
Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler sonucu, Türkiye ve Suriye’de çokça tartışılmaya başlanan ademi merkeziyetçilik ve Avrupa Konseyi Özerklik Şartı ile Kürt sorunu ilişkisi üzerine iki hafta üst üste yazmak istiyorum.
Devlet, iktidar ve egemenlik siyasal bilimin temel kavramlarıdır. Devlet ve iktidar ilişkisini analiz ettiğimizde egemenlik kavramı önemli bir yer tutar. Siyasal iktidar biçimlerinin ele alınmasında ve ifadesinde egemenlik kavramı farklılık arzeder. Avrupa Birliği süreci ile birlikte egemenlik kavramı, yeni formlar ve iktidar biçimleri ile ortaya çıkar. Coğrafi sınırların ve gümlük kapılarının önemli ölçüde ortadan kalktığı, dolaşım serbestisinin sağlandığı, ortak bayrak etrafında para birliğinin sağlandığı ulusalarüstü bu yapılanmanın bile belirsizliğini koruduğu günümüzde, devlet ve iktidar ilişkisinin ele alınması ve açıklanması Ortadoğu’daki gelişmeleride göz önünde bulundurduğumuzda önemli olmaktadır. Bununla birlikte tarihin her döneminde egemenliğin sancaklar, beylikler, krallıklar veya eyaletler şeklinde paylaşıldığını görmekteyiz. Egemenlik kuramı, ilk kez, 1648 yılında imzalanan Westphalia Barış Antlaşması ile uluslararası arenada ‘yönetişim’ modelleri olarak uygulanmaya alınır. Ancak bu anlaşmadan iki yüz yıl sonra gerçekleşen sanayi devrimininneden olduğu ulus-devletler,
1- Tekçi egemenlikçi yapı/egemenliğin paylaşılmaması
2- Coğrafi toprak bütünlüğü/toprağın paylaşılmaması,
3- Milletin bölünmezliği
4- Katı merkeziyetçi devlet yapılanması üzerinden yükselen bir siyasal organizasyon olarak halkların, inançların ve farklılıklarının kıyımı ve katliamına neden olurlar.
Ulus- devletlerin bu katı merkeziyetçi ve tekçi yapısına karşı, demokratik modernite güçlerinin mücadelesi sonucu, devletçi iktidarcı sistem her gün yeni formlara doğru değişimi de yaşamaktadır. 1929 ekonomik krizinin neden olduğu ikinci dünya savaşı; siyasal, sosyal, kültürel ve ekolojik kırımlarıyla büyük alt üst oluşların yaşanmasına neden olur.
Savaş sonrasında ekonomik bunalımı aşmak adına kapitalist sistem, sosyal devlet politikalarına yönelmek, devletin ekonomiye müdahalesiyle kamu hizmetlerini, ‘sosyal haklar’ diye bedelsiz vermeye başlar. 1973’te fosil yakıt krizi ve sonrasında yaşanan siyasi krizin nedenini, devletin ekonomiye müdahalesinde gören egemen sınıf, bu uygulamadan vazgeçerek neo-liberal politikaları uygulamasına alır. Neo-liberalizm, yaşanan krizin nedenini, devletin ekonomiye müdahalesinde görmesi, sosyalizmin de yakın tehlike olmaktan çıkması sonucu, emperyalist-kapitalist sistem, demokratik uygarlık dinamiklerini sisteme entegre etme, meşru taleplerini karşılıyor görünerek yerellere idari ve mali özerklik uygulamalarına geçmek durumunda kalır. Küreselleşme olarak ifade edilen bu süreçte, devlet kendisinin mutlak ve değişmez olduğuna insanlığı iknâ etmeye kalkışarak, bu süreci yönetmeye çalışır.
Kapitalist modernite, 1989’da reel sosyalizmin çökmesiyle, daha bir cesaretle dillendirmeye başladığı ‘yeni dünya düzeni’ söylemi ile emperyalist yayılmacılığına meşruiyet kazandırmaya bakar. Söz konusu bu süreçte, açığa çıkan yeni gelişmeler karşısında, devlet, kendisini yeniden değişime evirmek durumunda kalır.Toplumun doğal topluma erişmek için verdiği mücadelenin yol açtığı bu değişim dinamiği, devleti otoriter, katı merkeziyetçi formdan âdem-i merkeziyetçi formlara doğru hızla değişime zorlar. Devlet, bu değişimi kendi bekasını riske etmemek adına, topluma değişimci tek dinamik olarak kendisini sunmak durumunda kalır. De-santralizasyon, ya da başka bir ifade ile adem-i merkeziyetçilik olarak ifade edilen bu süreç; yerelin ve yerelde yaşayan halkların, toplum kesimlerinin ve kültürlerin ‘doğrudan doğruya’ politik süreçlere dahil olması anlamınadır. Yerellik ve yerindelik ilişkilerinin öne çıktığı adem-i merkeziyetçi bu yeniden şekillenme ile kapitalist modernite, devlet- toplum ilişkisini;
1- Hizmet bireye en yakın birim tarafından yerine getirilmeli (Yerellik, yerindelik) ilkesi,
2- Toplumsallaşmanın odağına insanı almalı,
3- Gücün merkezileşmesi yerine, tabana doğru yatay dağıtılmasını (Egemenliğin paylaşımı) sağlamalı,
4- Hizmetlerin üretilmesi ve yürütülmesinde olduğu kadar, kaynakların rasyonel kullanılmasında katılımcılık esas alınmalı (Katılımcılık) ilkesi diyerek kendi sürdürülebilirliğini âdem-i merkeziyetçi bu anlayışla sağlamaya çalışır.
Ancak bu değişimin kendiliğinden olmadığı da açıktır. Tarih boyunca kapitalist moderniteye karşı demokratik toplum mücadelesi ile merkeziyetçi yapılar, daha yumuşak yapılara dönüşerek, toplum dinamiklerini sistem içine çekme arayışı içinde olmuşlardır. Bu arayış, son kırk yılda daha derinlikli ve hızla yaşanır olmuştur. Yaşanan bu süreç, aynı zamanda uçların ehlileştirilmesi, sisteme entegrasyonu, radikal olanın törpülenmesi, sisteme dâhil edilmesi süreci olarakta işlev görmüştür. Bugün Suriye ve Ortadoğu’da yaşananlar bundan azade değildir.
“Az devlet, çok demokrasi” söylemi eşliğinde, topluma pazarlanan, adına “Yönetişim” denilen bu süreç, halkın yönetime ve karar alma süreçlerine katılmasından çok, asıl olarak sermayenin sivil toplum kuruluşları (STK) üzerinden, kamunun işleyişini ve kaynaklarını ihtiyaçlarına göre belirleme ve denetlenmesi anlayışıdır. Halkın karar alma süreçlerine katıldığı, demokratik yönetim olarak sunulan bu ‘yönetişim’, esas olarak sermayenin üretim, dağılım ve kullanımı için ihtiyaç duyduklarını ele geçirmeden başka bir şey değildir. Yerel yönetimler bünyesinde örgütlenen ‘kent konseyleri’, ‘yerel gündemler’ gibi yapılanmalar, “halkın yönetime katıldığı” imajını vermekten başka bir işlevleri olmamıştır. Merkezin planlama, karar verme, kaynak oluşturma sürecinin yetkilerini yerel yönetimlere, özerk yapılara devretmesi ile “kamusal hizmetler”in parayla karşılanan hizmetler haline gelmesi (ulaşım, eğitim, sağlık, temizlik, barınma, su vb.) sermaye için yeni pazar işlevi görmüştür. “Kalkınma ajansları”, “kararların halkın katılımı ile en yakın düzeyde alınması”, “hizmetlerin en yakın birim eliyle götürülmesi” söyleminde asıl amaç; yerel kaynakların sermayeye sorunsuzca sunulmasıyla sonuçlanmaktadır.
Türkiye, Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik Şart’ını imzalamış, ancak Kürt Statüsü’ne neden olacağı gerekçesi ile kimi maddelerine çekince koymuştur. Anayasal vatandaşlık, idari, mali özerklik ve anadilde eğitimi sağlayan maddelere çekince koyan Türkiye, 2012- 2013 yılı görüşmelerinde ana konu başlıkları olmasına rağmen çekinceleri kaldırmamış, tekçi zihniyet ile iktidarını paylaşmak istememiştir. Kürt Siyasal Hareketi, devletin insafına sığınmadan devletin yanı başında, devletçi iktidarcı sisteme karşı, toplumun öz gücüne dayanarak özgürlüğünü elde etmesinin siyasal mücadelesini esas alan bir pozisyon içinde olur. Demokratik siyaset ve uluslararası meşruiyet esasıyla hareket eden Kürtler, bilinmez bir gelecekte, var olacağı öngörülen bir toplum tahayyüllü beklentisi içinde olmadan, bu sayede yerellerini ve kentlerini yönetmenin önemli deneyim ve birikim sahibi olurlar. Demokratik modernite kavramını geliştirerek, doğal ve demokratik topluma el konulduğundan beri var olan, ahlâki ve politik topluma erişilinceye kadar da sürecek olan mücadele yöntemini devreye koyarlar. Bu mücadelenin yol açtığı değişim dinamiği ile ‘Demokratikleşme’ ve ‘Yerindelik’ ilkesine neden olurlar. Kapitalist modernite ile demokratik modernitenin tarih boyunca kıyasıya mücadelesi, devletçi iktidarcı sistemleri siyasal ve yapısal değişimlere her zaman zorlamıştır. Mücadelenin giderek toplumsallaşması, yeni arayışları da beraberinde getirmiştir. Bugün Üçüncü Dünya Savaşı ile devam eden bu süreç:
- 1- Uluslararası sermaye ve iktidar biriktirme araçlarının sürekli olarak doğal toplum lehine değişiyor olması,
- 2- Her tür ulusal sınırın devasa ölçekte bilim ve teknolojik gelişmelerle aşılıyor olması,
- 3- Devletçi, iktidarcı yapılara karşı halkların demokratik toplum esaslı demokratik mücadelesi yüzünden ‘Yerellik ve Yerindenlik’ yaşanmaktadır.
Bu üç nesnel duruma rağmen otoriter, katı merkeziyetçi devletçi sistemin varlığını devam ettirmek istiyor olması derin siyasal ve ekonomik krizlere neden olmaktadır. Günümüzde devam eden sistem krizinin aşılamamış olmasının yol açtığı bu kaos aralığının devletçi sistemi ciddi düzeyde sıkıntıya soktuğu ve sarstığı da bilinmektedir. Yaşanan kriz yapısal ve tarihseldir. Yapısal ve tarihsel olan bu kriz, tarihi temel çelişki olan devletçi iktidarcı yapılarla doğal demokratik toplum arası çelişki ile daha da derinleşerek devam edecektir. Devlet ve iktidarcı, hiyerarşikçi sistem, tümden kaybedeceğine, toplumsal dinamikler mücadelesinin sistemi alabora etmesine fırsat vermeden seçenekler geliştiriyor olması, devrimsel hamleler olarak görülemez. Bu arayış yıpranan, tökezleyen ve toplum karşısında itibarsızlaşan kapitalist modernitenin kendisini süsleyerek topluma tek seçenek olarak sunması, bu sayede rıza üretmesi çabasından başka bir şey değildir. Bu durum, devletli sistemin mücadeleler sonucunda, katı merkeziyetçi formdan istemeyerekte olsa âdem-i merkeziyetçi yeni formlara açık olmaya evrilmesi sürecidir. Tarihsel temel çelişki olan devletçi iktidarcı yapılarla doğal demokratik toplum arası çelişki, günümüzde:
- 1- Küresel emperyalist sistem bloku ile ulus- devletler arası çelişki,
- 2- Bu her iki iktidarcı güce karşı devletsiz halkların çelişkisi yaşanmaktadır.
Bugün genelde Ortadoğu’da, özelde Suriye ve Rojava’da bu iki çelişki iç içe yaşanmaktadır. Kapitalist modernitenin stratejik amaçlarını vekâlet savaşlarıyla yürütüyor olması, küresel emperyalist güçlerle ulus- devletler arası çelişki kadar, bu her iki egemenlikçi anlayışa karşı devlet dışı, iktidar dışı toplum dinamiklerinin kendi alternatiflerini ya da kendi seçeneklerini ete kemiğe büründürmesi mücadelesidir yaşananlar. Yapısal ve tarihsel kriz aşılamadığından hiyerarşi ve tahakküm ile doğal toplum formları arası kaos aralığı da her geçen gün artarak devam etmektedir. Halkların doğal demokratik toplum seçenekleri yeterince gelişmediğinden, demokratik modernitenin kapitalist moderniteye alternatif örgütlü mücadelesi ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde oluşmadığından sistem kendi içinde krizi aşmanın bir yoluyla, iktidarını sürdürmeye bakmaktadır.
Devletçi, iktidarcı ve hiyerarşikçi yapı, her zaman toplumsal dinamikleri bünyesine dâhil etme kapasitesine sahiptir. Devletin demokratik modernite karşısında kendisini yeniden değişime tabii tutması, ona hem varlığına ideolojik gerekçe oluşturmaya, hem de toplumsal yaşamı siyasal, sosyal ve psikolojik olarak yeniden düzenlemesine fırsat vermektedir. Bu özelliği ile toplumun üstünde topluma yabancılaşmış olmasına karşın, toplum tarafından vazgeçilmez olarak görülmeye başlar ki, asıl tehlikeli olan da budur. Devlet, toplumsal mühendislik yöntemleri ve köklü ideolojik aygıtlarıyla, bireye ve topluma, kendisinin mutlak olduğuna inandırır, rıza üretir. İtaat eden birey, itaat eden toplum üzerinden varlığını yeniden biçimlendirmede ve sürdürmede son derece mahir sahibi olduğundandır ki, binlerce yıldır varlığını sürdürebilmiştir. İşte küreselleşme, bu kaos aralığını yumuşatma, halklar mücadelesini sisteme çekme, uçları ehlileştirme ve sisteme dahil etme arayışıyla kendisini yeniden tek seçenek olarak halklara ve topluma sunma girişimidir. Toplum büyüdükçe, toplumsal örgütlenme formu da büyüyecektir. Toplumsal ihtiyacın karşılanması, devletçi, iktidarcı yapılara bırakılmayacak kadar meşru ve tarihseldir. Bu meşruiyet, devlet+ demokrasi paradigmasıyla devleti ne ret, ne de mutlak kabul eder. Halkların ve toplulukların öz güç ve öz yeterliliğine dayanarak, kendi meclisleri ile eşit-özgür yurttaşlar olarak kendilerini yönetmelerinin meşru ve hukuki gerekçeleri her zamandan daha çok evrensel ölçekte yaşanmaktadır. Devlet ve onun ideolojisi olmadan da, toplumun kendisini, devletin yanı başında demokratik, ekolojik ve ekonomik olarak örgütlediği, bir kez daha Kürt siyasal mücadelesi sayesinde görülmüştür.
İktidarcı formlarla doğal toplum arasında binlerce yıldır süren mücadele, uzun bir süre daha sürecek gibidir. Bu nedenle, iktidar formunu mutlaklaştırmadan, onun yanı başında meşruiyete dayalı yaşam alanlarını inşa etmek esas olanıdır. Demokratik uygarlık mücadelesinde özgür toplum arayışımızı, tahakkümcü hiyerarşikçi sisteme ve onun insafına bıraktığımızda, insanlık ve ekolojik felakete yol açmış oluruz. Eğer kapitalist sisteme karşı, özgür bireyi ve özgür toplumu gerçekleştirmek istiyorsak, sınıf çıkarlarına dayalı savaşların ideolojik yaklaşımlarına ve liberal demokrasinin basit sıradan sistemi iyileştirici politikalarına gelmemeli, sürekli mücadele eylemselliği içinde olmalıyız. Bu anlamda Demokratik Özerklik; özgür bireyin ve özgür toplumun, kendisini devletin yanı başında siyasal, sosyal, kültürel örgütlemesinin yolu olmaktadır. Bu siyasal sistem:
- 1- Demokratik Toplum Hukuku,
- 2- Ekolojik Toplum Hukuku,
- 3- Avrupa Konseyi Bölgesel ve Yerel Yönetimler Özerklik Şartı,
- 4- BM’nin Yerli Halkların Hakları Sözleşmesi,
- 5- Evrensel Hukuk,
- 6- BM’nin Habitat Formunun İyi Yönetim Kriterleri gibi evrensel değerlerden beslenir ve bu değerlerin yol açtığı meşruiyete sahiptir.
Devletsiz halklar ile iktidar dışı kalmış toplum kesimleri, bu alanların meşruiyeti üzerinden siyasal, sosyal ve kültürel taleplerini geliştirmeleri ve bu haklarını ete kemiğe büründürmeleri meşru ve demokratik bir haktır. Kürt Siyasal Hareketi; yerel yönetimlerin idari ve mali özerkliğe kavuşturulması halinde Demokratik Özerklik’in inşasının meşruiyet kazanacağını, bu meşruiyet üzerinden Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerinin siyasal yolunun açılacağı, dolayısıyla sınırlarla oynamadan, mevcut verili koşullarda ortak yaşamın mümkün olacağını savunmaktadır. Bu nedenle; AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı önemseyerek soruna çözüm perspektifleri geliştirmeye çalışmıştır. Hatırlanacağı üzere DTK, 14 Temmuz 2011’ de Demokratik Özerklik’i ilan etmiş, Kürt sorununun çözümü ve Kürt statüsünde yeni sınırlara ihtiyaç duymadan çözümün mümkün olacağını söylemişti. O tarihten bu yana, başta ulusalcı, milliyetçi kesimler olmak üzere devlet cenahında kıyamet koparılmış, bir kaşık suda fırtınalar kopartılmıştı. Görüleceği üzere herkes ve her kesim kendi öncelikleri ve içinden geldikleri sınıf ile siyasal ve toplumsal kesimlerin hassasiyeti ile soruna yaklaşmaktadır. Kürtlerin siyasal ve kültürel taleplerinden çok, bu kesimlerin kaygıları, korkuları, siyasal konumları çözümsüzlükte belirleyici olmuştur.
Avrupa Konseyi Yerel ve Bölgesel Özerklik Şartı; halkların ve toplulukların kendi kendisini yönetmesinin ilk adımı olması yanında, devleti de demokratikleşmeye zorlayan bir işleve sahiptir. Bu nedenle, Türkiye gibi katı merkeziyetçi ulus- devletler, yirmi birinci yüz yılın ilk çeyreğinde ya bu özerklik şartına kimi çekinceler koyarak ya da imzaladıkları şartın gereklerini yerine getirmeyerek ayak diremişlerdir. Bize düşen; taleplerimizin uluslararası meşruiyetine dayanarak, Rojava’da ve Bakur’da statü sahibi olmayı başarmaktır.