Aktüel Yorum

Bu cehennemden YSP’siz çıkış yok!

Hemen hemen iki yıl önce, 24 Nisan haftasında, Diken’e yazdığım ilk yazının başlığı ‘Talât Paşa deneyimi‘ydi. O yazıda, Ümit Özdağ’ın HDP milletvekili Garo Paylan’ı neden ‘Talât Paşa deneyimi yaşatmak‘ ile rahatça tehdit edebildiğini ve bunun yanına nasıl kâr kaldığını anlatmıştım. O yazıdan sonra epeyce küfür mesajı aldıydım. Vay efendim nasıl ‘soykırım‘ dermişim? Yahu ben demesem ne olacak, Özdağ ‘Talât Paşa deneyimi‘yle neyi ima ediyor, ülke işgal edilirken Alman generallerine yalvarıp, İstanbul’dan Berlin’e kaçırılmayı mı? Neyse…

İki senedir burada kafanızı ütülüyorum, habire de tekrara düşüyorum ama memlekette de taş yerinden oynamıyor bazen. Bak gelmişiz Nisan 2023’e, geleneksel ‘soykırım yoktur, var diyenin soyunu kırarız‘ şenliklerinin yıl dönümü yaklaşıyor. Ümit Özdağ, hâlâ ortalarda geziyor, hâlâ arkası sağlam, hâlâ ağzına geleni söylüyor…

Sosyal medyada dolaşan mâlum videoyu diyorum. Hani Özdağ’ın bir grup genci Zafer Partisi’ne oy vermeleri için darlarken, aralarından birinin HDP seçmeni olduğunu söyleme ‘gafleti‘ne düştüğü videoyu… Video ortalarda dolanıyor, illa denk gelirsiniz, zaten ‘HDP seçmene katil dedi, haddini bildirdi‘ diye pompalıyor, son dönemde pıtrak gibi bitiveren ‘haber hesapları’. Bir hesapları olduğu kesin de, haberi bilemedim.

“Hiç gelemem, özet geç” diyenler için; bir genç kadın, Zafer Partisi’ni desteklemediğini, HDP’ye oy vereceğini söylüyor. Özdağ’ın cevabı, “hiç de katile benzemiyorsunuz” oluyor, sonrasında tartışıyorlar. Genç kadın yaşananlarda iki tarafın da sorumlu olduğunu anlatmaya çalışırken, Özdağ mevcut terbiyesizliğinin üstüne bir de “büyüyünce öğreneceksiniz bazı şeyleri” cümlesini ekliyor. Ben olsam “sen büyüdün de ne oldu?” derdim…

Özdağ’ın videosu bize çok şey anlatıyor. Sokakta bir konuşmaya değil de, devletin beyin tomografisine bakıyoruz adeta. Özdağ, yalnızca bir partiyi desteklediği için birine rahatlıkla “katil” diyebiliyor, aynı rahatlıkla “devlet cinayet işlemez” diye yalan söyleyebiliyor, bizim bildiğimizin belki yüz katını bildiği hâlde. Çünkü devletin bekâsı için yalan da söylenir, sokakta genç bir kadın hakaretlerle taciz de edilir. Özdağ’ın, Özdağgillerin rahatlığı, devletin ulu çıkarı için her şeyin yapılmasının meşru olduğu fikrinden ve bu fikrin bir topluma kafasına vura vura kabul ettirilmiş olmasından ileri geliyor. Özdağ biliyor ki, bir HDP’liye katil derse ve o HDP’li cevap verirse, devlet Özdağ’ı korur. Eski devlet de korurdu, yenisi de korur. İşin kötüsü toplum da korur, medya da korur.

Özdağ ve türevlerinin devlete sırtını vermeden deşarjüre dahi gidemeyecek olmaları, onları her daim AKP’nin çıkarına hizmet eder hâle getiriyor. Kimi Özdağ gibi mahirâne bir şekilde muhalefet pelerinine gizliyor bunu, kimi de DSP başkanı Önder Aksakal’ın devletin bir töreninde yaptığı gibi “devleti küffarın eline teslim etmemek”ten bahsedebiliyor. Ya da ne bileyim “HDP, Kılıçdaroğlu’nu gerçekten destekliyor mu?” gibisinden komplo teorileriyle ortalığı bulandırabiliyor.

Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanmış ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek‘ diye bir suç var biliyorsunuz (216. Madde). Kitapta öyle yazıyor da, gerçekte o madde işine gelene işletiliyor. Özdağ’ın yedi milyon seçmene “katil” demesi, TCK216’nın konusu olmuyor mesela, ama şarkıcı Gülşen’in arkadaş arasında yaptığı saçma sapan bir şaka olabiliyor. Ya da Boğaziçi öğrencilerinin Şahmaran illüstrasyonu bu maddenin konusu olabiliyor, ama Cumhurbaşkanının “10-15 çocuk yapıyorlar” yorumu olmuyor. Bu madde de sahibine göre kişniyor yani.

Bu ara anketle yatıp kalkıyoruz, bir nevi papatya falı anketler. Çoğunun yöntemini, örneklemini, finansmanını bilmiyoruz, kimisi veriyi ucundan bile göstermeden “biz baktık, şunun oyu arttı” diyebiliyor. Diken, benim bildiğim kadarıyla Türkiye’de başka kimsenin yapmadığı bir şey yapıyor; her anket haberinin sonuna bir editör notu koyarak, haberdeki ankette hangi gerekli bilgilerin eksik olduğunu belirtiyor. Aslında doğrusu, raconuna göre yapılmamış araştırmayı hiç koymamak ama herkesin anketle yatıp kalktığı bir ortamda, o kadar efelik herhalde biraz fazla kaçıyor.

Durup dururken neden sözü anketlere getirdim? Açıklayayım. Türkiye’de anketler, bir nevi büyücülük gibi. Projeksiyon değil, kehanet peşinde koşuluyor. Bunun bir nedeni yukarıdaki durum. Hangi anket nasıl yapılıyor, kim bu kadar anketi sipariş ediyor belli değil. Belli de, gizli yani. Mesela bir şirket, bir partiyi ısrarla yüksek tutuyor. Sonra herhalde o partinin kontörü bitiyor, bir bakıyorsun aynı şirket başka partiyi gazlıyor. Hep kısmet bu işler.

İkinci ve nedense görmezden gelinen bir neden ise seçimlerin de, kampanyasının da adil ve şeffaf yapılmıyor olması. Eski anketlere bakın, seçimin hemen öncesine kadar HDP’yi baraj altında gösteren bir sürü araştırma göreceksiniz. Bunun bir nedeni muhtemelen örneklem kaynaklı, diğeri ise HDP’yi açıktan desteklemenin toplum ve devlet nezdinde, iyi ihtimalle ayıplanan, kötü ihtimalle kovuşturulan bir ‘suç‘ olması. Muhtemelen, birçok insan HDP’ye oy vereceğini ulu orta, sırf bir ankete katılmış olmak için söylemekten çekiniyor. Mesela, o meşhur Haziran 2015 seçimleri öncesi, Mayıs ayında yapılan anketlere bakın, HDP hakkında beş puan civarı yanılan şirketler göreceksiniz. Yüzde 10 civarı oyu olan bir parti için eksi 5 puan hata payını da tavşana niyet çektirseniz tutturursunuz açıkçası (benzer bir durumun şu an muhafazakar bölgelerde AKP ve Erdoğan’a oy vermeyecekler için de geçerli olacağını seziyorum, muhtemelen AKP’ye oy vermeyeceği hâlde bunu söylemeyen epeyce bir insan var, Noelle-Neumann’ın meşhur Suskunluk Sarmalı seçimden sonra tekrar raftan inebilir).

Diğer taraftan, HDP projesinin Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ liderliğinde ‘Kürd’e oy verme’ stigmasını kırma yolunda büyük adımlar attığını söylemek lazım. Zaten bu yüzden hapisteler. HDP liderliğini hapse atmak yalnızca partiye verilmiş bir gözdağı değildi, Gezi sonrası demokrasi talebiyle ortaklaşan kitlelere de bir mesajdı. Dokunulmazlıkların kaldırılması, devletin yeni paradigmaya karşı kendini savunma girişimiydi. Ama baharı bir yere kadar erteleyebiliyorsunuz işte. İşin ironik tarafı, o gün devleti savunma refleksiyle iktidarla beraber “Anayasa’ya aykırı ama evet” diyen Kılıçdaroğlu, bugün o gün önünü kestiği paradigmanın sözcülüğünü yapıyor. Olan kaybettiğimiz yedi yıla ve garabet bir mafya-parti-devlet rejimiyle değiştirilen parlamenter demokrasimize oldu.

Kemal Bey’in şu an attığı adımları doğru bulmakla beraber, dokunulmazlıklar kaldırılmadan önce yaşananları açıklama borcunun bâki olduğunu hatırlatayım. O günlerde bir şeyler oldu ve biz hâlâ ne olduğunu bilmiyoruz. Yine fazlasıyla ironik olarak, o gün bir şekilde ‘Kürd’ün önünü kesme‘ operasyonuna alet olan Kılıçdaroğlu, bugün ‘Alevi’nin önünü kesme‘ operasyonuyla sınanıyor. Kendisine karşı yakın zamanda ittifak ortağı tarafından düzenlenen ‘erken öten horoz’ darbesini ne yaptırdıysa, ‘Anayasa’ya aykırı ama evet‘ darbesini de o düzenletti kuvvetle muhtemel.

O günden bu güne de fazla bir şey değişmedi. O gün liderleri hapse atılan HDP, bugün kapatma tehdidiyle seçime giremiyor, sandık kurullarına üye veremiyor. O günkü gibi şimdi de parti binaları, kampanya ofisleri saldırıya uğruyor. Seçmeni ise Ümit Özdağ gibilerin dayılanmalarına maruz kalıyor.

Kılıçdaroğlu’nun yaşayarak öğrendiğini, artık bu toplumun da öğrenmesi gerek. Kürt halkının ve onu temsil eden siyasetin demokratik hayatın meşru ve eşit bir parçası olmadığı bir demokrasi, demokrasi değil. Kürt halkına ve siyasetine karşı yönelen faşizanlık, başka yerden toplumun kalanını da gırtlaklıyor. Beyaz Toroslusu, Hizbullahçısı, türlü mafyası ittifakla seçime giriyor bugün ve HDP’nin yasal temsilci bile bulunduramadığı yerlerde onlar polis korumasıyla gezecek muhtemelen.

Herkesin aklına sokması lazım, ‘kurtuluş yok tek başımıza‘ yalnızca bir slogan değil. Türkiye kadar, kendi milliyetçiliğinin hem rehinesi hem meftûnu olmuş, başına ne geldiyse bundan geldiği hâlde bundan vazgeçememiş ülke azdır. Sözüm ona vatanımızı seviyoruz diye milyonlarca insanı kendi ülkesinden korkar hâle getirdik, birçoğunu göçe, dağa ya da mezara zorladık. Bu yolda semirttiğimiz eşkiya sürüsü, hayatımızın her alanını kontrol ediyor. Artık buna bir dur dememiz gerekiyor. Bu ülkeye adalet ve barış gelecekse, ancak herkese gelirse gelecek. Kendi küçük mahallelerimizde, korunaklı ortamlarımızda hiçbir şey yokmuş gibi davrandığımız yıllar geride kalalı çok oldu, dibimizde ayı bağırıyor. Gezi’den beri biliyor olmalıyız ki, Lice’yi vuran Kadıköy’ü de boğuyor, Cizre’ye saldıran Karşıyaka’ya da diş biliyor.

Denk gelmişken, okurlarıma daha evvelden verdiğim bir sözü de tutmak isterim. İyi kötü düzenli sayılabilecek bir ilişkimiz var, Allah’ın bildiğini sizden saklayıp, bazı gizli danışmanlar gibi manipülasyon yapıyor konumuna düşmek istemem. İsterim ki okur benim kararımı bilsin, bundan sonra yazacaklarımı da bunu bilerek değerlendirsin. Ben önümüzdeki seçimde oylarımı Kemal Kılıçdaroğlu ve Yeşil Sol Parti’den yana kullanacağım. Çünkü mevcut koşullarda ülkemizi barış ve demokrasiye taşıması en olası tercihin bu olduğunu düşünüyorum. Kemal Kılıçdaroğlu’nu geçmişte çok eleştirdim, hâlâ da eleştiriyorum. Ama yıllardır tekrar ettiği ezberleri bırakıp, Türkiye’nin kökleşmiş bazı sorunlarını çözme azmi göstermesi, bu yolda da kendi ittifakı içinden/dışından saldırıları göze almış olmasını son derece olumlu karşılıyorum. Dilerim beni oyumdan pişman etmez.

YSP’ye vereceğim oy ise tıpkı geçmişteki seçimlerde HDP, Bin Umut Adayları ve BDP’ye verdiğim oylar gibi içimin son derece rahat olduğu bir tercih. Yukarıdaki paragrafta söylediğim gibi, ben bu ülkenin içinde debelendiği şovenizm çukurundan güçlü bir Kürt temsili olmaksızın çıkmasını mümkün görmüyorum. HDP’nin ve Kürt Hareketinin geçmişteki temsilcilerinin her kararı, hareketi doğrudan beni temsil etmiyor, zaten etse gider parti üyesi olurdum. Ama bu Türkiye demokrasisinin belini doğrultması için oynadıkları hayati rolü ne azaltıyor ne de önemsizleştiriyor. Yüzlerce üyesi haksız yere hapiste tutulan, devlet ve toplum baskısı gören, Deniz Poyraz gibi gencecik bir üyesi katledildiğinde bile herkesin kulağının üstüne yattığı Kürt Hareketinin siyasi tercihlerini eleştirmek, elleri arkadan bağlı biriyle boks yapmaya benziyor. Sahibine göre kişneyen atın sırtında dört nala gezen Özdağların tarafına düşmemek adına, “çocuklar ölüyor” dediği için hapse atılan Ayşe öğretmenlerin yanında durmak gerekir bugün. Ben de bunu yapacağım. Okuruma saygıyla duyururum.

TİP ne yapıyor?

Yanlış anlaşılmasın, yukarıdaki başlık ‘TİP ne yaptığını sanıyor?’ anlamında değil. Ne bu yazıda ne de başka bir yerde Türkiye İşçi Partisi’ne üstenci bir dille akıl öğretmeye niyetim var. Buna ne yoldaşlık hukuku ne de pek çok TİP üyesiyle kişisel hukukum el verir. Ben yine gördüğümü yazacağım, anlamak isteyen istediği gibi anlayacak muhtemelen ama niyetim kötü değil, yazıyı da kimseyi kırmadan, dökmeden yazmaya çalışacağım.

İlk paragraftan bu kadar dilimi ısırıyor olmam boşuna değil. Nedeni, ittifak ortakları HDP ile TİP arasındaki bol imalı gerginlik. Herkes çok gergin ve Türkiye’nin solunun genel alışkanlığı olduğu üzere alıngan. Herkes, herkesle küsmeye yer arıyor, benim de küsenim olacaktır illâ ki. Olsun, bir gün daha sakin bir zamanda tek tek konuşur, gönül alırız.

 

Şunu diyecekler olacaktır: “Bak bir önceki yazıda YSP’ye oy vereceğini söyledi, şimdi de TİP’e yüklenecek ki kararsızların aklını çelsin.” Okuyucu rahat olsun, hiç öyle bir niyetim yok, öyle gizli gündemleri başka köşelerde arayın, burada bulamazsınız. Vaktinde HDP’li arkadaşların da bana küsmüşlüğü çoktur, 2014 yerel seçimlerindeki stratejilerini eleştirdiğimde mesela. Maalesef bizim sol cenahta herkes hep haklı olduğu söylensin istiyor, söylenmeyince de bozuluyorlar. N’apalım?

Benim bu yarışta bir atım yok. Uzun süredir HDP ve öncüllerine oy kullandığım doğrudur ama parti üyesi değilim, sözcülüğünü de yapmak haddime değil. Ayrıca bu seçimde YSP’ye oy verecek olmam da, TİP’in doğrularını desteklemeyeceğim anlamına gelmez, destekliyorum da zaten. Dolayısıyla, tekrar ediyorum; kimse bu yazıda gizli gündem aramasın, alınganlık yapmasın. TİP’li arkadaşların okuyacakları, bir dostun ve destekçinin fikirleridir.

Ortalığı yeterince yatıştırdığımıza göre, asıl meseleye geçebiliriz.

Türkiye İşçi Partisi, Gezi sonrası yaşanan birtakım deneyimlerin ve görülen birtakım boşlukların sonucunda ortaya çıkmış bir yapı. Gezi bize açıkça gösterdi ki Türkiye’de kurumsal muhalefet ile toplumsal muhalefet arasında bir senkronizasyon problemi var. Kurumsal muhalefet, hesapçı, ortayolcu ve tabandaki demokratik talepleri kendi düzlemine taşımaktansa, sönümlendirmeye yarayan bir nevi tampon görevi görüyor. Bunun en temel nedeni, kurumsal muhalefetin neredeyse tüm yükünün sistem-içi ana akım partilere yüklenmiş olması. 12 Eylül’le baştan dizayn edilen kurumsal siyaset düzeninin temel düsturuydu bu zaten. Bütün mesele, 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlüklerden ve küresel ölçekte zamanın ruhundan beslenerek dört koldan hayat bulan sistem-dışı sol siyaseti dümdüz etmek, solu ana akım içerisinde sulandırıp bitirmekti. Bunu da büyük ölçüde başardılar, tâ ki Gezi’ye kadar. Gezi diyorsam, Gezi’ye gelen yolda atılan birçok adım var tabii, bir günde olmuş bir şey değil, 1990’lardan itibaren büyük emeklerle var edilen hak arama mücadelelerinin şahikasına erdiği yer yalnızca Gezi, başladığı yer değil.

Hep söylüyorum, Gezi’den sonra bütün hâkim paradigma sallanmaya başladı. İktidar buna zaten uyum sağlayamazdı, alttan gelen talepleri giderek faşizanlaşarak ve o nefret ettiği ‘Eski Türkiye’nin ‘derin’leriyle anlaşarak göğüslemeye çalıştı, çalışıyor. Ancak ana akım muhalefetin de değişimle çok kolay baş edebildiğini söylemek mümkün değil. Gezi sırasında ve sonrasında kurumsal muhalefetin, özellikle de CHP’nin toplumsal taleplerin hemen hep gerisinde kalması bunun göstergesi. 2019 İstanbul seçimleri ve şu anki Kılıçdaroğlu kampanyası ise en azından retorik düzeyde meseleyi kavramış vaziyette ama bu sefer de AKP’den ve MHP’den kopma sağcılarla girilen mecburi ortaklık yüzünden çıkan arızalar var.

Sözün özü, Gezi’nin sistem içinde tam bir karşılığı yok. Olması da çok kolay değil, zira Gezi, ilk defa Kemalizm-İslamcılık ikiliğinin dışına çıkıp yeni bir demokrasi talebinde bulundu. Gezi, ne ‘Eski Türkiye’ idi, ne ‘Yeni Türkiye’, o ‘Başka Bir Türkiye’ arayışıydı. O arayış, hâlâ taban düzeyinde sürüyor.

Gezi deneyiminin Türkiye toplumu açısından ilginç tarafı ise şu: Büyük oranda şehirli, lâik, kültürel sermayesi yüksek orta sınıflar tarafından kitleselleştirilen bu hareket, sistem-dışı talepler üretmesine rağmen, bu bahsettiğim kitleler, Türkiye toplumu içindeki geleneksel rolleri nedeniyle sistem içinde kaldı.

Yael Navaro hocamızın geçmiş eserlerinde güzel bir tespiti vardı; ‘ülkenin sahibi olduğunu düşünenler‘ diye. Türkiye’de şehirli, lâik, orta sınıflar, Kemalizm projesinin sınıfsız, imtiyazsız toplumunun prototipiydi aslında. Zira Kemalizm projesi, şehirli bir projeydi, endüstrileşmiş, kentleşmiş bir topluma göre dizayn edilmişti, başarısızlığının nedeni de bu oldu. Kırsaldan gelen direnişle çatısı kaldı, gövdesi yıkıldı gitti. Toplumsal proje de gerisinde yalnızca büyükşehirlerde rastladığımız bir kitleyi bıraktı.

O kitle, ekonomik sermayesi düşük, kültürel sermayesi yüksek orta sınıfa tekabül ediyor aslında, ama Bourdieu’cü bu pozisyonlamanın Türkiye özelindeki biricikliği, bu insanların kendisini Kemalizm projesinin, yani Türkiye modernleşmesinin mirasçısı ve koruyucusu, dolayısıyla da ülkenin sahibi zannetmesi. AKP’nin ilk döneminin en büyük toplumsal travması da bu kitlenin yaşadığı şok oldu aslında.

Bugün ironik bir şekilde düzenleyicilerinin büyük çoğunluğunun AKP saflarında olduğu cumhuriyet mitinglerinin anti-demokratik hırçınlığı, o şokun göstergesiydi ve AKP’nin 2007 seçimleriyle hegemonik projesini meşrulaştırmasına büyük katkı yaptı. Diğer taraftan, Eski Türkiye refleksleriyle Yeni Türkiye’yle mücadele etmenin mümkün olmadığını da gösterdi ve yeni arayışların hızlanmasına yol açtı. Gezi de o arayışların ürünü oldu. Her şey diyalektik, her şey ilişkisellik işte azizim…

CHP’nin temsil etmekte zorlandığı bu toplumsal katmanın sağ kanadı da sol kanadı da yıllardır temsil açığı veriyor. Sağ tarafta lâik, milliyetçi bir odak olarak İYİ Parti mevcut boşluğa oynadı. Ancak derin devlet ve ülkücülüğe bağlarıyla tipik sağcı fırsatçılığı üzerinden giriştikleri operasyonların ters tepmesi, şimdi Zafer Partisi ve Memleket Partisi gibi daha sistem-dışı yapıları radara soktu. Sol tarafta ise boşluğun ne kadar büyük olduğunu 2014 yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gördük.

Gezi ve 17-25 Aralık skandallarına rağmen, AKP gücünden neredeyse hiçbir şey kaybetmedi, ‘Gezi ruhu’ ise kurumsal muhalefette temsil adına birkaç mahalle muhtarı seçtirmek dışında hiçbir etki yapamadı.

Burada HDP’den ama çok daha fazla Selahattin Demirtaş’tan bahsetmek gerekiyor. HDP, aslında 2014’te siyasete ters ayakla girdi, biraz da Gezi’de edindiği krediyi güçlü bir belediye başkanlığı kampanyasına çevirmek isteyen Sırrı Süreyya Önder’in tez canlılığı yüzünden. HDP’nin hikayesi Demirtaş-Yüksekdağ liderliğiyle değişti. Haziran 2015 seçimleri Gezi’nin kurumsal siyasete direkt etki ettiği ilk seçim oldu.

Burada demek istediğim, Gezi’ye katılan herkesin Demirtaş’a oy verdiği değil. Aksine, Gezi sırasında topladığım verilerde bile Demirtaş’a ‘terörist’ gözüyle bakan epeyce katılımcı görmüştüm. Gezi’nin getirdiği temel değişim, meşru siyasetin sınırlarını devletin değil demokrasinin paradigmasına göre genişletmek oldu. Devletin on yıllarca tehdit olarak gördüğü insanlar, rahatça devletperver olarak nitelendirilebilecek kitleler tarafında bile az-çok meşruiyet kazandı. 2015’te ülkenin batısında HDP’ye oy verenler arasında çok ilginç insanlar olduğundan emin olabilirsiniz. Gezi’den iki ay önce sorsanız, Kürtlere ölse oy vermeyecek insanlar mesela…

Lâkin, yukarıda bahsettiğim şehirli, lâik orta sınıflarla HDP’nin ilişkisi hep teyelli oldu. İki taraf arasındaki geleneksel ezen-ezilen ilişkisinden dolayı, bir tarafın desteği hep ‘emanet’ken, diğer tarafın yaklaşımı hep çekingen oldu. Net bir yoldaşlık ilişkisi kurulamadı.

Şimdi, nihayet, TİP’e geliyoruz. Türkiye İşçi Partisi’nin varlığı, bu yukarıda bahsettiğim temsil açığının giderilmesine yönelik bir adım aslında. CHP’ye veya HDP’ye kerhen ya da emaneten destek veren ve kendini temsil edilmiş hissetmeyen insanların destekleyebileceği, hatta örgütlenebileceği bir yapı. Bu anlamda Türkiye demokrasisine çok büyük hizmetleri olma potansiyeline sahip bir parti TİP. Yıllarca anti-politizm batağına saplanmış, kurumsal siyaseti uzak durulması gereken bir şey olarak gören ve bu nedenle de tüm kurumsal siyaset alanını oligarşik bir elite bırakmış insanların siyaset üretmesini sağlamak, bu ülkede çok taşı yerinden oynatır.

Türkiye İşçi Partisi’nin varlığının bir diğer büyük faydası ise yine aynı kitleyi devletperver, şoven, milliyetçi akımlara kapılmaktan koruyacak olması. Özellikle gençler için bu işlevin hayati bir önemi var. Bunu 15 yaşımdayken sırf sol parti diye Perinçek’in İşçi Partisi’nin kapısından girmiş biri olarak söylüyorum (İki ay içinde nasıl çılgın bir endoktrinasyon ortamında olduğumu bana fark ettiren partinin o zamanki gençlik kolları başkanı, bugünkü azılı düşmanı Gökçe Fırat’a hâlâ minnet borcum var, onun çabaları (!) olmasa belki o kadar çabuk uzaklaşamazdım). Şoven popülizmin dört koldan yayıldığı bir dönemde, TİP’in sol popülizmi bir paratoner rolü de görüyor.

Orta sınıf, lâik, şehirli, okumuş kitleyle sol siyaset arasında yıllarca kurulamayan bağı kurmuşa benziyor TİP. 12 Eylül’den beri ilk kez sol, bu kitle için öcü olmaktan çıkıyor. “Aman olaylara karışma evladım” tembihleriyle büyütülen kuşaklar için TİP’in varlığı son derece dönüştürücü ve gerekli.

Yine Kürt sorununun çözümünde de güçlü bir TİP’in varlığı toplumsal zemin yaratma bakımından gerekli. Kürt sorununun demokratik çözümünden ve Kürtlerin eşit haklar mücadelesinden taraf bir partinin milliyetçi ana akımdan kitlesel parçalar koparması çok olumlu. Ağzına Kürt ya da HDP lafını almaktan korkmayan, Kürtlerle ‘dostlarımız’ gibi göndermelerle ve arka kapıdan muhatap alan CHP’nin boş bıraktığı yeri de bu anlamda dolduruyor.

Ama…

Dikkat ederseniz, TİP’in kitlesinden bahsederken, hep tek bir demografiden bahsettim. Bu partinin doldurmaya çalıştığı pozisyonun yıllarca boş kalmasının temel nedeni aslında. 12 Eylül’ün en feci sonucu, sendikal hareketlerin kalıcı olarak sakatlanması oldu. AKP dediğimiz şey, solun fabrikalarda, tarlalarda örgütlenememesinin doğal sonucu. Sınıf temelli politikaların giremediği yerlere, AKP’nin sadaka ekonomisi girdi.

Türkiye’de ana akımdan alan koparmaya çalışan bütün sol girişimlerin açmazı, fazla orta sınıf merkezli olmaları. Bunu geçmişte ÖDP deneyiminde de yaşadık. Bunun böyle olmasının bir nedeni, sol siyasetin kendisinin de, sol siyasetçinin de fabrikalardan çok okullarda üretilmesi. Kendisi orta sınıflardan çıkan siyasetçiler, söylem olarak da orta sınıf söylemini yeniden üretiyor, istemeden de olsa. TİP, fazla entelektüel kadrosunun yaratabileceği mesafeyi, daha ulaşılabilir bir sol popülizmle sağaltmaya çalışıyor. Başarılı olup olamayacaklarını zaman gösterecek.

Orta sınıf merkezliliğin, Türkiye’deki bir sol parti için yarattığı çeşitli sıkıntılar var. Birincisi, orta sınıflar, kendisini kendi üretim biçimlerine göre değil diğer sınıflara göre tanımlıyor. Bir yandan sınıf yükselmeye çalışırken, diğer yandan da alt sınıfların sınıf yükselmesinde kendine tehdit görüyor. Zira aradaki fark kapanırsa, kendini tanımlayacak bir şey kalmıyor. Mesela, temizlik işçileri greve gittiğinde en sert tepkilerin bu kitlenin mensuplarından geldiğini fark etmişsinizdir, “Doktorlar iyi maaş alamazken, çöpçülere mi para verilecek” türünden tepkiler… Bu tarz bir alt sınıf alerjisinin bir sol parti için yaratacağı sorunu söylemeye gerek yok.

Diğer bir önemli mesele ise orta sınıfların Türkiye’de kendisini kültürel sermayesiyle tanımlaması. O kültürel sermaye, yalnızca okumuş, yazmış olmakla kalan bir şey değil. Neyi okuyup yazdığı da önemli, hatta daha önemli.

Türkiye’de orta sınıflara hitap eden Anadolu Lisesi-kamu üniversitesi merkezli eski eğitim sistemi, aynı zamanda devasa bir endoktrinasyon aracıydı. O okullarda çok önemli beceriler kazanıldı (ki pek çoğu belli açılardan gerçekten Avrupa standartlarındaydı), ama bir yandan da devletperverlik kafaya kazındı.

TİP’in bu endoktrinasyonu geri çevirme potansiyeli var ama kitleselleştikçe kendi politikaları da o yola sapabilir. Sol popülizm, buna yeterince kapı açıyor, örnekleri mevcut. Kaldı ki Türkiye solunun Gezi sonrası dönemde ‘Kürtsüz sol’ yaratma denemeleri de oldu. Gezi’nin hemen sonrasındaki Gazdanadam, sonrasında denenip rezillikle sonuçlanan Birleşik Haziran Hareketi, her seçim öncesi gündeme gelen HDP’siz sol ittifak senaryoları… Stalinizm ve Kemalizm geleneği olan Türkiye solunun da milliyetçi, anti-Kürt cereyanlara zaafı olduğunu kabul etmek gerek. TİP’in HDP’yle kamuya fazla açık didişmesi, bu zaafa parti içinde kökleşme şansı verebilir.

Sözün özü, TİP’in önünde çetin bir sınav var. Bir yandan kitleselleşirken (ki bunu bütün öncüllerinden iyi beceriyor şu ana kadar), bir yandan da o kitlelerin yönünü sol düşünceye çevirmesi gerekiyor. Aksi takdirde, kendi politikalarının içinin boşalması ihtimali söz konusu.

Daha çetin bir sınav ise partinin sıklıkla beraber anıldığı Kadıköy-Cihangir ekseninin ötesine ikna edici bir şekilde geçme gerekliliği. Aksi takdirde ÖDP deneyiminin makus talihi, onları da bulabilir kısa-orta vadede…

Başlıktaki ‘TİP ne yapıyor?’ sorusuna gelelim.

TİP, son dönemde dört milletvekiliyle gösterdiği başarılı Meclis performansını ve kurumsal siyasetin solundaki boşluğu, kendi ayakları üstünde duran bir sol alternatife dönüşmeye tahvil etmek istiyor. Bu mantıksız bir strateji değil. TİP, sonsuza kadar HDP’nin gölgesinde kalamaz, iyi bir şey değil bu. Ülkenin ana akımının, yani Overton penceresinin iyice sağa yapıştığı bir dönemde ana akımı sola çekecek bir güce ihtiyaç var. Kürt sorununun çözümü de dahil pek çok konu için elzem bu. HDP de bundan faydalanacak. Dolayısıyla örgütlenmiş ve Meclis’te görünürlüğü olan bir TİP herkese lazım.

Diğer taraftan, TİP nispeten yeni bir parti. Tecrübeli siyasetçilerden çok dinamik kadrolara yaslanan bir yapı. Kritik bir seçim döneminde HDP’nin tecrübesinden yararlanmaya çok ihtiyaç duyabilirdi. Aynı şekilde henüz ulaşamadığı kitlelere ulaşma konusunda da HDP’yle birlikte hareket etmesi faydalı olurdu. Çünkü HDP, yalnızca Kürt halkına ulaşma konusunda değil, yoksul mahallelerde varlık gösterme konusunda da AKP dışında kayda değer tek güç. İşçi sınıfından temsilcileri üst sıralardan aday göstermek güzel ama TİP’in bu kitleler için kalıcı bir alternatif oluşturabilmesi için zaman gerekiyor.

Geliyoruz zurnanın zırt dediği yere… Yazının genelinde TİP’in Türkiye için gerekliliğini anlattım. İtirazımın partinin varlığına olmadığı anlaşılmıştır. Lâkin, zamanlama ve usule ciddi itirazlarım var.

Kendi ayaklarının üstünde durmak TİP’in en doğal hakkı. Bunu kimse onların elinden alamaz. Ama bazen doğru olanı, yanlış zamanda yapınca da hesap tutmuyor. Çok kritik ve ani bir seçim dönemi içindeyiz. Türkiye İşçi Partisi’nin tüm gücünü ülkenin demokrasiye dönüş mücadelesine katması gereken bir dönem bu. Böyle bir ortamda, partinin kendi varlık mücadelesini her şeyin önüne geçirmesi doğru muydu, hiç emin değilim. HDP’yle ortak liste polemiği, iki tarafın da hatalarıyla, çok göz önünde ve yıpratıcı şekilde devam etti, ediyor. Bunun kimseye faydası yok. TİP’in bu seçimdeki rakibi HDP değil, AKP. Bunun gölgelendiği her hamle yanlış.

Mesela, HDP’nin kendine seçime girecek parti bulmaya çalıştığı bir dönemde, Sera Kadıgil’in canlı yayına çıkıp ‘HDP’yle yarış‘tan ve ‘ayrı seçmen havuzları‘ndan bahsetmesi feci bir hata, ittifak hukukuna da aykırı. Partinin o gaftan geri adım atmaması da öyle. HDP’nin, bu hamlelere verdiği sert karşılıklar da aynı derece de yanlış ama kronolojik sıralamada daha arkada.

TİP’in kendi çizdiği strateji doğru. Edindiği popülerliği arttırarak sürdürme ve ikna edici bir alternatif olma çabası da. HDP’yle demografik olarak ayrıştığı yerler olduğunu ben de söyledim zaten bu yazıda (Kadıgil’in bunu TİP’in güçlü olduğu bir konu olarak görmesi çok tuhaf olsa da). Ama bunlar şimdinin meselesi değil, olmamalıydı.

Bence yapılması gereken, bu konuları kamuya daha kapalı ortamlarda ittifak muhataplarıyla tartışıp çözmekti. Garabet rejimin garabet ittifak sisteminin getirdiği tek liste avantajına yok muamelesi yapmak, zaten tâ burasına kadar gelmiş seçmenin de kafasını iyice karıştırmak manâsızdı. İki tarafın sosyal medya üzerinden birbirine mahalle baskısı yaratması da her şeye tuz biber ekti. Bir kaşık suda fırtına koparıldı, hâlâ da kimse geri adım atmıyor.

HDP’nin tarihinde TİP’in şimdi yaptığına benzer iki hamle var. Biri, 2014’te Sırrı Süreyya Önder’in belediye başkan adaylığı, diğeri ise Haziran 2015’te seçime parti olarak girmesi. Birincisi, devasa bir hataydı, Gezi’nin yarattığı momentum harcandı. İkincisi ise Türkiye siyasetinin dinamiklerini değiştirdi. İkisi de kumardı, ama işte kumarı oynarken de elinizdeki kağıtlara bir bakmanız lazım. HDP iki türlüsünü de yaşadı.

Şimdi TİP kumar oynuyor. Elinde ne sinek ikilisi var ne dört as. Fena olmayan bir döper var diyelim. Kazanabilir, ama masadaki biri üçlü çıkarırsa kaybeder. Normal zamanda bununla oyuna girilir de rest çekmeye değer mi, hiç bilemedim. Böyle bir zamanda kumar oynamaya da tabii…

Hayırlısı olsun…

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu