Aktüel Yorum

Marksizmin Yeniden İnşası – 03

Uluslar ve Ulusçuluğun Marksist Teorisi – Sorunlar, Yapılanlar, Yapılamayanlar ve Yapılması Gerekenler (1)

Mucizevi Yıl (“Annus Mirabilis”) kavramı önce, Newton’un Londra’daki Veba salgınından kaçarak, esas memleketine döndüğü ve orada Gravitasyon (yerçekimi) ve Optik (ışık) yasalarını formüle ederek Klasik Mekaniği veya Fiziği kurduğu, 1665-1666 yılları için kullanılmıştır.

Ancak bugün bu kavram genellikle ve yaygın olarak Albert Einstein’in her biri bir Nobel almaya layık, fizikte bir devrim anlamına gelen dört denemesini (Kuantum fiziğinin temellerini atan ışığın fotoelektrik etkisi, Atom teorisini kanıtlayan Brown Hareketleri, Işık hızının sabitliği nedeniyle zaman ve uzayın değişmesi, yani Özel Görecelik Kuramı ve nihayet  yirminci yüzyılın ikonu haline gelmiş, E=mc2 formülüyle ifade edilen, Maddenin yoğunlaşmış Enerji olması ve birbirine dönüşebilirliği) yayınladığı 1905 yılı için kullanılmaktadır.

Eğer Fizik bilimiyle bir paralellik veya analoji kurmak gerekirse, Toplumun biliminde, yani Marksizmde ise, Marks-Engels’in Alman İdeolojisi’ni yazdıkları ve sonradan “Tarihsel Maddecilik” dedikleri Toplumun Yapısının Özünü ve Genel Hareket Yasasını formüle ettikleri 1845, Newton’un klasik mekaniği kuruşunun dengi, bir “mucizevi yıl” olarak tanımlanabilir.

Ancak onlar bu keşiflerini, kendilerini aydınlatmış oldukları için “farelerin kemirici eleştirisine” terk ederler, bu teorinin kimi sonuçlarını fragmanlar halinde yayınlarlar (Örnaeğin Komünist Manifesto’da veya Fransa üzerine yazılar vs.) ama teorinin genel ve açık bir formülasyonunu yıllar sonra 1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’de yaparlar.

Toplum Bilimde (Marksizm’de) kanımca Einstein’in mucizevi yılının dengi kabul edilebilecek ikinci “Mucizevi Yıl” da vardır: bu yıl 1983’tür.

Tüm dünyayı kaplamış ulusların ve ulusçuluğun, bir teorisinin yokluğunun ve bir türlü tanımlanamamasının, olgunun can alıcılığı, belirleyiciliği ve yaygınlığı ama bunun karşısında teorisinin tam bir iflas içinde bulunması ve sefaleti yaşaması çelişkisinin beli bu yılda kırılmıştır.

Bu yılda (1983) Ernest Gellner, Benedict Anderson ve Eric Hobsbawm ulus ve ulusçuluk konusundaki çığır açıcı eserlerini yayınlarlar.

Biri Weberci bir sosyolog (Gellner), diğeri Maxsist bir tarihçi (Hobsbawm) ve üçüncüsü Marxizan denebilecek bir sosyal bilimci (Anderson) olan üç yazarın eserlerinin dayandıkları temel önerme ya da varsayım, uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için ulusların olduğu idi.

Mucizevi sıfatını kullanmayı gerektiren1983’teki devrim, bu kadar kısa bir önermeyle özetlenebilecek ama, tıpkı dünyayı değil güneşi merkeze almak (Kopernik) veya hızı değişken, zaman ve uzayı sabit olarak değil, hızı sabit zaman ve uzayı değişken olarak ele almak gibi (Einstein) temelden bir değişiklik, yani bir tür Kopernik Devrimi’ydi.

Önceki dönemde ulus ve ulusçuluğu açıklama çabaları ve bütün somut politik tavır alışlar, temelde açık veya gizli olarak, uluslar olduğu için ulusçular olduğu, ulusların ulusçulardan önce geldiği şeklinde bir temel varsayıma dayanıyordu.

Mucizenin diğer özelliği, 1905’tekinin aksine, bir kişinin (Einstein) dört çığır açıcı buluşu yapması değil, tam tersine üç ayrı kişinin, adeta birbirinden bağımsızca, aynı varsayım ya da önermede buluşmasıydı.

Bilim tarihinde, farklı yerlerdeki kişilerin aynı zamanda birlirlerinden bağımsızca, aynı yasaları keşfine sık sık rastlanır. Örneğin Fizikte Boyle-Mariotte Kanunu böyledir. Bunun bir diğer klasik örneği, Darwin ve Wallace’ın birbirinden bağımsızca canlıların evrimine ilişkin olarak aynı yasaları bulmasıdır. 1983 mucizevi yılında gerçekleşen de bunlara benzetilebilir.

*

Ancak bu “Kopernik Devrimi”, bu büyük keşif orada kaldı. Takıldı ve ileri gidemedi.

Keşif ulus ve ulusçuluk ilişkisini ters yüz etmişti, kendileri bu sonuçları çıkaramasalar da, bunun ileride ele alacağımız müthiş devrimci politik sonuçları vardı. Ama daha önemlisi bu keşif, ulusun ne olduğunu tanımlama noktasına varamadı ve ulusun bir tanımını yapmaya soluğu yetmedi.

Bu üç önemli yazar, çok önemli ikincil katkılar yaptılar ve ulus ve ulusçuluk araştırmalarına yeni bir ufuk açtılar ve zengin bir malzeme biriktirilmesine yol açacak itilim verdilerse de ne kendileri ne de daha sonra gelenler, ulus ve ulusçuluğun ne olduğuna dair açık bir tanım ve teori koyamadılar.

Bunun nedenlerini ve nasıl bir mekanizmeyle çalıştığını daha sonra ele alacağız. Ama şimdilik geçerayak bunların bir tanım yapamamış olduklarını kısaca görelim.

Örneğin bu devrimin en önemli önermelerini formüle eden Ernest Gellner, artık kitabının sonundaki “Özet” bölümünde, “ilgilendiğimiz olguya kesin bir tanım getirdiğimizde, onu hemen hemen doğru bir şekilde açıklamış da oluruz” Metin girmek için buraya tıklayın veya dokunun.der ama sonra da bir tanım yapamadan kitabı bitirir. (Bu biraz Weber’in dinin tanımını yapmak üzere yola çıkıp, yapamadan kitabını bitirmesine de benzer.)

Gellner kitabına, Hobsbawm ve Anderson’un da kabul ettiklerini ifade ettikleri, ulusçuluğu tanımlayan bir önermeyle başlar: “Ulusçuluk temelde siyasal birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir”.

Sonra başlıkta “Ulus Nedir?” diye sorar ve “Nihayet artık ulus nedir sorusuna bir tür geçerli bir yanıt bulmaya çalışabilecek durumdayız.” diye devam eder

Ama o bölümde ulusçuluğun ortaya çıkışının tarihsel koşullarını, farklı tanımların nasıl belirsiz, dar veya geniş sınırlar ortaya koyduğunu, din ve ulusçuluk benzerliklerini, ulusçuluk çeşitlerini vs. herşeyi ele alır ama bir ulus tanımı yapmaz, yapamaz.

Sadece Gellner değil, Hobsbawm ve Anderson da bir tanım yapamazlar.

Örneğin Hobsbawm, yıllar sonra bile, “1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik”te bir tanım yapamadığını örtük olarak şöyle itiraf eder:
Demek ki ne nesnel ne de öznel tanımlar tatmin edicidir; her ikisi de yanıltıcıdır. Her halükârda, bu alandaki bir araştırmacının ilk benimseyeceği en iyi tutum bilinemezcilik olduğundan, elinizdeki kitapta bir milleti oluşturan şeylere ilişkin a priori hiçbir tanım öngörülmemektedir. Burada yalnızca, başvurulabilecek bir başlangıç varsayımı olarak, kendilerini bir “millet”in üyeleri gören yeterli büyüklükteki insan topluluklarının bu halleriyle “millet” sayılmasıyla yetinilecektir.

Benedict Anderson daha cesur çıkar ve bir tanım önerir:
O halde, antropolojik bir ruhla, ulus hakkında şu tanımı öneriyorum: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur -kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.

Bu önermeye şunları da ekler:

Milliyetçilik, “liberalizm”, “faşizm” gibi olgularla değil de “akrabalık”, “din” gibi olgularla bir arada düşünülürse, her şey daha kolay olabilir.” (abç)

Ancak bu analoji ve tanımlarının aslında tanım olmadığını farkına varmadan daha sonraki satırlarında da ifade ve itiraf etmekten geri kalmaz.

Örneğin hayal edilmiş olmak tanımının temel kavramı veya ayrımıdır ilk tanımda.

Ama bunun da aslında ayırıcı bir özellik olmadığını yine kendisi belitir.

Aslında yüz yüze temasın geçerli olduğu ilkel köyler dışındaki bütün cemaatler (ve hatta belki onlar da) hayal edilmiştir. Cemaatler birbirlerinden hakikilik/sahtelik boyutu üzerinde değil, hayal edilme tarzlanna bağlı olarak aynştırılmalı.” (abç)

Yani tüm cemaatler hayal edilirler ve onları hayal edilme tarzları üzerinden analiz etmek gerekir ki ulusun ne olduğunu anlayabilelim. Ulus hayal edilme tarzı bakımından diğer cematlerden ayrılır. Böylece birinci tanımının geçersiz olduğnu söylemiş olur. Geriye “siyasal topluluk” kalır. Ama diğer siyasal topluluklarla farkına bir açıklık getiremez, ya da bu farkı hayal edilme biçimlerinde arar.

Ancak bu da ulusun ne olduğunu tanımlamış olmaz. Çünkü ulusun kategorik olarak içinde kabul edildiği “Cemaatler”in, “Topluluk”ların ne olduğu, niçin ve neden var olduğu, yapısı ve işlevi sosyolojik olarak tanımlanmamıştır.

Cemaat’ten değil, hayal edilmeden yola çıkılmakta sınıflama hayal etmenin tarzlarına dayandırılmaktadır. Aslında toplumda her şey “hayal edilir”. Para veya metaların içindeki değer de “hayal edilir”. Sanat eserinin güzel olap olmadığı da bir hayal etme tarzıdır.

Ayrıca diyelim ki böyle ise, yani hayal edilme bütün cemaatlerin ortak özelliği ise, ki öyledir de denebilir, kitabın başlığı oldukça yanıltıcıdır. (Maalesef bu yanıltıcılığı herkes kabullenmiş bulunmaktadır ve kimsenin dikkatini çekmemiştir.)

Örneğin kitabın başlığı belki “Ulus: matbaa (veya okuma yazmanın genelleşmesi veya modern medya) aracılığıyla hayal edilmiş cemaat” gibi bir önerme olsaydı hem içeriğine hem de konusuna daha uygun düşebilirdi ve bunca yanlış anlamaya yol açmazdı.

Ama burada bir soru, çok daha temel bir soru atlanmaktadır: “Cemaat”, “Topluluk” veya “Komünete” (“Communities”) nedir? hangi kategoriden bir olgudur.

Bu soru sorulmadığı gibi, bir cevap da yoktur.

Yani aslında Benedict Anderson da Ulus’un ne olduğuna ilişkin bir tanım yapabilmiş değildir.

Soru şudur: Niçin bu tanımı yapamadılar, niçin tıkandılar ve ötesine gidemediler?

Çünkü ulus ve uluşçuluğu hangi daha genel toplumsal kategori içinde ele almak gerektiği sorununu çözemiyorlardı.

Neden ve nasıl?

*

Burada kısaca Tanım konusuna biraz girelim.

Bir şeyi tanımlamak demek, öncelikle onun hangi kategoriden bir şey olduğunu belirlemek demektir, sonra da o kategorinin ortak nitelikleriyle olan farkını, onu o yapan özelliğini ortaya koymak demektir. Tanımlar ayırırlar, ayırmak için birleştirmek zorundadırlar.

Örneğin “İnsan gülen hayvandır” diye bir tanımı ele alalım. Bu önermede, önce İnsan’ın hangi genel kategoriden bir varlık olduğunu belirtiyoruz: Hayvan.

Hayvan dediğimizde onun da daha genel olarak hangi daha genel kategoriler zinciri içinde olduğunun bilindiğini var sayıyoruz. Yani Hayvan, ise bir canlıdır, canlı ise, cansız değildir. Yani bir varlıktır. Çünkü varlık canlı ve cansız diye iki büyük kategoriye ayrılır.

Bu tanımda insanı içinde bulunduğu hayvan kategorisi içinde diğer hayvanlardan ayıran temel özellik onun gülmesidir.

Daha genel kategoriler zinciri nedeniyle, gülme onu sadece diğer hayvanlardan değil, otomatik olarak diğer canlı ve cansız varlıklardan da ayırmış olur.

Buraya kadar sanırız herşey yeterince açıktır.

O halde soru şudur: ulus hangi kategoriden bir olgudur?

Toplumsal bir olgudur.

Peki Toplum dediğimiz kategori içinde hangi alt kategoriden bir olgudur?

Toplumun hangi alt kategorileri vardır?

İşte bu soru sorulmamakta veya sorulsa bile cevap verilememekte, analojilere, analitik olmayan tasviri nitelikte “tanımlamalara” baş vurulmaktadır.

Toparlarsak, bu büyük atılımı yapan üç yazarın da daha ileri gidip bir tanım yapamamasının nedeni, Ulus’un toplumsal olarak hangi genel kategoriden bir şey olduğunu tespit edememiş olmalarıdır.

Örneğin Anderson “Din gibi” der ama ne olduğunu söyleyemez, “gibi” diyerek, analitik kavramlarla ve kategorilerle değil, imgelerle, analojilerle işin içinden çıkmaya çalışır.

İşte benim keşfim tamı tamına bu noktadadır: Ulus’un hangi genel kategoriden bir toplumsal olgu olduğunu ve içinde olduğu genel kategoriyle ayırıcı özelliğini ortaya koymak.

Ancak bunu yapabilmek için de ulus ve ulusçuluğun içinde bulunduğu kategorinin de hangi kategoriden bir olgu olduğunu tanımlamak gerekiyordu.

Ama onu tanımlamak için de varlık kategorisi içinde toplum ya da toplumsal denen kategorinin ne olduğunu tanımlamak gerekiyordu.

Toplum varoluşun, varlığın bir kategorisiydi ve canlı değildi, cansız değildi. Peki neydi?

Demek ki Varlık, iki değil (sadece canlı ve cansız değil), en azından üç temel kategoriden, yani üç var oluş ve hareket biçiminden oluşuyordu: cansız, canlı, toplum(sal).

O zaman varoluşun bu üçüncü biçimini, yani toplum biçimini, diğer var oluş biçimlerinden ayıran özellik nedir ve ne zaman ortaya çıkmıştır sorusu ortaya çıkıyordu.

Bu sorularla birlikte Marksizmin bu soruları sormadığı ve cevap aramadığı ortaya çıkıyordu.

Marksizm Toplum’un ne olduğunun bilindiği, (sadece marksizm değil bütün diğer “sosyolojiler”, “sosyal bilimler “ve “antropolojiler” de, varsayımından hareket etmişti.

Tabii iş buraya gelince de Marksizm Toplumun Bilimi olduğundan, “Marksizmin Yeniden İnşası”ndan, yani toplum bilimin yeniden inşasından söz etmek gerekiyordu.

*

Bu zincir içinde tekrar başa dönersek, “ulus nedir, hangi toplumsal kategoriden bir olgudur?” sorusuna bizim verdiğimiz cevap en kısa ve özlü biçimde şöyle ifade edilebilir: Ulus ve Ulusçuluk bir dindir. Ulus Din kategorisinden bir olgudur.

(Elbette o din kategorisi içinde modern toplumun dini, modern toplumun dini kategorisi içinde onun devrimci (kozmopolit) ve karşı devrimci (ulusçuluk) aşamaları ve biçimleri, yani alt kategorileri; karşı devrimci ulusçuluk alt kategorisi içinde, nispeten daha demokratik ve daha karşı devrimci biçimler gibi daha alt kategoriler ve ayrımlar da var. Ama şimdilik daha genel kategoride, din kategorisinde kalıyoruz.)

Halbuki bizlerin, yani yeryüzünde yaşayan yedi sekiz milyar insanın kafasında kabul ettiği varsayımlar içinde, ulus (veya ulusçuluk) ve din farklı kategorilerden şeylerdir.

Ulus bir dindir” dediğinizde ilk tepki olarak kategorileri karıştırdığınız, kafa karışıklığı içinde bulunduğunuz, saçmaladığınız düşünülecektir.

Bu durumda milyarlarca insandan tamamen farklı bir dil konuşmaya başlamışsınız demektir.

Ama o milyarlarca insan dillerini değiştirmeden ve sizin kavram ve kategorilerinizle düşünmeyi alışkanlık haline getirmeden, o kavram ve kategoriler toplumsal örgütlenmesine hedeflerine ve tasavvurlarına egemen olmadan hiçbir şeyi değiştirmek mümkün değildir. Devrimci bir insan olarak göreviniz budur. Milyerlerce insan kavram ve kategorilerinin yanlış olduğunu göstermektir.

O halde sizin kategorileri karıştırdığınız ve saçmaladığınızı düşünen milyarlarca insana aslında kendilerinin kategorilerinin yanlış olduğunu, kendilerinin kategorileri karıştırdığını göstermek gerekir. Bunu yapmadan dünyada en küçük bir değişiklik mümkün değildir.

Tamamen farklı bir “dil” ve kavram sistemi içinde yaptığınız formülasyonları, milyarlarca insanın “diline”, yani kavram sistemine çevirmeniz gerekir. (Örneğin  “Müslüman, Türk, Demokrat, İnsan” başlıklı yazım somut olarak böyle bir çevirme çabası ve örneğindir ve böyle bir çabanın ortaya çıkardığı sorunları sergiler.)

Ama bunlar birbirine çevrilemeyeceği gibi, çünkü dayandıkları kategorilerle ve mantıklarıyla birbirlerinin varlık koşulunu ortadan kaldırırlar, her çevirme denemesi her adımda yanlış anlaşılmayla sonuçlanacaktır.

Örneğin din veya ulus kavramını kullandığınız her yerde sizin ona yüklediğiniz anlam ve dinleyenin anladığı veya yüklediği anlam tamamen zıt ve birbirini dışlayıcı olacaktır.

Bu farklı anlamları her adımda açıklamaya kalktığınızda ise düşüncenin akışı ve çıkarsamalar zinciri kopar, anlatabilmek ve anlaşılmak giderek olanaksız olur.

(Neden böyle olduğu yine bizzat Din’in hangi kategoriden bir olgu olduğuyla yani tümüyle üstyapı olmasıyla ilgilidir. Din tümüyle Üstyapı ise, bizlerin kavramları, tasavvurları, toplumu kavrayışımız da, dine ve bilime ilişkin tanım ve kavrayışlarımız da dinin içinde (varolan toplumsal üstyapının) anlaşılabilir ve hepsi de dinseldir. Bu konulara sonra değiniriz.)

*

Ancak burada sorulması gereken ikinci bir soru bulunmaktadır: “Din nedir? Din hangi kategoriden bir toplumsal olgudur?

İşte ulusun ve ulusçuluğun bir tanımının yapılamamasının nedeni, bu sorunun sorulmaması, cevabının bilindiğinin varsayılması, dinin ne olduğunun bilinmediğinin bilinmemesidir.

Bu yaklaşımı ve tanımları, ilk kez, 2004 yılında önce “Tersinden Kemalizm” adlı alel acele yazılmış kitapta dile getirdim.

Daha sonra Köxüz sitesinde yayınladığım bazı yazılarda işleyip geliştirmeye çalıştım ve 2007 yılında “Marksizmi Marksist Eleştirisi” başlıklı kitabımda yer alan, “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı” başlıklı bölümde ilk kez derli toplu açıklamaya çalıştım.

Orada yazdıklarım teorinin derli toplu bir açıklamasıdır. Ama bütün bu açıklama, her biri ayrı ayrı monografilerle, zengin malzemeyle ele alınmayı, kanıtlanmayı, derinleştirilmeyi, gözden geçirilmeyi ve düzeltmeyi bekleyenonlarca ve onlarca tezden, hipotezden, önermeden oluşmaktadır. İşte burada yapılmak istenen de bu yapılması gerekenler ve yapılanlar kakkında bir fikir vermektir.

*

Şunu burada açıkça belirteyim. Bütün bu, yukarıda kısa önermeler halinde ifade edilmiş ve ilk bakışta “ne var bunda” ya da “saçmalık” denebilecek ileride açılmaya çalışılacak keşifleri bizzat bu üç yazarın önermelerine ve Hikmet Kıvılcımlı’ya borçluyum.

Tesadüfen benim bulunduğum konumda bulunan herkes, (yani Klasik Marksist tahrif edilmemiş mirasa dayanmak ve bunun içinde özellikle Kıvılcımlı’yı biraz bilmek, ırk, ulus, din gibi konulara yoğunlaşmış olmak ve 1983 Kopernik Devriminin özünü, (ulusçuluğun ulustan önce geldiği, uluçular olduğu için uluslar olduğu) tanımış olmak) bu keşifleri benden önce, çok daha güzel ve çok daha mükemmel olarak yapabilir, formüle edebilir, geniş bilimsel çalışmalarla temellendirebilirdi. Bu durumda bugün en azından dünyadaki Marksist entelijansiyşa arasında tartışılmasına yol açabilir ve insanlığın (ve Türkiye’nin de) içinde bulunduğu programsızlık ve çıkmazdan çıkabilmesi için çok daha yol kat edilebilirdi.

Bu teorik keşfin şanssızlığı, benim gibi, birikimi ve kültürel arka planı yetersiz, kimse üstlenmediği için teorisyenlik yapmak sorunda kalmış, dil bilmez, sürgünde bildiği dil olan Türkçe’yi de unutmuş, akademik eğitimden ve entelektüel veya aydın çevreden yoksun yapayalnız devrimci bir militan ve takşi şoförü tarafından yapılmış olmasıdır.

Zaten bu yazı serisini de birilerinin kendine iş edinip bu zaafları gidermek üzere harekete geçmesi için yazıyor, birtakım izler bırakmaya çalışıyorum.

*

Daha önce de değindiğimiz gibi, Benedict Anderson ulusu tanımlamaya çalışırken “din gibi” demekte, bir şeyler sezmekte ama “bir Din” diyememektedir.

Bu arada şunu belirteyim ki, başkaları da Ulusu ve Ulusçuluğu bir “Din” olarak tanımlamıştır ve Din ile ulus ve ulusçuluk arasındaki kimi benzerliklere dikkati çekmiştir. Ama bunların dinden anladığı ulusçuların veya modern toplumun dininin dinden anladığıdır, dolayısıyla bilimsel bir kategori olarak din kavramına dayanmamaktadırlar.

Örneğin, Türkçe’de Carlton J. H. Hayes’in “Milliyetçilik: Bir Din” diye bir kitabı var. Ama yazarın Din’den anladıkları “Kült”, “Mitoloji”, “Hoşgörüsüzlük”Kurban” gibi, dini “ritüeller” vs. ile açıklayan veya anlayan tipik yaklaşımdır. Örneğin bir “din duygusu”ndan söz eder ve ulusçuluğun “din duygusu”na seslendiğini yazar.

Yani eğer bizim, (yani Modern Marksizmin) terminolojimizle ifade edersek, yazarın din tanımı ulusçuların ve modern toplumun din tanımı ve anlayışıdır. Modern toplum, din olgusunu bu türden kategorilerle tanımlar. Ve işin daha ilginci din tanımı üzerinden oluşmuş bir dindir modern toplumun dini. Bu bakımdan modern toplumun dinini savunan “teolojik” bir metindir bile denebilir bu kitaba. (Ama bu konulara sonra gireceiz. İşin zorluğu da tam buralarda.)

Bu türden ulusu dine benzetmeleri ve din kategorisinden bir olgu olarak tanımlamaları geçelim. Çünkü Din kategorisinin yanlış tanımlarına, daha doğrusu analitik değil, normatif tanımlarına dayanmaktadırlar. Bu genel ve kategorik hatalar içinde olduklarından üzerinde fazla durmayacağız.

(Ama elbette birileri çıkıp bütün bu ulusu din olarak tanımlayan veya dine benzeten çalışmaları tek tek analiz ederek bizim esasını açıkladığımız aynı yanlış din kavrayışına dayandıklarını gösterse, böyle çalışmalar yapsa güzel olur. Çünkü burada genel ketagoriler ve formüllerle ifade ettiğimiz görüşler somut olarak örneklerle daha iyi anlaşılabilir. Ben şimdiye kadar genellikle biraz sistemli çalışabilen birinin yapabileceği bu gibi işlere zaman ve güç ayırmamaya çalıştım. Sadece temel metodolojik ve mantıksal yanlışları göstermekle yetindim. Bu durum da ortaya koyduğum teorinin somutça anlaşılmasını engellemekte veya zorlaştırmaktadır. Ama böyle davranmak, gücümü ve enerjimi en kritik ve temel noktalara yoğunlaştırmak zorundaydım ve hala zorundayım. Ortaya koyduklarım üzerinden binlerce devrimci araştırmacı nice monografiler yazabilir ve yazmalıdır. Ancak o zaman bugün egemen kavram ve kategorilerin egemenliğine son verilip yepyeni bir toplumsal düzen, böyle bir düzeni kurabilmek için güç, sabır, coşku bulunabilir.)

Bu bölüm sandığımdan daha uzun olacak gibi. Bu nedenle şimdilik burada kesip, bir sonraki yazıda ulus ve ulusçuluğun tanımlanamaması, Marksistlerin bu 1983’teki devrimi kavrayamaması veya soğuk ve düşmanca davranması gibi konulara gireriz.)

7 Şubat 2022 Pazartesi

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

Bloğum: Demirden Kapılar

https://demirden-kapilar.blogspot.com/

Youtube Kanalım:
https://www.youtube.com/user/demiraltona

Podcast

https://soundcloud.com/demirden-kapilar

Facebook

https://www.facebook.com/demiraltona/

Twitter

https://twitter.com/demiraltona

Instagram

https://www.instagram.com/demiraltona

Steemit

https://steemit.com/@demiraltona

Kitaplar (İndirilebilir)

https://disk.yandex.com.tr/d/zgV6eNZL329XUu

Academia

https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin

Mail ile otomatik yazılarımı almak istiyorsanız şu adrese bir boş email yollayınız:

yorumlar-subscribe@lists.riseup.net

Mail listesinden çıkmak için şu adrese bir boş mail yollayınız:
yorumlar-unsubscribe@lists.riseup.net

 

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.