Aktüel Yorum

Barış ve Savaş

DÜŞMAN İKİZ KARDEŞ!

1 Eylül Dünya Barış Günü’ne uyandık bugün. Eylem ve etkinlik haberlerine baktım sosyal medyada. Emekçiler ve ezilenler cephesini anlamaya çalıştım öncelikle. Bir yandan da sömürücü sınıfların ve emperyalizmin, barışı ele alış tarzına odaklanayım dedim. Öyle bir dünyada ve öyle bir çağda yaşıyoruz ki, sorsanız dost düşman herkes savaş karşıtı, herkes barışçıl bir toplum istiyor. Tepeden tırnağa silahlı büyüklü küçüklü bütün devletler, Hitler’den Mustafa Kemal’e; Trump’tan Putin ve Erdoğan’a dek herkes barış yanlısı kesilmiş durumda. “Yurtta sulh dünyada sulh” bile denilmiş. Denilirken de ezilen herkese savaş ilan edilmiş.

Kimisi denize dökülmüş kimisi Karadeniz’de boğdurulmuş, milyonlarca insan da yerinden yurdundan edilmiş. Türk egemen sınıflarına, ittifak ettiği emperyalist başkentlere sorarsanız bütün bunlar barış için yapılıyor. Yapılıyor diyorum çünkü savaş ve büyük savaşlar tehlikesi her geçen gün de artıyor. Burjuvazi, yetiştirdiği ve beslediği kalemşörler ise olup biteni meşrulaştırmaya çalışıyor. Savaş politikalarını “savunma” türünden kavramlar arkasında gizlemeyi hedefliyor.

Barışın ne olduğu, onu kimlerin talep ettiği, ne zamandan beri arzulanan bir durum olduğu sorusu kolay bir soruymuş gibi görünse de aslında pek de kolay değil. Onu zıttıyla birlikte ele almak gerekiyor. Zıtlık bağlamında savaş terimini karşımızda buluyoruz. Barış talebinin olduğu yerde, özünde bir savaş gerçeği vardır. Gizlenmek istenen de budur. Savaş olgusu ise yalnızca çağımıza, kapitalizme ve emperyalizme özgü bir şiddet durumu değildir. Elbette, en tehlikeli düzeyiyle düşünüldüğünde emperyalizm çağında en vahşi yüzüyle vardır savaş. Uluslararası Barış Günü’nden söz edilmesi, nihayetinde 2. Emperyalist Savaş’tan sonra düşünülmüş. Şimdilik 1 Eylül mü (Sovyetler Birliği), 21 Eylül mü (Birleşmiş Milletler) tartışmasına girmiyorum.

Bununla birlikte savaş deyince sadece dünya düzeyindeki emperyalist savaşları anlamak yanlış olur. Kuşkusuz ki savaşın, en şiddetlisi emperyalizm döneminde gerçekleşmiştir. Öte yandan inançlar, uluslar, cinsler düzeyinde, lokal ve konjonktürel savaşlar da eksik olmuyor. Bütün savaşların temelinde ise sınıf savaşlarını görmek yanlış değildir. Saklanmak istenen en büyük gerçek budur. Yani emek ile sermaye arasındaki mücadelenin nelere neden olduğu gizlenir. Halbuki barışın anahtarı bu noktada aranmalıdır. Emekçi sınıfların emeğine sahip çıkması, bunun için de mücadele edilmesi (savaş) gerekir. “Yalnızca barış için savaş” demiş oluyoruz. Böylece bunlara, “ikiz düşman kardeş” denilmesi de anlamlı hale geliyor.

Neticede bütün modern insanlık tarihi sınıf mücadelesi tarihidir (Marx). Emperyalizm, sahip olduğu sermaye sayesinde sıklıkla fiziksel dünyayı yağmalayıp savaş alanına çevirdiği gibi insanlığın zihinsel dünyasına da savaş açıyor ve epistemolojik manipülasyonlar, tahribatlar gerçekleştiriyor. Dolayısıyla proleter temelli bir barış bilincinden söz etmek maalesef mümkün görünmüyor. Kitlelerin büyük bir kesimi savaşın, halen sınıflı topluma özgü bir yapısal özellik olduğunu düşünmek yerine kötü devlet yöneticisi ve siyaset adamlarının beceriksizliğinden ve kötü niyetinden kaynaklandığına inanıyor. Oysa savaşın temel ve biricik nedeni, emek sömürüsü sayesinde biriken sermayedir!

Sermaye biriktikçe devlet ve hükümet adamları, sonunda kaybetmek ve büyük yıkımlar bile olsa savaş kararı almak zorundadır! Dünya tarihinde olduğu gibi günümüzde de savaş esas yan, barış tali yan olarak karşımızda durmaktadır. Bu duruma Hegel felsefesi açısından “ayrımda özdeşlik” diyebiliriz. Çünkü Hegel’in geist’ı, onca savaştan sonra barışın (homojen / hukuki toplum) hüküm sürdüğü bir özdeşlikle son momente ulaşmıştır. Peki dünya gerçeği böyle mi? Elbette ki, somut sosyal alanda özdeşlik ve eşitlik asla geçerli değildir. Bu noktada Marx’ın, Hegel’e müdahalesi önemlidir. Marx’ın ve Marksizmin optiğinden bakıldığında durum, Hegel’in söylediğinin tam tersidir. Savaş, temel durum olduğu için “özdeşlikte ayrım” ilkesi geçerlidir.

Marx ve Marksizm açısından barış toplumu, yerel veya evrensel barış bildirileri ile gerçekleşebilecek bir toplum durumu değildir. Nitekim burjuva toplumu, yurttaş hakları, insan hakları, evrensel barış hakları anlamına genel nice anlaşmalara ve bildirilere imza atmış, bunları ulusal ve uluslararası hukuklara bağlamıştır. En büyük, emperyalist savaşlar da İngiltere, Amerika ve Fransa merkezli hazırlanan bu tür bildirilerden sonra çıkmıştır. Çünkü savaşlar, kişilerin iradesiyle, devletlerin iyi veya kötü yönetimleriyle ilgili olsa da son tahlilde büyüyen sermayenin doğasından kaynaklanır. Kaldı ki egemen sınıfların ve emperyalizmin, adına barış, bağımsızlık, özgürlük dedikleri anlaşmaların hepsi, proletarya ve dünya halkları için sömürü, işgal, yağma ve katliam anlamına gelmektedir.

Barış mücadelesi, ancak Marksizm temelli bir bilinçle hareket edilirse anlam kazanır. Yani ekonomik alanda azgın sömürü geçerli olduğu sürece, artıdeğer kapitalizmin ve emperyalizmin kasalarında biriktiği müddetçe savaş kaçınılmazdır! Çünkü biriken sermaye, fizik yasalarında da olduğu gibi yok olmaz. Bu sermaye, aynı zamanda yeni coğrafyalar, yeni topraklar, yeni ülkeler “fethetmek” anlamına geliyor. Bu yüzdendir ki, dünya kurulduğu andan beri dünya haritası sürekli değişmiştir / değişmektedir. En son geniş kapsamlı değişiklikler Sovyetik yönetimlerin çökmesiyle birlikte gerçekleşmiştir. Ortadoğu merkezli değişiklikler halen de devam etmektedir.

Şu vurguyla bitireyim: Kapitalistlerin onayı olmadan hiçbir devlet adamı veya hiç bir hükümet, saldırı ve savaş kararı alamaz. Sınır ötesi halklara, devletlere operasyon yapamaz. Çünkü savaş, hükümetlerin isteğiyle değil sermayenin ihtiyaç duyduğu pazar / piyasa nedeniyle meydana gelir. Dolayısıyla barışın hüküm sürdüğü bir dünyanın kurulması, ancak proletaryanın ve onunla ittifak içindeki emekçi sınıfların, ezilen inançların, komünistlerin, kadınların, etnik toplulukların, gençlerin, anarşistlerin, çevrecilerin pozisyonuna bağlıdır.

Mehmet Akkaya

1964’te Malatya’da doğdu. İlkokulu Malatya’da okudu; orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Kocasinan Lisesi’nden sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans (master) yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışmasıyla mezun oldu. Çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli yazdığı yazılarla biliniyor. Akkaya, televizyon ekranlarında yaptığı felsefe/düşünce programlarıyla da tanınıyor. 2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaşan yazarımızın eserleri felsefe, bilim, sanat ve politika meraklıları tarafından ilgiyle izleniyor.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu