
Dünya savaşı ve Kürt sorunu
Aşırı ulusalcılar TBMM’de kurulan Komisyon’a CHP’nin katılmasını önlemek ve bu yolla Kürt sorununda çözüm ihtimalini baltalamak için yürüttükleri yıkıcı çabalara rağmen başarısızlığa uğradı. Şimdilik de olsa, ulusalcıların “norm dışı devlet” adına yürüttükleri bu yıkıcı propagandaya rağmen, TBMM Komisyonu’nun amacı DEM Parti ve CHP tarafından demokratikleşme yönünde genişletildi.
Türk devletinin “normlara” bağlı kesimi şu gerçeğin farkındadır: Türk devleti Kürt sorununda adım atmadan, Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında ne “toprak bütünlüğünü” koruyabilir, ne de Ortadoğu’da bölgesel “emperyalist hegemonya” amacına ulaşabilir. Demek ki Türkiye Cumhuriyeti hem “küçülmemek”, hem de “büyümek”, yani hem şimdiki sınırlarını korumak, hem de Misak-ı Milli sınırlarına yayılmak için, her durumda Kürt sorununda adım atmak zorundadır.
Devletin bu amaçla İmralı kapısını çalması üzerine Başkan Öcalan, yapılan “silah bırakma ve illegal-askeri örgütlenmeye son verme” önerisini, demokratikleşme şartıyla kabul etmiştir. O halde, biz burada Başkan Apo’nun bu devlet çağrısına olumsuz cevap vermesi durumunda nasıl bir sonuç doğardı sorusunun yanıtını araştıralım.
Bu durumda Türk devleti PKK’ye karşı savaşı, “norm dışı devletin” ve onun uzantısı aşırı ulusalcıların istediği gibi, yeni bir aşamaya tırmandıracaktı. Sadece Bakur ve Başûr’daki gerillaya karşı değil, Rojava’ya karşı da saldıracaktı. İçeride ise DEM Parti’yi kapatacak, kitlesel tutuklamalara girişecekti. Bu durum devletin içinde bulunduğu krizleri daha da derinleştireceği için, Devlet AKP-MHP iktidarını korumak amacıyla, CHP’ye karşı giriştiği tutuklama kampanyasının da gösterdiği gibi “muhalefetsiz ve seçimsiz” diktatörlük aşamasına geçecekti.
Böyle bir savaş ve diktatörlük yönelimi yaşanan krizi misliyle derinleştirecek ve Türk devletinin, ABD ve İsrail’in Türkiye’yi İran’a karşı savaşa sürükleme stratejisine direnme imkanını yok edecekti. Adı geçen devletler, İran’a karşı savaş açma karşılığında, Türk devletinin Kürt halkına ve tüm muhalefete açtığı savaşa, şu andaki sessizliklerinin de gösterdiği gibi, destek vereceklerdi.
Bir Türk-İran savaşı, kim üstün gelirse gelsin hem Türk ve hem de İran devletinin, ama en çok da bu iki devlet arasında yer alan tüm Kürdistan parçalarının yıkıma uğramasına yol açacaktı.
Merkezi Ortadoğu olan, dünya çapındaki emperyalist ve bölgesel emperyalist devletlerin hegemonya savaşı içinde olduğunu gören herkes, bu analizi ciddiye alır. Şu farkla ki, Türk devletinin dünya savaşının dışında kalmasını değil de, rakip küresel güçlerden birinin yanında bu savaşın yeni aşamasına girmesini isteyen günümüzün Enverleri, Talatları, Cemalleri bu analizi kulak arkası ederler.
Başkan Apo, basitçe bir örgütün önderi olmayıp, birbirine karşı bütün devlet ve örgütler üstünde bir düşüncenin insanı olduğu için, tüm bu tehlikeli ihtimalleri bertaraf etmek üzere, devletle “demokratik uzlaşma” sürecine girmiş ve üstüne düşen bütün sorumlulukları bihakkın yerine getirmiştir. Benim gördüğüm şudur: Başkan Öcalan, her şeyden önce Türkiye’nin ve Kürdistan’ın Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni aşamasında bir maceraya sürüklenmesini önlemeyi en acil mesele olarak görmüş ve bu amaçla kendi örgütünün silah bırakmasını ve kendini feshetmesini demokratikleşme şartıyla kabul etmiştir. Ülkenin demokratikleşmesi dışında savaş yanlısı maceracıları durdurmak mümkün değildir.
Aslında devletin başında olan bir insanın yapması gerekeni, Erdoğan değil Başkan Apo yapmıştır. Kürt halkının Türkiye Cumhuriyeti devletiyle, devletin de Kürt halkıyla “demokratik entegrasyon” sürecine girmesinin yolunu açmıştır. Böyle bir entegrasyon halkların aşağıdan yukarıya kardeşleşmesiyle gerçekleşebilir. “Barış ve demokrasi talebinin ve gerçekleşmesinin” toplumsallaşması bu anlama gelmektedir.
Burada, demokratik bir anayasa bu toplumsallaşmaya dayandığında, Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu anayasaya uyacağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne ve sınırlarının dokunulmazlığına karşı silah kullanmayacağı, illegal örgütlenmeye gitmeyeceği çok açıktır. Hemen ifade etmek gerekir ki, demokratik anayasa demek, Kürt halkının temsilcisi siyasi hareketin, programındaki amaçlara ulaşmak için yürüteceği barışçı-legal mücadelenin önündeki bütün engelleri kaldıran ve Kürt ulusunun İstiklal Savaşı’nda nasıl “kurucu ulus” olduysa, bu aşamada da varlığını tanıyan anayasa demektir. Böyle bir anayasada “Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan Türkiyelilerin oluşturduğu ulus, devletiyle birlikte bölünmez bir bütündür” hükmü yer aldığı zaman, Kürt sorununu çözmenin ve demokratikleşmenin önündeki en temel engel kalkmış olacaktır.
Bu adımlar atıldığı zaman, Türkiye’nin sınırları dışında kalan Rojava’yla, Başûr’la, Rojhilat’la Türk devleti arasında hiçbir güvenlik sorunu kalmayacak, bu parçalardaki Kürt halkı Başkan Apo’nun etrafında sarsılmaz bir kenetlenme içinde olduğundan, tüm Kürdistan’la Türkiye arasında gerçekleşecek barış Türk devletini bölgesel savaşlara sürükleyecek şartları da ortadan kaldıracaktır. Küresel hiçbir güç, ne Türk devletini “terör tehdidi” bahanesiyle Kürdistan’a, Kürdistan’ı da “Türk tehdidi” bahanesiyle Türkiye’ye karşı kışkırtma imkanı bulamayacak, bu da Türkiye’nin ve Kürdistan’ın dünya savaşı dışında kalmasında büyük bir imkan yaratacaktır.
Demokrasinin elli milyonluk “hegemonya savaşından çıkarı olmayan” Kürt potansiyeli, aynı zamanda Türk devletinin bölgesel emperyalist emellerinin de önünde büyük bir engel olacaktır. Hiçbir iktidar bu büyük barış “kuşağını” çiğnemeden savaş yolunda tek bir adım bile atamaz. Savaşmak için bu “kuşağı” çiğnemeye kalktığı zaman da şimdiye kadar yaşanmamış büyük bir direnişle yüz yüze gelir.
O nedenle şimdi en büyük görev, Başkan Öcalan’ın özgürlüğünü sağlayarak bu tarihi süreci sonuçlandırmada önderlik etmesini sağlamaktır. Görüldüğü gibi Abdullah Öcalan yalnız Kürt ulusunun değil, Türk ulusunun, bölgedeki bütün ulusların ortak çıkarlarını temsil eden yegane şahsiyet olduğu için, onun özgürlüğü tüm bölge halklarının geleceği bakımından hayati önemdedir. Halklar önlerindeki bu şansı kullanmalıdır.