
Gülüşlere ve düşlere sığındım hep…
Ve ben; “Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”
Hücrelerde
Kulakları sağır eden o korkunç sessizlikte
Ve karanlıkta
Karanlığın gözlerimi kör eden gölgesinde öğrendim;
Kendimi arsız ve yasaklanmış düşlere vurmanın güzelliğini…
8
Gökyüzünden ay ışığı toplayan devrimci kadınlara
İşkence nasıl anlatılabilir ki?
Bir şiire mevzu bahis olunca
Ve nasıl anlatılabilir ki?
Hem kurbanı, hem tanığı olununca…
Sözler dilime dolaşırken
Cümleler dağ gibi üzerime devrilirken
Ve acılar bir cehennem yangını gibi
Yüreğimi yakarken hala
Nasıl anlatılabilir ki?
Ruhumun o amansız ve derin sızısı…
İşkence; oyuna dalan çocukluğumu
Sokak ortasında linç ederek öldüren
Sevinçlerimi ganimet gibi yağmalayan
Gülüşümü duvara yaslayıp kurşuna dizen
Ve bedenimi
Ve ruhumu alçakça istila eden devletin kendisiydi…
İşkence; bedenimi yakıp kül eden
Issız bir cehennem
Gecelerimi tarumar eden korkunç bir heyula
Ve uykularıma alçakça çöken bir karabasandı…
İşkence; acıların ve çıplak bedenlerinin üzerini örtmek için
Gökyüzünden ay ışığı toplayan devrimci kadınların
Yüreğimde parça tesirli bomba gibi patlayan çığlıkları (****)
Ve geceleri kıyısında yürüdüğüm dipsiz bir uçurumdu…
İşkence; biraz düş, biraz gerçek
Hücremde karakış, dışarıda bahar
Tutsaklık ve özgürlük
Ölüm ve yaşam arasındaki o korkunç çelişki
Ve hücremin karanlık dehlizlerinde peşine düştüğüm bir düştü…
Annemin uçsuz bucaksız gülüşü
Hasretle kollarına sarışıydı beni
Gözlerinin içine deniz gibi daldığım çocukluk aşkım
Acemi sevinçlerim, telaşlarım, sevda ateşim, ilk göz ağrım
Ve avuçlarımda yıldızlar gibi yanıp sönen ateş böcekleriydi…
Bedenimde ve ruhumda sonsuz bir devinimle savaşan
Zıtların diyalektik birliği
Acı ve umut, zulüm ve direniş, korku ve cesaret
Sebepsiz bir gülüş, ıssız bir gözyaşı
Sessizliği yırtan çığlık
Kulakları sağır eden suskunluk
Zindan ve gün ışığı
Üşüyen bedenim ve yangınıydı yüreğimin…
9
12 Eylül barbarlığının idam ettiği tüm yoldaşlara
Ezenlerin çarkına çomak sokmaktan suçlu
Ve görüldüğü her yerde vurulacak olan
Eylül kanayan bir çocuktum ben…
İşkence tezgâhları, halüsinasyonlar ve hücreler arasında
Kellemi koparıp alan giyotini suyolu yaptım her gün
Kanımın çekildiği elektrikli sandalyeye oturtuldum milyonlarca kez
Gülüşü çalınan bir çocuğun gözyaşlarında dizildim kurşuna
Ve ince bir dal gibi boynumu kıran darağacına asıldım defalarca
Bir anı, bin yıl süren acılara ve zulme karşı direndim
Ve acıların günlüklerini not ettim yüreğime…
10
Çığlıklarını tarihin en ağır, en uzun sayfasına not edenlere
Ey hayat! Yanıtla beni şimdi
Hain ve korkak bir gölge gibi köşe bucak kaçma öyle
Karşıma çık
Utanma…
Acının ve zulmün tarihini
Sayfa sayfa açtım yeryüzüne
Aradım;
En uzun, en ağır sayfalarında buldum çığlıklarımı…
İçime ağladığım gözyaşlarım kayıptı
Tarihini yazdım gözyaşlarımın yeni baştan; ağlayarak
Ve bir yağmur gibi damla damla yükledim bulutlara
Soğuk bir Eylül sabahı
Anamdan doğar gibi çırılçıplak soyundum
Karadeniz’in hırçın ve soğuk sularına soktum ayaklarımı
Martı çığlıklarına, dalgalara
Yosun kokan rüzgârlara saldım kendimi
Ve paslı bir somun gibi
Soluma döndürerek
Yüreğimden söküp attım acılarımı…
İçimde gezinen kirli bir çamaşır gibi
Ruhumda kuruyup kalan acıların lekesini
Karadeniz’in sularında yıkadım defalarca
Ve sevgilimin gülüşüne tutunup
Güneşin ışıklarına astım ruhumu…
Ey hayat!
Utançlarını kaçırır gibi
Kaçırma gözlerini benden
Kapama…
Kapama gözlerini sakın
Asırlar boyu paslı bir çivi gibi
Gözlerimde çakılı kalan acılara bakarak yanıtla beni
Yanıtla…
Yanıtla ki, içimde biriktirdiğim sualler anlamını yitirsin artık
Hangi merhametsiz tanrının
Hangi iğrenç iblisin
Ve hangi barbar kralın elleriydi bedenimi parçalara ayıran?
Ve hangi cehennemin kor ateşiydi yüreğimi yakıp kül eden?
Ve hangi tanrı, hangi din, hangi inanç
Ve hangi kutsal kitap emretti?
Bedenimi kıyamete uğratan bu çıldırmış zamanlarda yaşamayı
Ve İçinden insan geçmeyen bu korkunç zalimliği…
11
En güzel düşümüze; aşka ve özgürlüğe
Özgürlük… Ey Özgürlük!
Kavgasını sokaklarda, zindanlarda verdiğim
Uğrunda bedeller ödediğim
Ölümlerden, belalardan döndüğüm
Acılar
Ayrılıklar
Özlemlerle sınandığım
Varlığını Türkiye halklarına armağan etmek için
Ölümüne savaştığım
En güzel düşüm benim…
Özgürlük… Ey Özgürlük!
Dudaklarımı yakan bir öpüş kırıntısı
Toz zerresi kadar bir gülüş
Minik bir düş tanesi
Bir tutam umut
Bir dilim sevda, bir demet sevinç
Ve insanlığa armağan edilebilecek her güzel anın için
Ben hazırım yine de;
Ne kadar ödenmemiş bedelin varsa hepsini ödemeye…
12
İşkence sırasında düşlerimde yeşerttiğim ve sevgilim için topladığım çiçeklere
Bu gün kafam hafif esrik
Hüznümde kaybolan gün ışığı
Ve kimsesiz bir akşamüzeriyim
Melankolik bir aşk şarkısı dinliyorum başa sarıp defalarca…
Sıcak bir çay
Ve zehir zıkkım
Ucuz tütün eşliğinde
Acıların izini, aşkın ezgileriyle harmanlıyorum birbirine
Ve çözülmesi zor bir bilmece gibi
Şiirini yazıyorum acıların
Ve ben” Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman…”
Tarihe not düşüyorum
“Devlet eliyle umutları ve düşleri alçakça arkadan vurulan
Eylül kanayan bir çocuktum ben… “
Unutmadım…
13
Kızıma ve sevgilime
Düşlerimi dişime ve tırnağıma katarak
Kan ter devrim içinde
Kızıma sevinçler biriktirmek
Ve dipsiz bir okyanusa dalar gibi
Göğsüme sığmayan büyük bir aşkla
Sevgilimin gözlerine dalıp gitmek
Ve özlem mavisine bulaşmış
Bir denizi öper gibi kıyısından
Mavisine sarıla döküle
Güneşle ay arasında
Med ve Cezir ortasında
Dalga dalga
Yüksele alçala
Dudaklarıma çarpan dudaklarını
Öpmek, öpmek, öpmek istiyorum…
Ve artık,
Gülüşü yüzünden taşan bir çocuk ağzı gibi
Sevgilimin saçlarına düşen karın
Yağmurun
Gözlerinden taşan ay ışığının
Yıldızların
Sarı sıcak güneşin
Ve mavi göğün altında
Kalabalık bir sokak
Issız bir dağ başında
Çıldırmış bir okyanus
Bir orman
Ve el ele tutuştuğumuz bir halay ortasında
Şehrin meydanlarında
Sevgilimin beni saran kollarında
İçime sığmayan bir sevinç
Ve yüreğimde salına salına dolanan bir aşk tadında
Hiçbir şeyi umursamadan ve hiçbir şeye aldırmadan
Ağız dolusu haykıra haykıra
Gülmek, gülmek, gülmek istiyorum…
(12 Eylül 2015)
Savaş Karaduman
(*) Elektrik iletkenliğinin ve şiddetinin daha fazla artırılması, elektriğin bir işkence yöntemi olarak bedenimize daha fazla acı vermesi, bedenimizi daha fazla hasara uğratması ve direnme gücümüzün zayıflatılması için bütün vücudumuz elektrik verme esnasında suyla ıslatılırdı.
(**) Derin Araştırma Laboratuvarı (DAL) 12 Eylül döneminde özellikle Ankara Emniyetinde faaliyet yürüten özel sorgu ve işkence ekibinin adı. Şiirde “Derin Acılar Laboratuvarı” olarak değiştirdim… Ben DAL ekibi tarafından sorgulanmadım ama birçok yoldaşımız DAL tarafından ağır işkencelere maruz kalarak sorgulandı.
(***) Resmi kimlik bilgilerinde ana adım “Ayşe” diye geçse de aslında çocukluğundan beri annemin bilinen adı Lütfiye’dir. Annem için “Ayşe” adı kimlikte unutulup kalmış ve hiç kimse tarafından bilinmeyen hükümsüz bir isimdir aslında… Aile içinde ve çevremizdeki herkes kendisine “Lütfiye “ bizim devrimci uşaklar ise “Lütfiye ana” diye seslenir. Bende işkence tezgâhında doğal olarak ana adımı hep “Lütfiye” diye tekrarladığımdan “anasının adını bile bilmiyor. Oruspu çocuğu…” diye çok ağır dayaklar yemiş ve çok ağır hakaretler işitmiştim.
Mahkemede ise defalarca ana adımı sormaları ve benim ise ısrarla ve şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde “Lütfiye” diye tekrarlamam ve ellerindeki kimlikte yazan ana adıyla benim yanıtımın aynı olmayışı karşısında şaşkınlığa düşen mahkeme heyetinin “yazık, anasının adını bile hatırlamıyor… İşkencede kafayı iyice sıyırdı herhalde ” diye şaşkınlıkla ve acıyan gözlerle birbirlerine bakmaları ve bana ana adımı hatırlatmaya yardımcı olmak için kâtibe hanıma yüksek sesle “yaz kızım, ana adı Ayşe” diye seslenmelerini hiç unutamam…
“Muhammet oğlu, Ayşe’den olma Savaş Karaduman… ” diye başlayan ve “Kurtuluş örgütü üyesi olmaktan ve devleti silah zoruyla yıkmaya teşebbüsten…” suçlamalarla devam eden bu cümle yukarıdaki hikâye nedeniyle sorguya her çıktığımda işkencecilerin benimle kafa bulmak ve alay etmek için defalarca tekrarladıkları bir cümleydi… Aklıma kazınmış.
(****) ”…Acıların ve çıplak bedenlerinin üzerini örtmek için
Gökyüzünden ay ışığı toplayan devrimci kadınların
Yüreğimde parça tesirli bomba gibi patlayan çığlıkları…” nı unutmak olmaz…
İşkence tezgâhlarında zorba hükümdarlara ve cehennem zebanilerine teslim olmayan, acının ve zulmün karanlığına karşı her şafak vakti güneşi yeniden doğuran, düşlerini, gülüşlerini ve umutlarını insanlığın ortak mirası olarak tüm dünyaya armağan eden o güzel gülüşlü, iyi yürekli o asi ve cesur, düşleri özgürlük, düşleri devrim ve düşleri sevda yüklü olan muhteşem yol arkadaşlarımıza sonsuz saygıyla…
Kadınların acılarını, gördükleri zulmü, yaşadıkları duyguları ve içlerindeki fırtınaları hikâye etmek, şiire ve romanlara konu etmek kadın duyarlılığına sahip olmayan biz erkeklere düşmez… Umarım işkence tezgâhlarında sorgulardan geçmiş, cezaevlerinde yatmış kadın yoldaşlarımızda kendi hikâyelerini, kendi dilleri ve duygularıyla anlatırlar.
Çünkü acılarında, sevdalarında bir dili vardır… Ve o dil insanlığın ortak dilidir.