
Devletçilik ya da merkezi bir düzenin gerekliliği konusu sadece ideolojik değil, aynı zamanda kültürel bir olgudur. Hatta merkezi düzenin doğal olduğuna dair inanç o kadar bilincimize işlemiştir ki, bugün kendini en ilerici, en demokrat olarak değerlendirenler dahi toplumsal örgütlenmelerde güç birikiminin kaçınılmaz olduğunu savunur.
Devletin kaçınılmaz doğallığı!
İnsanlık tarihinin en büyük yanılsamalarından biri, merkezi düzenin doğal olduğuna dair inançtır. Oysa düzen, doğanın bir armağanı değil, insanın korkusunun ürünüdür. Devlet de bu korkunun kurumsallaşmış biçimidir — dağınık, kırılgan, birbirine güvenmeyen insan topluluklarının güvenlik adına kurduğu en yapay örgütlenme.
Fakat ne tuhaftır ki, biz onu yapay değil, kaçınılmaz sanırız. Devlete inanırız çünkü doğanın tarafsızlığından, tesadüflerin adaletsizliğinden, insanların öngörülemezliğinden korkarız.
Devlet, tam da bu korkuların diliyle konuşur: “Ben olmazsam, kaos olur.” Böylece koruyucu bir güç olarak doğar; zamanla cezalandırıcı bir tanrıya dönüşür. Otoriteye duyduğumuz güven, onu sorgulama hakkımızı da elimizden alır. Devletin sunduğu güvenlik ve kimlik duygusu, kültürel belleğin temel taşlarından biri haline gelir.
Oysa devlet doğal değildir. Doğa, merkez tanımaz; yalnızca dengeyi bilir. Devletin düzeni ise, denge değil hiyerarşi üzerine kuruludur. Bu yüzden tarih, gücü merkezileştirme çabasıyla ifade edilerek yazılır.
İnsanın doğası ve devletin gerekliliği
İnsan, doğada hiyerarşi olmadan da yaşayabilen bir türdür. Avcı-toplayıcı toplulukların binlerce yıl boyunca sürdürdüğü yaşam biçimi, bugünün siyasi dilinde “kaos” sayılacak ölçüde merkezsizdi ama işliyordu. Ortak kararlar, küçük ölçekli topluluklarda istişareyle alınıyor, otorite geçici olarak paylaşılıyor, güç kalıcı biçimde birinin elinde toplanmıyordu. Bir anlamda “devletin olmadığı toplumlar değil, devleti istemeyen toplumlar” vardı.
İşte tam da bu noktada düşünce dünyamıza bir sapma yerleşti: “İnsan insanın kurdudur.” Hobbes’un karanlık doğa tasavvuru, insanı doğuştan tehlikeli, toplumu ise sürekli çöküşe meyilli bir yapı olarak tanımlar. Bu tahayyül, devleti kaçınılmaz bir kurtuluş olarak sunar. İnsan, özgürlüğünün bir kısmından vazgeçip mutlak bir güce boyun eğmek zorundadır; aksi halde güvende olamaz.
Bu anlatı, o kadar derinlere işler ki, insanlık tarihinin devletsiz kısmı neredeyse “yokmuş” gibi görünür. Eşitlikçi, geçici otoriteye dayalı toplulukların tarihi “kaos” olarak adlandırılır. Bizim “tarih” dediğimiz şey aslında devletin kendi kendini anlattığı tarihtir, çünkü tarih yazma gücü de onun elindedir.
Merkez fikriyle gelişen zihinsel devrim
Devletin doğuşu, yalnızca ekonomik veya askeri bir dönüşüm değil, “merkez” fikrinin doğuşunu temsil eden bir zihinsel devrimdir. Gücün bir noktada toplanabileceği, oradan her şeyin yönetilebileceği inancı… Bu inanç, yalnızca siyaseti değil, insanın kendisini de biçimlendirir. Merkez, dışındakini “düzensiz”, “vahşi” veya “geri” ilan eder. Böylece iktidar, sadece yönetme hakkını değil, tanımlama hakkını da ele geçirir.
Bugün bile devlete “doğal” bir varlık gibi davranmamızın nedeni, onun bu tanımlama gücünü kültürel bilinçaltımıza işlemiş olmasıdır. Devletin düzeni doğaya benzemez; doğaya karşı kurulur. Çünkü devletin özü, yaşamı yönetmek, kaosu ehlileştirmek, belirsizliği cezalandırmak isteğidir. Bu nedenle devlet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, insanın kendi doğasından duyduğu korkunun anıtıdır. Biz onu yarattık; sonra onun içinde kim olduğumuzu unuttuk.
İtaatin psikolojisi: Korkunun bilimi
Bu unutmanın en güçlü nedeni, insanın itaate yatkınlığıdır. İtaat, yalnızca toplumsal düzenin değil, bireysel varlığın da bir güvenlik mekanizmasıdır.
1960’larda Yale Üniversitesi’nde Stanley Milgram tarafından gerçekleştirilen ünlü itaat deneyinde, katılımcılar, bir otorite figürünün emriyle başka bir kişiye ölümcül düzeyde elektrik şoku verdiklerine inanmışlardı. Deneklerin %65’i, otoritenin “devam edin” talimatına uyarak, vicdanlarının sınırlarını aştı.
Bu sonuç, otoriteye duyulan saygının, ahlaki yargıdan daha güçlü olabileceğini kanıtladı.
Philip Zimbardo’nun 1971’deki Stanford Hapishane Deneyi de aynı gerçeği başka bir biçimde gösterdi. Rastgele “gardiyan” ve “mahkum” rollerine ayrılan öğrenciler, birkaç gün içinde rollerini içselleştirdi; gardiyanlar şiddet uygulamaya, mahkumlar itaat etmeye başladı. Deney planlanandan günler önce durduruldu.
Zimbardo’nun vardığı sonuç şuydu: sıradan insanlar, uygun koşullar altında otoritenin temsilcisine dönüşebilir; iktidar kişilik değil, durum üretir.
Bu deneyler, devletin toplumsal düzeydeki işleyişini anlamak için anahtar niteliğindedir.
Meşru otorite kabulü
Devletin “meşru otorite” olarak kabulü, bireylerin etik karar mekanizmalarını askıya almasına yol açar. İnsan, bir yasa adına hareket ettiğinde, kendi vicdanından kurtulmuş olur. Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kavramı tam da bu noktayı anlatır: Adolf Eichmann gibi Nazi bürokratları canavarlıklarından değil, itaatlerinden ötürü tehlikeliydiler.
Sosyolojik açıdan bakıldığında, itaatin kökeni sadece korkuda değil, aidiyet arzusunda da yatar. Emile Durkheim, toplumun birey üzerindeki “kolektif bilinç” baskısını açıklarken, bireyin yalnız kalma korkusunun onu düzene bağladığını söyler. Toplumdan dışlanma korkusu, otoriteye boyun eğmeyi rasyonelleştirir.
Birey, devlete itaat ederken aslında ait olma duygusuna tutunur.
Korkunun dönüştüğü bu psikolojik düzende, devlet hem koruyucu hem cezalandırıcı “ebeveyn” figürüne dönüşür. Freud’un Totem ve Tabu’sunda açıkladığı gibi, baba figürünün içselleştirilmesi bireyi hem güvende hem bağımlı kılar. Modern devlet de bu “kolektif baba” işlevini sürdürür: disipline eder, gözetir, cezalandırır ama aynı zamanda sevgi ve bağlılık talep eder.
Doğallık yanılsaması ve düşünsel kapatılma
Bir şeyin doğal görünmesi, onun gerçekliğinden değil, alışkanlığından kaynaklanır. Devlet de böyle bir alışkanlıktır — uzun süre boyunca var olduğu için “hep varmış” gibi hissedilir. Bu hissin kendisi, iktidarın en sofistike biçimidir; çünkü sorgulamadığımız her şey meşrulaşmıştır.
Modern insan için devlet, su veya hava kadar olağan bir varlıktır. Onu sorgulamak, oksijenin gerekliliğini tartışmak kadar anlamsız görünür.
Oysa tarih, bu “doğallığın” dikkatle örülmüş bir kültürel inşa olduğunu gösterir.
Devletin gücü, sürekli görünür olmasında değil, sorgulanmaz hale gelmesindedir.
Tarih, devletsiz insanın hikayesini anlatmaz. Devletsiz toplumlar “medeniyet öncesi” diye anılır; bu dilin kendisi devletin ideolojik zaferidir. Devlet yalnızca düzeni değil, “ilerlemeyi” de sahiplenmiştir. “Devlet öncesi”ni “kaos” olarak adlandırmak, onun varlığını tarihsel zorunluluk hâline getirir.
“Devlet çökerse ülke biter”, “Düzen olmazsa yaşam olmaz” gibi ifadeler politik argüman değil, kültürel reflekslerdir. Bu refleksler, devletin dildeki kalıcılığıdır. Devlet, yalnızca bugünü değil, geçmişi ve geleceği de biçimlendirir. Onu sorgulamadan büyüyen kuşaklar için devlet artık sadece bir kurum değil, bir varlık hâline gelir. Biz o noktada artık devleti değil, onsuzluğu imkansız buluruz.
Devletsiz kim olacağız?
Bu yüzden ihtiyaç duyduğumuz dönüşüm, siyasi değil, zihinseldir. Devletsizliği bir kaos, özgürlüğü bir tehlike olarak gören düşünme biçimini aşmadıkça, her yeni sistem eski korkunun kopyası olur. Gerçek dönüşüm, gücü merkezde toplamak yerine ilişkilerde, dayanışmada, yatay ağlarda yeniden üretmeyi gerektirmektedir. İnsan topluluklarının yeniden düşünmesi, doğrudan demokrasi, kooperatif ekonomiler, yerel meclisler, topluluk temelli karar ağları gibi modellerle sağlanabilir. Bu tür örgütlenmeler, yalnızca devlete alternatif değil, aynı zamanda insanın kendi kendini yönetebilme cesaretine bir dönüş çağrısıdır.
“Devletsiz kim olacağız?” sorusunun cevabı, devletsizliğin değil, özgürlüğün yeniden öğrenilmesinde gizlidir. Devletin yerine geçecek yeni bir merkez aramak yerine, merkezin kendisini sorgulamak gerekli. Çünkü insanı gerçekten özgür kılacak olan, yeni bir otorite biçimi değil, otoriteye olan ihtiyacın azalmasıdır. Zihinsel dönüşüm, bu farkındalıkla başlar: düzeni koruyan şey korku değil, karşılıklı güven ve ortak sorumluluktur.