
Demokratik toplum, barış ve entegrasyon
Devleti bir etnik kimlikle tanımlamak Türk devletinin keşfettiği bir şey değil; hatta bu topraklardaki iktidar geleneği çok kimlikli imparatorluk geçmişinden geldiği için bir kaç yüz yıl buna direndi de. Fakat cumhuriyete gelindiğinde bölünme ve küçülme endişesi had safhaya ulaşmıştı; İmparatorluğun kaybedilen topraklarından kaçarak Anadolu‘ya gelen Müslüman ahali dehşete düşmüştü.
Bu yüz yılın başı, yani cumhuriyetin kurulduğu yılların hemen öncesi ve sonrası hem Türkiye hem de bütün dünyada büyük felaketlerin yaşandığı yıllardır. Söz konusu dönemde ulus- devlet çılgınlığı iki dünya savaşına ve milyonlarca insanın ölümüne neden olmuştur.
Ermeni soykırımı Osmanlı tarihinin muhakkak en utanç verici olaylarından biri olarak tarihte yerini almıştır; fakat o yıllarda yaşananlar sadece buna indirgenemez. Aynı soykırım siyaseti başta Rumlar olmak üzere bütün gayri gayrimüslimlere ve sonrasında ulusal demokratik hakları için mücadele eden Kürtlere karşı da uygulanmıştır. Fakat benzer soykırıma varan uygulamaları bu kez başta Balkanlar olmak üzere başka coğrafyalarda Türkler de dahil diğer Müslüman halklara karşı da görüyoruz. Herkes kendi acısına ağlıyor, ama başkasını gözü görmüyor. Ulus- devlet çılgınlığı bir çok halkı hem mağdur hem de aynı anda zalim yaptı. Türkler bunun en güzel örneğidir; Balkanlarda ve Kafkasya’da mağdur, Anadolu’da zalim.
Ulus- devlet inşası yirminci yüzyılın başından itibaren insanlığın başına gelmiş en büyük felakettir dersek, çok da yanılmış olmayız. Bugün Türkiye‘de ulus- devlet felaketinin artçılarını yaşıyoruz. Türkler Anadolu‘da ulus- devlet inşa sürecinde büyük dramlara yol açtılar; dünyanın bir çok yerinde özellikle ulus- devletin ana vatanı Avrupa’da bir çok devlet vatandaşlık tanımını yeniden düzenlerken ve kendisini göçmen ülkesi olarak tanımlarken, Türkiye yine ters istikamette kendi ulus- devleti yetmezmiş gibi komşu coğrafyalara da ulus- devleti ihraç etmeye çalışıyor.
İşin kötü tarafı bunu yapanlar daha sonra Anadolu‘ya başkasının zulmünden kaçarak gelenlerdir, ki bunların bir çoğu da muhtemelen Türk değil. Bunların bilinç altı hala büyük bir travma yaşıyor; çünkü hala kendilerini burada güvende hissetmiyorlar.
Anlamaya çalışıyorum; daha bir kaç kuşak önce bambaşka bir coğrafyada, başka halklarla birlikte yaşayan bu insanlar, şimdi Anadolu‘da Kürtler ve diğer halklarla birlikte yaşıyorlar ve burada herkesin Türk olmasını istiyorlar. Çünkü onların bilinç altı onlara “bir yerde herkes Türk değilse güvende değilsiniz!“ diyor.
Çok hastalıklı bir şey bu. Bunlardan Türkiye‘de çok var. Aslında bu hastalıklı durum sadece siyasetin değil, psikolojinin de konusu. Hatta bana sorarsanız daha çok da psikolojinin konusu. Bu insanların ortak yaşam konusunda politik bir ikna oluşa değil, öncelikle psikolojik bir tedaviye ihtiyacı var.
Bir çoğumuz bunu anlamıyoruz belki ama bu insanların geçmişinde büyük bir travma var; bir kuşak öncesi dedeleri/neneleri onlara yaşadıkları yerleri nasıl bir valizle yalın ayak terk edip Anadolu’ya geldiklerini anlattı. Muazzam bir travma aslına bakarsanız, tıpkı bizim büyüklerimizden Dersim katliamını dinlememiz ve hala o travmayı bir biçimde içimizde taşıyor olmamız gibi bir şey bu!
Nasıl ki biz eğer dikkatli ve güçlü olmazsak yeniden benzer bir katliama maruz kalırız diye düşünüyorsak, galiba bu insanlar da bir kez daha yaşadıkları yeri kaybetme endişesi taşıyorlar ve bu da onları farklı kimliklere karşı endişeli ve hatta tepkili hale getiriyor.
İşte Kürt Halk Önderi bu gerçekliği çok net olarak gördüğü için bütün Türkiye halklarını bir tür tedavi etmeye çalışıyor. 28 Ağustos’da İmralı‘ya giden heyetle görüşmesinde Kürt Halk Önderi “Demokratik Toplum, barış ve entegrasyonun“ altını çiziyor.
Türkiye‘nin demokratik bir topluma ihtiyacı var, çünkü yıllarca bu topraklarda halk yok sayıldı. Her şeyin yukarıdan belirlendiği, bir avuç yönetici elitin her şeyi daha iyi bildiği iktidar geleneği Türkiye‘yi bitme noktasına getirdi. Daha önce Kemalistler devlete egemendi, bu insanlar geniş halk yığınlarını hem küçümsüyor hem de dışlıyorlardı, şimdi onları Siyasal İslamcılar birebir ikame ettiler.
AKP öncesinde Türkiye‘de hem devlet hem de toplum krizi vardı, çünkü Kemalistler yarattıkları vesayet kurumları üzerinden demokratik toplumu yadsıyorlardı, daha sonra AKP iktidara geldi. Aradan daha birkaç yıl bile geçmeden AKP kendi vesayet kurumlarını oluşturarak birebir Kemalistleri taklit etti. Gelinen nokta öncesinden de kötü bir devlet ve toplum krizi olmuştur. Dolaysıyla Türkiye‘de eğer yeniden bir yerden başlanacaksa bu demokratik toplumun inşası olmalıdır.
Demokratik toplumun inşası iç barışı da güvenceye alır; çünkü antidemokratik, vesayetçi uygulamalar Türkiye‘de hem iç barışı hem de başka ülkelerle barış içinde yaşamayı imkansız hale getiriyor. Dikkat edin Türkiye‘nin nereden bakarsanız bakın neredeyse yüz yıldır bir türlü çözüme kavuşturulamayan bir Kürt sorunu ve Kıbrıs sorunu var.
Türkiye neredeyse yüz yıldır hem kendi içinde, hem de kendi siyasal coğrafyası dışında bir türlü yönetemediği bir Kürt sorunu, Akdeniz ve Ege‘de ise Kıbrıs ve adalar sorunuyla muhataptır ve aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen bir adım yol alamamıştır. Çünkü Türkiye’yi yönetenler ve sözde çok bilmiş cumhuriyet aydınları ulus- devletin en ilkel yorumuna takılı kaldılar; bu onların gözlerini kör ediyor.
Demokratik bir toplum inşa edemezseniz ne iç barışınızı sağlayabilirsiniz, ne de komşularınızla barış içerisinde yaşayabilirsiniz. Bunun gerçekten de üçüncü ayağı entegrasyon olmaktadır. Entegrasyon birlikte yaşama iradesinin açığa çıkarılmasıdır; ki bu ancak demokratik toplum ve bunun güdülediği barışla mümkündür.
Kürt Halk Önderi’nin üç kavramla ifade ettiği program uzun bir sürece tekabül ediyor. Bu süreç sadece siyasetçiler üzerinden devam ettirilemez; bu sürecin başarıya ulaştırılabilmesi için çok yoğun bir toplumsal katılım esastır.