
Aleviliğin oluşum süreci
İslam dininin askeri fetihler yoluyla yayılması özellikle Hz. Ömer döneminde başladı, İran’ın fethedilmesiyle Orta Asya’ya ayak basıldı. Hz. Osman döneminde Tataristan, Nişabur, Azerbaycan, Belh gibi yerler alındı.
Emevi halifeleri olan Abdülmelik ve Süleyman dönemlerinde (8.yüzyıl başları) Buhara, Semerkant, Beykent, Fergana fethedildi. Böylece Maveraünnehir’in tamamı, Orta Asya’nın büyük bir bölümü işgal edilmiş oldu.
Yahudi, Kürt ve Acemlerin yaşadığı bölgelerde fazla dirençle karşılaşılmadı. İslam dini kabul gördü. Ancak İslam orduları Seyhun-Ceyhun nehirleri arasındaki bölgeye geldiklerinde başta Türkmenler olmak üzere burada yaşayan halkların ciddi direnişleriyle karşılaştılar. Buhara şehri birkaç defa el değiştirdi. Merkezi bir devleti olmayan Türkmenler küçük şehir devletlerini korumaya çalıştılar.
İslam dini bölgede yayılmadan önce Türkmenlerin yaygın yaşadığı yerlerde Gök-Tanrı dini, Şamanizm, Hinduizm gibi inançlar geçerliydi. Savaşlar ve göçler yoluyla yer değiştirmeler, farklı kültür ve inançlarla karşılaşmalara ve etkilenmelere neden oldu. İpek yolu üzerinde bulunmanın yarattığı gelişme ve dinamizm de bunu hızlandırdı.
Böylece bölge halkı Şamanizm’in yanı sıra Budizm, Maniehizm, Hıristiyanlık ve Musevilik gibi inançlarla karşılaşmıştı. Hazarların Museviliği, Uygurların Maniheizmi, Oğurların Ortodoks Hıristiyanlığı, Tabgaçların Budizmi kabul etmeleri bu etkilenmelerin bir sonucuydu.
Buhara, Semerkant, Taşkent gibi şehirlerde farklı inançlar ve mabetler bir arada var olabiliyordu. Bu çoğulculuk kuşkusuz karşılıklı etkileşimlere neden oluyordu. İşte bu değişimin ve etkileşimin yaşandığı bir sırada bölge halkı fetihçi, yayılmacı ve şiddet kullanan Emevilerin saldırısına uğradı.
Emevi orduları girdikleri şehirlerde, halktan inançlarını bırakmalarını istiyor, direnme halinde ise şiddet kullanarak katliam ve köleleştirme operasyonları yapıyorlardı. Direnç kırıldıktan sonra mabetler camilere çevriliyor, elde edilen ganimetler paylaşılıp vergiler konuyordu.
Emeviler, işgal ve fetihler yoluyla Arap ırkçılığını politikalarına temel yaptılar. Halifeliği de babadan oğula geçen bir saltanata dönüştürdüler. Ayrıca tefsir ve hadiste uydurmacılık başladı.
Emevilerin kan dökücü ve baskıcı yönetimi altında Müslümanlar arasında biri katlanıcı, boyun eğici Sufilik (Tasavvuf akımı), diğeri akılcı-bilimci, başkaldırıcı Mutezilecilik olmak üzere başlıca iki akım ortaya çıktı.
Kimi Abbasi halifeleri de akıl dışıcılığa karşı çıkan ve İslam’daki mantık ve felsefeyi öne çıkaran mutezile düşünce okulunu benimsediler.. Mutezile akımı Abbasi halifesi Me’mun zamanında devlet görüşü halini aldı. Halife Mutasım (833 -841) ve Vâsık (841 -846) zamanında en parlak devrini yaşadı, fakat Halife Mütevekkil (846 -861) döneminde , bu fikirlerin halka zorla kabul ettirilmeye başlanması nedeniyle çökmeye başladı.
Bölgede 9-11 yüzyıllar arasında bu gelişmeler olurken 9.yüzyılda daha sonraları Alevi teolojisinin temel unsurlarından birinin temelini atan Hallac-ı Mansur olayı yaşanacaktı. Hüseyin İbn. Mansur Hallac, 856’da Basra’nın Kuzeydoğusunda bulunan Beyza bölgesinde doğdu.
Babası ve büyükbabası Zerdüşt dinine bağlı olarak mazdeisttiler. Beyza, bölge olarak Abbasi Halifeliğine bağlıydı ancak burada İran dili ve mazdeist kültür hakimdi. Buna rağmen İranlılar, Türkler, Araplar ve Kürtlerin yaşadığı bölgede Müslümanlık egemendi. Hallac, tutucu Sünni-Hanbeli bir mahalde kozmopolit ortamın etkilerini de yaşayarak dinsel formasyonunu şekillendirirken, Şiilerle de ilişki kurdu.
Hallac- ı Mansur’un “ben Tanrı’yım” (Ene-l Hak) söylemi Alevilikte önemli bir yansıma bulmuştur. Hallac, aslında kendisini Tanrılaştırmamakta, tam aksine kendini yok saymakta, kendini Tanrı’da yok etmektedir.( fena-filah)
Gerek Hıristiyan gerekse İslam aleminde bu söylem sapkınlık olarak değerlendirildi ve bu anlayışa sahip olanlar ağır cezalara uğratıldı. Doğu’da Mani, Yezidi, Zerdüşt, Budist inançlarda karşılaşılan bu anlayış (Vahdet-i Vücut) Anadolu’da bağdaştırıcı bir senteze ulaştı.
Aşkın bir Tanrı anlayışı yerine doğa ile Tanrı’nın bir olduğu inancından yola çıkan, insanı da evrenin bir parçası olarak Tanrısal bir bütünlük içinde kavrayan bu felsefi inanç tek tanrılı dinlerin teolojisinden farklıydı.
Hıristiyan dünyasında bu felsefenin etkileri Bogomiller’de görülür. Tanrı’nın kendisi olabilen, onunla daha özgür ilişki kurabilen hatta itiraz edebilen insan anlayışı, insanı koşulsuz itaatle kul durumuna sokan statik İslam anlayışından farklı olup, bu farklılık Alevi teolojisinin temellerinden birini oluşturur.
Zaman içinde Alevilikteki Dede-Talip ilişkisinin hiyerarşik bir konum kazanması, Ene-l Hak tekelinin dedeye geçmesi, el pençe divan durma, sürünerek el öpme gibi davranış biçimlerinin gelişmesi eleştirilmiştir.
Gazneli Mahmut’un 1029’da Rey’i işgali ile Mutezile taraftarlar hezimete uğrarken, Sünnilik tam bir egemenlik kazandı. Abbasi Sünniliğinin savunucusu olarak ortaya çıkan Gazneli Mahmut, Samanoğulları’nda görülen hoşgörünün tersine çok katı bir Sünni Müslüman tutum takınarak Rey şehrindeki Şii kitaplığını yıktırdı.
Bu süreç devam ederken de kuşkusuz halkın kültür ve inanç dünyasında önemli değişimler yaşandı. Artık 11. Yüzyılda İslamiyet bölgede hakimiyetini kurmuş ve büyük ölçüde Müslümanlığı kabul ettirmişti. Ancak bu süreç şiddet, katliam ve direniş şeklinde yaşandığından halkın bilinçaltında ciddi bir travma ve tepki de yarattı.
Nitekim bunun sonucu farklı unsurların olumlu kabul edilen, halkın değerleriyle örtüşen sentezleriyle bağdaştırmacı (senkretik) yeni ve özgün bir inanç sistemi oluşmaya başladı. Bu bağdaştırmacılıkta, İslamiyet’ten önce yaşanan din ve inanç sistemlerinin yanı sıra Melamiliğin de etkisi fazla oldu.
Melamiye hareketi, tasavvufi hayatı şekle ve dış görünüşe kurban etmek isteyen yetersiz sufilere karşı bir tepki olarak çıkmış gözüküyor. Abdülbaki Gölpınarlı’nın deyişiyle Melamilik bir hal yani durum. Melamiler’de bu nedenle zaviye, tekke, dergâh gibi tarikat mahalleri bulunmuyor.
Arapça “Levm” kökenli Melamiye, “azarlamak, serzenişte bulunmak, kınamak” anlamlarına geliyor. Tasavvuftaki karşılığı ise, yaptığı iyilikleri gösteriş olur endişesiyle gizlemek, yaptığı kötülükleri de nefsiyle mücadele etmek için açığa çıkarmak.
Tarikatın doğuş ve yayılmasında, Arapların kendilerini diğer ırklardan üstün görmeleri, Emevilerin Arap olmayanlara “Melami Köleler” adını takmaları ve Abbasiler’in de Hazreti Ali’yi kendilerine düşman saymaları neden olarak belirtilmekte.
Melamilik anlayışının Horasan’dan Bağdat’a, oradan da Suriye’ye geçmesi bazı Türk tarikatlarının Melamilik’ten doğrudan etkilendiği iddiasına da neden oldu. Çünkü Melamilik, tüm bu bölgelerde Türklerin hakim olduğu dönemlerde yayılma şansı buldu. Anadolu’ya XIII. yüzyıl sonunda geçen Melamiliğin en önemli iki grubu ise Kalenderiler ve Yeseviler olarak kabul ediliyor.
Melamiler’e göre tasavvuf ve tarikat yolu birtakım gösterişli merasimler, halktan kopuk bir imtiyazlı sınıf oluşturmakla gerçekleşmez. Melamiler’e göre kurallara boğulmuş zikir meclisleri, kıyafet ve törenlerle Allah’a ulaşmak mümkün değil.
Melamiliğe göre ; Allah’a ulaşmak, ancak Hakk’a bağlanmak, cemiyet içinde yaşayarak halka hizmet etmek, tevazu ve aşkla gerçekleşir. Bunun için tekke ve zaviye gibi özel yer ve kıyafetlerin gerekli olmadığına çünkü bunlarda riya tehlikesi olduğuna inanılır.
Melamiler, Hak’la halk arasındaki tasavvufi bağın da gereğini yapmak için halktan ayrılmayı, halkla aralarına bir mesafe koymayı kabul etmediler. Onlar halkın içinde, halkın yaşadığı şartlarda yaşamayı önemsediler. Halkın emeğiyle kazandığı gibi çalışarak gelir elde etmek ve o şartlarda yaşamak Melamiliğin esaslarını oluşturdu. Melamilikte şeyh, derviş, hoca gibi sıfatlar kabul görmedi.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Abdülkadir Gölpınarlı- “Melamilik ve Melamiler”, Milenyum Yayınları, İstanbul, 2013
“Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar”- İnkılap Kitapevi, İstanbul,1997
Abdülkadir Gölpınarlı- “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” Derin yayınları,İstanbul,2011
Adel Allauche- “Osmanlı-Safevi İlişkileri-Kökenleri ve Gelişimi”, Anka Yayınları, İstanbul ,2001
Ahmet Yaşar Ocak- “Osmanlı Sufiliğine Bakışlar” Timaş Yayınları , İstanbul, 2011
“Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri” İletişim Yayınları, İstanbul, 2007
Anton J.Dierl- “Anadolu Aleviliği”, Ant Yayınları, İstanbul, 1991
Baki Öz- “Alevilik Nedir “ Der Yayınları, İstanbul ,2000
Cemil Paslı- “Türk Aleviliği”, Gündönümü Yayınları, İstanbul, 2006
Claude Cahen- “Türkler Nasıl Müslüman Oldular”,Ö rgün Yayınevi ,İstanbul, 2007
Erdoğan Aydın – “Nasıl Müslüman Olduk” Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2008
Babai ayaklanması
İkinci dönem Melamiliğin yayılmasında Muhyiddin İbn-i Arabi’nin etkisi bulunuyor. Osmanlı dönemi tasavvufi düşüncesinin yönlendiricileri arasında ilk sırayı işgal eden İbni Arabi’ye göre, Melamiye tasavvufi makamların sonuncusu olup, ondan sonraki makam peygamberliktir. İşte Aslan Baba, Hace Ahmet Yesevi gibi birçok isim, kulun Allah’a Al doğru aşk ile çekilmesi olan kutsal cezbeyi ve aşkı esas alan melameti sufiliği ön plana çıkarmıştır.
Orta Asya’daki süreçte ortaya çıkan inanç önderleri, İslam dininden esinlenmekle birlikte, egemen gücün dayattığı bu dinin dışında başka bir inanç dünyası yaratıp, bunu halkın duygu ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirmek misyonunu yüklendiler.
Alevi inancı Anadolu’da biçimlenmiş olsa bile Budizm, Şamanizm ve Maniheizm gibi Orta Asya inançlarının etkisi altında kaldı, birçok ritüel ve unsur bu inançlardan alındı. 1000-1300 yılları arasındaki ikinci süreçte Ebul Vefa, Baba İlyas ve Hace Bektaş gibi inanç önderleriyle birlikte Alevilik inancı şekillenmeye başladı. Hazar’ın kuzeyinden gelenler Acem topraklarında 12 imam, Ali ve Kerbela kültüyle tanışma ve onu benimseme yoluna girmiş oldular.
11-15. yüzyıllar arası İslamiyet Anadolu’da egemen din haline gelmesine rağmen Gayrimüslimler ve Batıni inançlı göçmenlerin oluşturduğu bir toplumsal yapı mevcuttu. Selçuklular bu dönemde siyasal egemenliklerini kullanarak Anadolu’yu Müslümanlaştırmaya çalıştılar.
1040 yılında Selçuklular ile Gazneliler arasında Dandanakan Ovası’nda gerçekleşen savaşta Gaznelilerin yenilmesi sonucu, Emeviler ve Abbasilerle Arapların siyasi egemenliğinde biçimlenen İslam tarihi artık Türklerin siyasi egemenliğinde biçimlenecekti. İslam’ın merkez gücü olma fırsatını yakalayan Selçuklular diğer Türk boylarının da İslam’a yönelmeleri bakımından çekim odağı haline geldiler.
11. yüzyılla birlikte Anadolu’ya başlayan göçlerden sonra büyük göç dalgaları Malazgirt Savaşı ve Moğol İstilası sonrası yaşandı. Bu göç hareketlerinin önünde savaşçı dervişler bulunmaktaydı. Bu savaşçı dervişler, Anadolu Selçuklu Devleti, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli roller oynadılar. Değişik dinsel akımlara bağlı olan bu dervişler özellikle köylüler ve göçebe topluluklar üzerinde çok etkili oldular.
Heterodoks olarak nitelenen tasavvuf akımlarına bağlı bu şeyh ve dervişler ve onların tekke ve zaviyeleri halk tarafından büyük ilgi gördü. Sünni şeyhler ise bu kitleler üzerinde etkili olamıyorlardı. Çünkü kitlelere bağdaştırıcı fikirler daha cazip geliyordu. Kitleler tahta kılıçlarla savaşan ve inançlarını yayan savaşçı ve dinamik dervişlere karşı sakin ve durgun bir hayat geçiren Sünni şeyhleri tercih etmiyordu.
Bu dönemde Anadolu, Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, İran ve Irak gibi merkezlerle siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda etkileşim içindeydi. 11. yüzyıldan başlamak üzere bu bölgelerdeki dinsel ve kültürel gelişmeler bölgeden gelen çok sayıda derviş ve mutasavvıf vasıtasıyla Anadolu’yu etkiliyordu.
“Türkmen Babaları”,”Yesevi Dervişleri”,İsmaili Propagandacıları,”Kalenderiye Mensupları” bunlara örnektir. Alevilik, Mevlevilik, Bektaşilik bu hareketliliğin sonucu olarak doğdu.
Anadolu’da yaygınlaşan bu bağdaştırıcı (senkretik) inanç, Sünni şeyh ve mutasavvıflarca şiddetle eleştiriliyordu. Namaz ve oruç gibi yükümlülüklere uyulmaması, İslam’a aykırı kabul edilen ayin ve ritüellerin uygulanması nedeniyle Ahmed Yesevi ve Ebu’l Vefa gibi inanç önderleri eleştirilere uğradılar.
Zikir törenlerine erkeklerin yanı sıra kadınların da katılması katı Sünni inanç önderlerince “şeytan ameli” olarak nitelendirildi. Oysa zikir törenlerine kadınların katılması ve bu törenlerde vecd halinde dans edilmesi İslam öncesi bir ritüelin felsefi bir anlayışla ve kültürel bir gelenek olarak devamıydı.
Selçukluların dağılmasından sonra kurulan Anadolu Selçuklu Devleti de Sünniliği siyasi egemenliğinin bir parçası haline getirdi. Bu durum Sünniliğin dışında kalan ve heterodoks sayılan kesimler ile devlet arasında bir yabancılaşma ve gerilim demekti.
Katı Sünni İslam’a karşı en büyük ayaklanma 1239’da Babai İsyanı ile başladı. Bu isyan kendine özgü bir takım şart ve sebeplerin ortaya çıkardığı siyasi-sosyal bir olay ve Selçuklunun iktisadi yapısıyla da ilgiliydi.
Yolsuzluklar, toprak ve vergi düzeninin adaletsizliği, göçebe hayatı süren Türkmen toplulukları diğer topluluklardan daha zor bir duruma sokmuştu. Türkmenler bu durumda kendilerini kurtaracak ulu bir kişi beklemeye başladılar. Beklenen bu kişi Dede Garkın’ın halifesi olarak kabul edilen Baba İlyas-ı Horasani oldu.
Yesevi tarikatına bağlı, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş bir derviş olan Baba İlyas, Allah sevgisinin dinin katı kurallarıyla oluşamayacağını, bu aşkın insanın gönlünde yaratılabileceğini, toplumda kadın, erkek ayrımı olamayacağını belirtiyordu.
Ancak katı Sünni inancı merkeze almış bulunan Selçuklular ve egemenliğindeki beyliklerin bu anlayışa hoşgörü göstermeleri mümkün değildi. Moğol istilasından sonra Horasan’dan Anadolu’ya başlayan göçlerden hem Selçuklu yönetimi hem de yerleşik halk ve daha önce göçenler rahatsız olmuştu.
Son göçle gelenler Güneydoğu Anadolu bölgesinde yeterli otlak bulunmadığı için hayvancılık yapamaz hale geldiler ve yoksullaştılar. Toprak sahipleriyle çatışmalar yaşandı. Vergi de veremeyen göçerler Selçuklu yönetiminin tarafsız davranmaması nedeniyle buyruklara uymamaya başladılar.
Bu ortamda Baba İlyas haksızlık yapan yönetime karşı bir umut haline geliyor ve bir ayaklanma hazırlığı yapıyordu. II.Gıyasettin Keyhusrev, bu hazırlığı öğrenince 1239’da askerlerini Babailerin üzerine gönderdi.
Buna karşı Babailer Harezm Türkmenleri ile birlikte ayaklandılar, Elbistan, Amasya ve Kayseri’yi ele geçirdiler. Ancak Baba İlyas yakalanarak kale duvarına asılarak öldürüldü. Babailerin büyük çoğunluğunun kılıçtan geçirilmesi ve Baba İlyas’ın halifesi olan Baba İshak’ın öldürülmesiyle ayaklanma sona erdirildi.
Ayaklanmanın sona erdirilmesinden sonra Babai inancı etkisini uzun süre devam ettirdi. Değişik inançları bağdaştırarak ve içinde eriterek bir dinsel inanca dönüştü. Babailer Anadolu’nun değişik yerlerine dağılarak zaviyeler kurdular. İç ve Batı Anadolu’da ve 14.yüzyıldan itibaren Balkanlarda etkin oldular.
Böylece Anadolu Aleviliği, Baba İlyas ve Baba İshak’ın yolunu izleyen Hace Bektaş Veli ve Ahi Evren önderliğinde bağdaştırıcı bir karakterde gelişerek Bektaşiliğin ortaya çıkmasını sağladı. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin kayınpederi Baba İlyas halifelerinden Şeyh Edebali idi.
YARARLANILAN KAYNAKLAR : Abdülkadir Gölpınarlı- “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” Derin yayınları,İstanbul,2011- Ahmet Yaşar Ocak-“ Osmanlı Sufiliğine Bakışlar” Timaş Yayınları, İstanbul-“Babailer İsyanı” Dergah Yayınları,İstanbul,1996-“ Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri” İletişim Yayınları,İstanbul,2007- Anton J.Dierl -“Anadolu Aleviliği”, Ant Yayınları,İstanbul,1991- Claude Cahen – “Türkler Nasıl Müslüman Oldular”, Örgün Yayınevi,İstanbul,2007- Enver Ziya Karal – “Osmanlı Tarihi”c.VII, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,1988-
Esat Korkmaz – “Anadolu Aleviliği” Berfin Yayınları, İstanbul,2008- İrene Melikoff- “Hacı Bektaş ,Efsaneden Gerçeğe”, Sistem Yayıncılık, İstanbul,1999- İsmet Zeki Eyüpoğlu- “Alevilik-Sünnilik- İslam Düşüncesi” ,Der Yayınları, İstanbul, 1989-“ Bütün Yönleriyle Tasavvuf, Tarikatlar ve Mezhepler Tarihi” Derin Yayınları, İstanbul, 2000- Kemal Karpat -“ İslam’ın Siyasallaşması “, Timaş Yayınları, İstanbul,2013
15. ve 16. yüzyıl ‘kıyım dönemi’
Bu yüzyılda yaşanan çatışmalarda Osmanlı Devleti kendini, İslam dini ile ve onun fırkalara bölünmeyi küfür sayan tekçiliğiyle, herkesi Allah yoluna getirmek şeklindeki gerekçeyle meşrulaştırırken, Anadolu Alevileri “enel hak” diyen, oruç, namaz gibi ritüellerin gerçek inançlarda gerekli olmadığına inanan, 72 inancı bir kabul eden, yoksulluğun sömürüyle ilişkisini öne çıkarıp isyan edebilen bir inancı temsil ediyordu. Bu inanç devleti yönetenlere ve Sünnilere göre sapkınlıktı.
II.Bayezid döneminde (1481-1512) devletle heterodoks grupların arası daha da kötüleşti.1488’te Safevilerin ruhani lideri Şeyh Haydar öldürüldü.1492’de bir derviş Bayezid’e suikast girişiminde bulundu. Bu dönemde çok sayıda isyan çıktı. İsyancılardan bir kısmı idam edilirken, binlercesi Yunan coğrafyasındaki Mora, Modon, Koron ve Lepanto bölgelerine sürüldü.
Bu ortamda Erdebil Safeviye Şeyhi İsmail Azerbaycan içlerinden Anadolu’ya yayılmış olan küskün Türkmen boylarını ruhani otoritesi altına alma çabasına girdi. 1501’de Sünni Türkmen Federasyonu olarak bilinen Akkoyunlu’lardan Tebriz’i aldı. Artık Erdebil Safevi Şeyhliğinin yerini Safevi Şahlığı almış oluyordu.
Safevi Devleti’nin yönetimdeki en önemli görevlerine Türkmenler getirildi. Böylece göçebe Türkmenler Osmanlı’da bulamadıkları yere Safevi Devletinde kavuşuyorlardı.
Türkmenler de akın akın İran’ın yolunu tuttular. Şah İsmail, Sasani İmparatorluğunun mirasında da hak iddia etmeye başlamıştı. Osmanlı, Safevileri ve onlara eğilim gösteren ve isyan eden kesimleri Kızılbaş olarak nitelerken , 16. Yüzyılın başlarında Osmanlı müftüsü Hamza Saru Görez aşağıdaki fetvayı yayınlıyordu.
”Ey Müslümanlar bilin ve haberdar olun ki, reisleri Erdebiloğlu İsmail olan Kızılbaş topluluğu, Peygamberimizin şeriatını ,sünnetini, İslam dinini, din ilmini ,iyiyi ve doğruyu beyan eden Kuran’ı küçük gördüler. Yüce Tanrı’nın yasakladığı günahlara helal gözü ile baktılar. Kutsal Kuran’ı, öteki din kitaplarını tahkir ettiler ve onları ateşe atarak yaktılar. Hatta kendi melun reislerini Tanrı yerine koyup ona secde ettiler. Hazreti Ebubekir’e, Hazreti Ömer’e sövüp, onların halifeliklerini inkar ettiler.
Peygamberimizin karısı Ayşe anamıza iftira ettiler ve sövdüler. Peygamberimizin şeriatını ve İslam dinini ortadan kaldırmayı düşündüler. Bu nedenlerden ötürü şeriat hükmünün ve kitaplarımızın verdiği haklarla, bu topluluğun kafirler ve dinsizler topluluğu olduğuna dair fetva verdik. Onlara sempati gösteren, batıl dinlerini kabul eden ve yardımcı olanlar da kafir ve dinsizdir. Bu gibi kimselerin topluluğunu dağıtmak bütün Müslümanların vazifesidir.
Bu arada, Müslümanlardan ölen kutsal şehitlerin yeri cenneti ala’dır. O kafirlerden ölenler ise, hakir olup cehennemin dibinde yer tutacaklardır.Bu topluluğun durumu kafirlerin halinden daha kötüdür. Bu topluluğun kestiği veya gerek şahinle gerek ok ile gerekse köpek ile avladığı hayvanlar murdardır. Onların gerek kendi aralarında gerekse başka topluluklarla yaptıkları evlenmeler muteber değildir.
Bunlara miras bırakılmaz. Sadece İslam’ın Sultanı’nın onlara ait kasaba varsa, o kasabanın bütün insanlarını öldürüp mallarını, miraslarını ve evlatlarını alma hakkı vardır. Ancak bu mallar İslam’ın gazileri arasında taksim edilmelidir. Bu toplamadan sonra onların tövbe ve nedametlerine inanmamalı ve hepsi öldürülmelidir. Hatta bu şehirde onlardan olduğu bilinen veya onlarla birlik olduğu tespit edilen kimse öldürülmelidir. Bu türlü topluluk hem kafir ve imansız hem de kötülük yapan kimselerdir. Bu iki sebepten onların öldürülmesi vaciptir”.
Safevi Devleti Anadolu’dan Hazar’a kadar uzanan topraklarda Osmanlı çıkarlarını tehdit eden etkin bir devlet haline gelmiş, Alevi inancı üzerinde etkisini arttırmaya başlamıştı. Anadolu’da ezilmiş olan Batıni inanç topluluklarının Sünni inanç dayatmalarına ve Osmanlının baskısına karşı Safevilere eğilim duymaları ve sembollerini benimseme sürecine girmeleri kolaylaşmış durumdaydı.
Bu etkilerden biri başta Pir Sultan Abdal olmak üzere Anadolu deyişlerinde yer alan 12 imam, Ali ve Kerbela katkısıdır. Bu döneme kadar Aleviler arasında böyle bir kültür bulunmamakta, Kerbela matemi tutulmamaktaydı.
12 imam, Ali ve Kerbela kültünün benimsenmesi Erdebil tekkesi ve onun denetimindeki Safevi etkisiyle olmuş, aynı dinsel teolojiyi paylaşmaları, aynı dili konuşmaları Safevi inanç önderlerinin Anadolu Alevilerinin inançlarını sistemleştirip, ritüelleri aynileştirecek kadar etkili olmalarını sağlamıştı.
Ali ve Ehl-i Beyt’in uğradığı haksızlık ve Kerbela direnişi hızla toplumsal bir mit haline geldi. Bu içselleştirme İslami meşruiyetin bir dayanağı olurken aynı zamanda Osmanlıya karşı bir direnişin itici gücünü oluşturuyordu.. Böylece Osmanlının İslamlaştırmaya yönelik şiddete dayalı asimilasyonuna karşı bir koruyucu kalkana sığınılmış olunuyordu.
Ali, Alevi teolojisine ibadet şekilleri ve sahip olduğu teoloji ile değil, kahramanlığı, adalet ve eşitlik gibi savunduğu değerler üzerinden alınıyor, Batıni teoloji çerçevesinde tanrılaştırılıyordu.
Yani Alevilik, Erdebil tekkesi üzerinden benimsediği Ali’yi kendi teolojisi çerçevesinde yeniden tanımlıyordu. Alevi inancındaki Ali, “Gök Tanrı” inancındaki Tanrı’nın yeni bir ifadesi olarak ortaya çıkıyor ve Hazreti Muhammed’in bir izleyicisi değil, Alevi inancının merkezindeki bir varlık olarak kabul ediliyordu..
Bu dönemlerde Anadolu Alevileri kendilerine Alevi dememekte, “Babai”, “Kızılbaş”, “Ehl-i Hak gibi siyasi nitelemelerin yanı sıra Bektaşi, Vefai, Kalenderi, Haydari, Hurufi gibi tarikat veya pir isimlerini ya da bağlı olunan boydan dolayı Tahtacı, Avşar, Çepni gibi adlandırmaları kullanmaktaydılar.
Şah İsmail de Kızılbaş ya da Safevi nitelemesini kullanıyordu. Osmanlı yönetimi ise batını inanç sahiplerini “Rafızi”, “Zındık” gibi nitelemelerle ötekileştiriyordu. Batıni topluluklar İslam’ın içinde eritilme tehlikesine karşı Ali kültü ile direnme noktasında Ali soyuna (Aleviliğe) bağlanmayı seçtiler..
Her ne kadar Ali kültü Batıni inanca 16.yüzyıl başında girmişse de Alevi kavramı ancak 19.yüzyıldan itibaren genel ve kapsayıcı olarak kullanılmaya başlandı.18. yüzyılın sonlarında bu kavramı kullanmak Arap Alevileri olan Nusayrilerle başladı ve daha sonra Türkmen ve Kürt Batıni toplulukları tarafından kullanılmaya başlandı.
Bu değişiklikte Kızılbaş kavramının bir küfür ve dışlama nitelemesi olarak kullanılmasının yaygınlaşması da rol oynadı. Ancak Sünniliğin merkezden dayatıldığı bir ortamda camiye gitmeyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, içki içen, kadınları örtünmeyen ve erkeklerle toplantılara katılan bu inanç sahiplerinin nitelendiği Kızılbaş kelimesine yüklenen aşağılayıcı anlam, Aleviliğe de yapıştırılarak dışlanma ve ötekileştirilme devam etti.
Baskı ortamında bu sefer de Pir Sultan Abdal’ın yanında yetişmiş ve onu öldürmüş olan Alevi Hızır Paşa zihniyetinin takipçileri aracılığıyla Alevilik İslam’ın özü gibi yakıştırmalarla İslam’ın içinden tanımlanmaya çalışıldı.
II.Bayezid, Kızılbaşların kontrolü amacıyla Hacı Bektaş Dergahının başına getirdiği Balım Sultan aracılığıyla 12 imam anlayışını Bektaşiliğin içine aldı. Daha sonra Bektaşilik de Osmanlı ile işbirliği yapan Babagan kolu ile,Kızılbaşların haklarını savunan Dedegan kolu olarak bölündü.
1512’de tahta çıkan I.Selim, babası II.Bayezid’in o dönem Kızılbaşlar olarak nitelenen Aleviler konusunda yeteri kadar sert tedbirler almadığını düşünmektedir. Safevilerin başarısından ve Anadolu Alevileriyle ilişkilerinden rahatsızdır.Yavuz Selim’in ilk yaptığı icraatlardan biri Şeyhülislam İbn-i Kemal’e Alevilerin öldürülmelerine meşruiyet kazandırmak adına fetva hazırlatmak olmuştur.
Safevilere karşı topladığı ordu ile Doğu’ya gitmeden önce Alevilere ait nüfus defterlerindeki kayıtlardan tespit edilen 40.000 kadar kişinin kılıçtan geçirilmesine karar verilmiş ve bu karar uygulanmıştır. Osmanlı kaynaklarından Selimşahname’de olay şöyle anlatılmıştır.
“Her şeyi bilen Sultan, o kavmin etbaını kısım kısım ve isim isim yazmak üzere, memleketin her tarafına bilgiç katipler gönderdi; yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defterleri divana getirilmek üzere emredildi; getirilen defterlere nazaran, ihtiyar-genç kırk bin kişi yazılmıştı; ondan sonra her memleketin hakimlerine memurlar defterler getirdiler; bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak, bu memleketlerdeki maktullerin adedi kırk bini geçti.”
Yavuz Selim önderliğindeki Osmanlı ordusunun Safevileri 1514’te Çaldıran’da yenmesi Aleviler için bir dönüm noktası oldu. Memluk Sultanlığının fethiyle birlikte Osmanlı Devleti artık katı İslam kurallarına dayalı bir hilafet merkezi haline geliyordu.
Yavuz Selim’den sonraki padişahlar da Anadolu’daki Alevilere karşı baskılara devam ettiler. Aleviler bu baskılara ayaklanmalarla cevap verdiler. Aleviler hem Safevilere duydukları ilgi ve sempati hem de Osmanlı ulemasına göre sapkın sayıldıklarından haksızlıklara uğradılar..
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Abdülkadir Gölpınarlı- “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” Derin yayınları, İstanbul,2011
Adel Allauche- “Osmanlı-Safevi İlişkileri-Kökenleri ve Gelişimi”, Anka Yayınları, İstanbul, 2001
Ahmet Yaşar Ocak- “Osmanlı Sufiliğine Bakışlar” Timaş Yayınları, İstanbul, 2011
“Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17.Yüzyıllar)” Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,1 999
Esat Korkmaz – “Anadolu Aleviliği” Berfin Yayınları, İstanbul, 2008
Fuat Köprülü-Franz Babinger- “Anadolu’da İslamiyet”, İnsan Yayınları, İstanbul, 2000
Gülağ Öz- “On İki İmam ve Kerbela” Kültür Ajans Tanıtım Organizasyon, Ankara, 2013
İsmet Zeki Eyüpoğlu- “Bütün Yönleriyle Tasavvuf, Tarikatlar ve Mezhepler Tarihi” Derin Yayınları, İstanbul, 2000
Nejat Birdoğan– “Anadolu’nun Gizli Kültürü-Alevilik”, Kaynak Yayınları , İstanbul, 2003
Rıza Yıldırım- “Anadolu’da Kızılbaş Kimliğinin Kökenleri: Türkmenler” Bilkent Üniversitesi, Ankara, 2008
Saim Savaş- “XVI.Asırda Anadolu’da Alevilik”, Vadi Yayınları, Ankara, 2002
Yeniçerilikle ilişkisi bağlamında Bektaşilik
Alaeddin Paşa (Bey)’in ağabeyi Orhan Gazi’ye “Bütün askerin kızıl börk giysin, sen ak börk giy, bu da aleme nişan olsun” tavsiyesiyle kurulan Yeniçeri ordusu XIV. yüzyılda Bektaşiler Tarikatı’na bağlandı.
Bu gelişmede Osmanlının kurucu piri ve Osman Bey’in kayınpederi Edebali ile birlikte Hace Bektaş, Baba İlyas halifeleri gibi dervişlerin rolü önemliydi. Ancak fetih siyasetinin rantını paylaşma ve bunun üzerinden gelişen siyaset Kızılbaş halkı ve önderlerini ayrıştırmaya başlamış oldu..
Ranttan pay alıp, otoriteye boyun eğenlerle, yeni sürece boyun eğmeyenler ayrımında Geyikli Baba, Abdal Musa ve benzerleri merkezden dışlandılar. Böylece Osmanlı kuruluş yıllarındaki tarihsel ideolojik temele yabancılaştıkça Sünnileştirme politikaları uygulayacaktı.
Osmanlıların da siyasi çıkarları gereği tıpkı Gazneliler, Karahanlılar ve Selçuklular gibi Sünniliği savunmaları ve bu yönde kurumsallaşmaları kaçınılmazdı. Ancak Osmanlı merkezden dışlanan bu kesimin toplum üzerindeki etkisi nedeniyle, Bektaşilikten ve dervişlerden uzak kalmak istemiyordu.
Bu anlamda Yeniçeri örgütünün Bektaşi bir geleneğe dayanması önemliydi. Yeniçerilere “Hacı Bektaş Küçekleri”, “Dudman-ı Bektaşiyye” denmesi bu ilgiyi göstermekte.
Yeniçeriler Hıristiyan Sırp ve Rum çocuklar arasından devşirilmekte ve Türk çevrelerde yetiştirilmekteydiler. Asker ocakları bu tarikatla iç içeydi. Tarikat bu nedenle Balkanlarda ve özellikle Arnavutluk’ta gelişmişti.
Bektaşilik diğer heterodoks dergahların ve halkın aleyhine Osmanlı yönetimiyle işbirliği yaptıktan ve Yeniçerinin yatağı olduktan sonra hızla büyüyecekti. Özellikle 14-16 yüzyıllarda Bektaşi dergahı Osmanlı ile bütünleşirken diğer Alevi dergahları tasfiye edilerek mağdur edildiler.
19.yüzyılın başlarına gelindiğinde yeniçeriler, çevrelerinde oluşturdukları çok geniş halk kesimleriyle birlikte nüfusun en dinamik ve en belirleyici unsurlarından birini oluşturuyordu.
Yeniçeriler, esnaf loncalarıyla iç içe girmiş, sivilleşmiş bir kesimi temsil ediyordu. Yeniçerilerin tamamına yakını Bektaşi Tarikatına bağlıydı. Bu nedenle yeniçerilik kaldırılırken Bektaşiler de çok zarar gördü.
Yeniçerilerin savaşa gitmek istemedikleri ve yozlaştıkları bir gerekçe olarak gösterilmiştir. Oysa yeniçerilerin de savaş kabiliyeti yüksek bir ordu kurulmasında istekli oldukları görülür. Hatta yeniçerilerin bir kısmının devletin verdiği tüfekleri kalitesiz bulup, kendi imkanlarıyla tüfekler edindiklerine ilişkin örnekler bulunmakta.
Yine yeniçeriler bu olumsuz koşullara ve iki cephede savaşmalarına rağmen Rus ve Avusturya-Macaristan ordularını yenme başarısını gösterdiler. Moltke anılarında şu tespiti yapar: “Her cephede savaştayken kendi ordusunu yok eden başka bir devlet görmedim.”
İmparatorluğun hakim unsurlarının sözcüsü durumunda olmalarına rağmen yeniçerilerin yok edilebilmesinin önemli nedenlerinden biri güçlerini abartmaları diğeri ise daha önce hep müttefikleri olan ulemaya güvenmeleriydi.
Fransız İhtilali’nin yeniçeriler üzerindeki etkisi sonucu padişaha karşı çıkışlarda cumhuriyetten söz edilir oldu. Ulema ve padişah bu nedenle de yeniçeri ocağına karşı teyakkuz halinde bulundu.
Tarihsel gücü olan ulema, bu sefer padişahla birlikte hareket eder. Binlerce medrese öğrencisi yeniçerilere karşı silahlandırılır. Ulema ayrıca cami cemaatini yeniçerilere karşı dinsizlik suçlamasıyla ayaklandırır. Camilerde bu yönde vaazlar verilir. II.Mahmut dinsizlik gerekçesini kullanarak Müslüman halkı Peygamberin sancağı altında toplar.
Yeniçerilerin yok edilmesinde topçu kuvvetleri önemli rol oynadı. 1826’da orduda sayıları 7-8 bini bulan gelişmiş bir topçu kuvveti vardı ve bu kuvvetler yeniçerilere karşı kullanıldı. Top atışlarıyla binlerce yeniçeri öldürüldü, hayatta kalanlar sürgüne gönderildi ve malvarlıklarına el konuldu.
Yeniçeri Ocağının öldürülmek ve tutuklanmak anlamına gelen fermanla kaldırılması üzerine hudutlarda ve kalelerde bulunan yeniçeriler derhal dağlara çekildi, birçok kale ve bölge Rusların eline geçti..
Ancak merkezin hamlesi yeniçerilerle sınırlı değildi. Yeniçeri ocağının dayandığı Bektaşi tarikatının da sapkınlık iddiasıyla tasfiyesi fırsatı doğmuştu. Şeyhülislam Tahir Efendi’den alınan fetvayla Bektaşi tekkeleri kapatıldı, bazıları camiye çevrildi. Yüzlerce baba ve derviş öldürüldü ya da sürgüne gönderildi, mallarına el konuldu. Tekkelerden bazıları da Sünni Nakşibendi tarikatına verildi.
Resmi açıklamalarda tarikata karşı yürütülen kıyımın nedeni “sapkınlık”, ”ahlaki bozukluk”, ”isyana teşvik” olarak gösterildi. Yalnızca Hacı Bektaş Dergahı açık bırakıldı ancak onun da başına bir Nakşibendi şeyhi getirildi. Geride kalan Bektaşi halkı da ehl-i sünnet yapılmaya çalışılacaktı.
Böylece devlet yüzyıllardır işbirliği yaptığı heterodoks geleneği tasfiye etmiş oluyordu. Devletin merkezinde oluşan Ortodoks Sünni güç, Bektaşi tarikatı üzerinde şemsiye görevi yapan Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken, arkasındaki heterodoks sayılan örgütlenme ve yorumu da ortadan kaldırıyordu.
Ancak burada yapılan önemli bir tespit Yeniçeri-Bektaşi ilişkisinde yaşanan paradokstur. Yeniçeri bir taraftan Alevi kıyımları dahil Osmanlı’nın diğer toplumlara boyun eğdirilmesinde temel bir işlev görürken, diğer taraftan Alevi geleneğindeki direniş kültürünü zayıflatacak derecede barışçıl ve pasifist bir felsefeye sahip Bektaşi tekkelerine bağlıydı.
Özellikle Yeniçerinin Alevi katliamlarında oynadığı rol düşünüldüğünde durum daha çelişkili bir hal almakta. Kuşkusuz burada bir ilkesizlik bulunduğu açık. Bektaşi önderleri iktidarda kalma olanağı buldukları sürece başka halklar ve inançlar aleyhine iktidarın yozlaştırıcı etkisine girmiş oluyorlardı.
O kadar ki bu yozlaşma Alevilerin mağduriyetlerine göz yumulmasına da neden oldu. Bu paradoksun bugüne kadar uzandığı ise açık. Alevilerin mağduriyeti üzerinden merkezdeki güçle rant ya da pozisyon karşılığı ilişki içinde olma hali bugüne kadar gelmekte.
İrene Melikof’un tespitiyle ilk Osmanlı Sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmakla kolonizatör Bektaşi Tarikatı dervişleri görevlendirilmişti. Bektaşiler, Osmanlının kolonizasyon politikasının uygulanmasında Ortodoks olmayan anlayışlarıyla Hıristiyanların İslamlaştırılmasında kolaylaştırıcı bir işlev gördüler.
Bektaşilerin iktidarla işbirliği sonucu Aleviliğe yabancılaşmış olmaları tespitiyle birlikte yapılan diğer bir tespit de Safevi Devletindeki Türkmen Aleviliğinin yaşadığı yabancılaşmadır.
Eşitsizliğe ve despotizme dayanan devletin ağırlığı altında ezilen Alevilik tıpkı Sünnilik gibi katı İslam anlayışının bir başka versiyonu olan İran Şiiliğine dönüşme tehlikesi altında.
YARARLANILAN KAYNAKLAR :
Bedri Noyan- “Bektaşilik ve Alevilik” Doğuş Yayınları, Ankara, 1987
Fuat Köprülü- “Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu”, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004
Gülağ Öz- “Yeniçerilik ve Bektaşilik”, Barış Platin Yayınları, Ankara, 2000
Hüseyin Özcan– “Alevilik Bektaşilik” Akademik Eksen Yayınları, İstanbul, 2013
İsmail Hakkı Uzunçarşılı- “Kapıkulu Ocakları-1”, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 2000 “Kapıkulu Ocakları-2” Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000
İrene Melikoff- “Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe”, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 1999-
İsmet Zeki Eyüpoğlu- “Bütün Yönleriyle Bektaşilik”, Derin Yayınları, İstanbul, 2010
Mehmet Eröz- “Türkiye’de Alevilik, Bektaşilik”, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara ,1990
Recep Tiryaki- “Alevilik Bektaşilik”, Şah-ı Merdan Yayınları, İstanbul, 2013-
Reha Çamuroğlu- “Son Yeniçeri”, Everest Yayınları, İstanbul 2000
“Yeniçerinin Bektaşiliği ve Vaka-i Şerriye” İstanbul, 2006
18-19. yüzyıl katliamlar zinciri
18. yüzyılda Osmanlı vezirlerinden Bekir Paşa Afyon’un Kızılbaş Emre köyündeki Alevileri tekkeye doldurarak yakıyor, 18. yüzyıl sonlarında Gürcü kökenli kör Yusuf Ziyaeddin Paşa, Kürt-Alevi yoğunluklu bölgelerden Keban bölgesindeki Kürt-Alevi aşiretlerini yok ediyordu.
Bu aşiretler, Kızılbaş/Rafızi Kürt kimliklerine vurgu yapılarak, sapkınlık, dinsizlik, İslam’ı inkar etmek ve zina yapmakla suçlanırlar. Bu suçlamalar daha önceki katliamlarda kullanılan fetvaları hatırlatmakta. Dersim’den Maraş’a kadar uzanan dağlık bölgelerde yaşayan Kürt-Alevi aşiretlerin tedip ve tenkilinde kullanılan yöntem tipik Osmanlı yöntemidir. Yakalananlar öldürülür, evler ateşe verilir.
19. yüzyıl ortalarına doğru ( 1837-39 ) Malatya Akçadağ’da Çerkez kökenli Hafız Paşa Alevi Kürtleri öldürür. Tehcire tabi tutulan kadınlar ve çocuklar yollarda açlıktan ve hastalıktan ölür. Bu aşamada, olayların doğrudan tanıklığını yapanlardan biri Alman feldmareşal Helmuth von Moltke diğeriyse Fransız gezgin yazar Baptistin Poujoulat’ dır.
Poujoulat, İçtoroslar’da yer alan Malatya ve çevresindeki Kızılbaş katliamı sırasında gördüklerini insani bir duyarlılıkla anlatır.
“Arga’dan (Akçadağ) elli adım ötedeki Laca Dağının eteğinde dört bin kişilik bir (Kızılbaş) Kürt kabilesi ve çeşitli yaşlarda Kürt kadınları vardı. Çadır yapacak bir parça kumaşları yoktu ve yakıcı güneşin altındaydılar. Güneş ışınlarından yüzlerini tozla gizliyorlardı. Çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar, çıplak ve çullar içindeydiler. Yüzlerinde acı bir umutsuzluk vardı, göğüslerinden ağır iniltiler yükseliyordu; kadınların ağlamaları ve ağıtları, çocukların çığlıkları yürek paralayıcıydı. Bu dört bin (Kızılbaş) Kürt, acı durumlarıyla bana cehennem azabını hatırlatıyordu. Bu insanlar burada altı gün kaldılar, sadece çok az olan ekmekten yediler ve yakındaki bir çaydan su içtiler. İlk üç gün içinde 20 süt bebeği öldü. Bazı annelerin sütü bile yoktu. Üzgün analar ölen çocuklarını bırakmadılar. Öldüklerine inanmayarak, hissiz elleriyle çocuklarını kucakladılar.”
“Esir Kürtler, Hafız Paşa’nın, kendilerinin Malatya veya İmparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesiyle ilgili emrini bekliyorlardı. Kürtler’in bir bölümü, onun Paşalık bölgesine yerleştirilmişti. Pek çok Kürt yolda açlıktan ve yorgunluktan öldü, geriye kalanları da köle yaşamı bekliyordu. Her yerde yıkılmış ve dağılmış köyler, ekilmemiş tarlalar görülüyordu. Yanmış –yakılmış ekin sapları, Kürdistan’daki büyük açlığı göstermektedir. Ovalar, kendilerini katliamdan koruyamamış Kürt ölüleriyle doludur.“
Poujoulat, bölgedeki Kızılbaş Kürtler’in ve onların yöneticilerinin, bütün işkencelere kahramanca karşı koyduklarını ve Osmanlı safında savaşan Kürt önderlerine nefretle yaklaştıklarını da vurgular.
19. yüzyıl sonlarına doğru (1896-98 ) gerçekleşen bir katliam da yine Akçadağ Kürecik’e bağlı Dümüklü köyünde gerçekleşir. Akçadağ’ın Kürne- Kürecik Aşiretleri, yüzyıllardan beri iç ayaklanmalar gerekçe gösterilerek baskına uğrarlar. Evleri yağmalanır, erkekleri öldürülür.
II. Abdülhamit döneminde Sünnileştirme politikalarına hız veriliyor, tek tip Kuran’lar, ilmihaller bastırılıp dağıtılıyordu.. Sünni Kürtler II. Abdülhamit’i ‘Bavé Kurda’ (Kürtlerin Babası) diyecek kadar sempati duyarken, Kızılbaş Kürtler için Abdülhamit olumsuz bir figürdü.
29 Aralık 1895 tarihinde merkezle yapılan yazışmada; Akçadağ bölgesindeki Kirmani, Kadiruşağı ve Hançerli köylerinin ahalisinin Alevi oldukları, içlerinde Ermeniler olduğu halde padişahın rızası dışında işler yaptıkları, tahsilata giden zaptiyeyi darp edip giysilerini ve eşyalarını aldıkları, destek olarak giden yüzbaşı ve süvarileri de kama, balta ve kılıç gibi kesici delici aletlerle karşı koydukları için yöreye yeteri kadar askeri birlik gönderilmesi ve yapılacakların Akçadağ kaymakamına ve çiftlik mudi sorumlusuna bildirilmesi belirtilir.
3 Nisan 1896 tarihinde Akçadağ Kazasının Kürt ahalisinin ıslahı için, asker sevkinin zorunluluğuna dair saraya bir yazı gönderilerek asker istenir. Bu yazıda şu düşünceler belirtilir. “Malatya sancağına bağlı Akçadağ kazası halkının Sünni olmayıp Alevidirler. Dört binden fazla silahlı adamları vardır. Zorunlu görevlerini (askerlik ve vergi vermedikleri) yapmaktan kaçındıkları, üç yüz altı senesinde üzerlerine yeterli asker gönderildiği halde, bunların azgınlıklarını arttırıp açıktan açığa isyanları önlenememiştir.”
İmparatorluk merkezi, Kürecik’te etkinliğini arttırırken, getirdiği ağır vergi yükü ve idari olarak yerleşimi bölmesi halkın Osmanlıya karşı direnmesini arttırdı. Osmanlı, köylerden topladığı bazı kişileri çeşitli medreselerde dini konularda da eğiterek hem onlara Sünniliğin bazı ilkelerini öğretip asimile ediyor hem de devletin köylerdeki gözü kulağı olma görevini (muhbiri sadık) yerine getirmelerini bekliyordu.
Devlete, ağa ve beylere güvenleri kalmayan bölge halkı doğaüstü bir kurtarıcıdan medet ummaya başlar. Adaleti sağlayacak olan bu kurtarıcı zalim güçlülerin hakkından gelmelidir. Dümüklü Olayı böyle bir ortamda gelişir.
Kangal’ın Mescid köyüne yerleşmiş bulunan bazı pirler Alevilere “Hakikatçi Alevilik” olarak nitelenen bir akımı benimsetirler. Mazdeizim’in devamı olarak nitelenebilecek bu Alevilik akımında toplumsal mülkiyet ve kadın-erkek eşitliği savunulmaktadır.
Bu nedenle de söz konusu akım Batılı misyonerlerin de dikkatini çeker. Bu durum Osmanlı yönetimini rahatsız eder. Hatta gizli bir raporda Dersim, Akçadağ, Erguvan ve Hekimhan’da bulunan Alevilerin Protestanlığa eğilimli oldukları belirtilir.
Bu akıma öncülük eden Şıh Süleyman ve Seyyid Veyis gibi hakikatçi pirler zaman zaman tutuklanır daha sonra Sarız yöresine sürgün edilirler. Bu akım özellikle Sivas-Kangal’dan başlayarak Malatya-Akçadağ, Maraş-Elbistan, Afşin ve Kayseri-Sarız yörelerinde önemli bir kitle kazanır.
Dümüklü Ali Baba da bu ekolden gelen bir Alevi piridir. Şeyh Ali, tarikatların ve tasavvufun kurallarını örnek alır. Kendi aralarında işbölümü yaparlar. Mazdeikçi Komünizm denebilecek bir düşünceyi uygulamaya koyarlar.
Alevilikteki Mehdinin bir gün mazlumları kurtarmak üzere ortaya çıkacağı inancı Şeyh Ali’de somutlaşır. Ancak bu gelişmeler çevre köylerdeki Sünni inanç sahipleri tarafından Osmanlı yönetimine ihbar edilir. Bu ihbarlardan haberdar olan ve devlet tarafından bir saldırı bekleyen Dümüklü Hakikatçi Alevileri çok ilginç bir şekilde tahta kılıç ve gürzler hazırlarlar.
Alevi inancında insan tanrısal gücün bir yansımasıdır. Tanrısal öz taşıyan insanın öldürülmesi Tanrıya karşı işlenmiş bir suç olarak değerlendirilir. Onun için erenin kılıcı tahtadandır ve batın kılıcı olarak ifade edilir. Tahta kılıcın gücü onu taşıyanın manevi gücüyle bağlantılıdır.
Çatışma önce Sünni köylülerle Aleviler arasında başlar. Taraflar arasında tüfek ,sopa ve tahta kılıçlarla yapılan bir çatışma yaşanır. Bazı evler yağmalanır ve yakılır. Daha sonra 500 kadar asker köylülerle birlikte Dümüklü köyüne baskın yapar. Evler sarılır.
Aleviler “Ya Ali yetiş” diye bağırarak teslim olmak istemezler. Askerler evleri kurşun yağmuruna tutunca takma adlarını söyleyerek ve tahta kılıçlarını sallayarak dışarı fırlarlar. Çıkanlar vurulur, evler yağmalanır ve yakılır. Sağ kalanlar tutsak edilir, cesetler topluca gömülür. 118 Alevi hayatını kaybeder.
Şeyh Ali öldürülür ancak onun ölmediğine ,güvercin olup uçtuğuna inanılır. Bu olay resmi kayıtlara mukatele yani Sünnilerle Aleviler arasında karşılıklı öldürme şeklinde geçer. Böylece Sünni halk destekli gerçekleştirilen Alevi katliamı kapatılmış olur, sorumlular hakkında soruşturma yapılmaz.
YARARLANILAN KAYNAKLAR :
Ayşe Hür- “Kürtlerin Öteki Tarihi” Literatür – Yayınları, 2019,İstanbul
Erdal Açıksöz- “Amerikalıların Harput’taki Misyonerlik Faaliyetleri”,T TK Yayınlar, Ankara, 2003
Kürecikliler Dayanışma ve Kültür Derneği- “Dümüklü Ali Olayı” http:// www.kürecik.byehost7.com
Mamo Baran- “Koçgiri/ Güneybatı Dersim”, Tohum Yayınları, Ankara, 2002-
Mehmet Bayrak- “ Alevilik ve Kürtler”, Özge Yayınları, Ankara, 1997-
“İç Toroslar’da Alevi- Kürt Aşiretler” Özge Yayınları, Ankara, 2007-
“Kürdoloji Belgeleri”-2, Özge yay. Ank. 2004
Molla Demirel- “Akçadağ (Alacadağ) Kürecik İsyan, http://mollademirel.com>makaledeneme-
Naim Ürkmez- “1896-1898 Akçadağ Dümüklü Hadisesi” Atatürk Ün. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 2019, cilt,sayı 64, 337-354 Nedim Şahhüseyinoğlu- “Kürecik: Bir Direniş Öyküsü”, Sanat Yapım Yayıncılık, Ankara,1993
Devletin değişmeyen politikası
Cumhuriyet özellikle 1924’lerden itibaren İttihat ve Terakki ideolojisinin bir uzantısı olarak tekçi ideolojiyi egemen kılmaya başladı. Tek etnik kimlik, tek dil, tek din, tek mezhep ve tek kültür. İnkâr edilen bir yurttaş olmamak için Türklük içinde erimek ve bununla birlikte Sünni-Hanefi olmak gerekiyordu. Türk olmak asıl unsur, Sünni olmak ise bu unsurun tamamlayıcısı oluyordu.
Bir yanıyla din, vicdan ve ibadet özgürlüğünün güvenceye alınmasını diğer taraftan devlet-din ilişkilerinin birbirinden ayrılmasını ve devletin tüm inançlara eşit mesafede durmasını ifade eden laiklik bu ilkeye tamamen aykırı bir şekilde otoriter bir anlayış içinde takdim edilip, uygulanıyordu. Bu ideolojik kabul karşısında Kürtlerin ve Alevilerin zor bir döneme girecekleri, asimilasyon politikalarına tabi tutulacakları anlaşılıyordu.
Aleviler, İmparatorluk döneminde, kanlarının dökülmesini meşrulaştıran fetvalar doğrultusunda uğradıkları katliamlar nedeniyle bir umut olarak Cumhuriyete sahip çıkma noktasına gelmişlerdi.
Rejimin devrimlerle geçmişi koparmasının yarattığı yanılsama ve kurgulanan laiklik anlayışı Alevilere geçmiş acı deneyimleri nedeniyle bir kurtarıcı formül gibi gözüktü. Hatta bu durum Türk Alevilerin Kürtlerin durumlarını anlayamamalarına ve Türkleştirme politikalarına alet olmalarına neden oldu.
Oysa amaçlanan Alevilerin kendi felsefelerine özgü bir inanç sistemini özgürce yaşamaları ve geleneklerini devam ettirmeleri olmayıp, başat ve denetim altında tutulan İslam anlayışı içinde yer alıp, değişmeleri yani asimile olmalarıydı. Aslında bu anlamda Cumhuriyetin politikasının Osmanlı politikalarından bir farkı yoktu. Üstelik Cumhuriyet, bu tekçi ve asimilasyoncu anlayışı kanun ve kurumlarla tahkim etmeyi bilecekti.
Nitekim Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeler, türbeler kapatılıyor, dinsel, geleneksel şeyh, seyit, derviş, dede gibi unvanlar ve bunların kullanılması ile birlikte falcılık ve üfürükçülük faaliyetleri yasaklanıyordu.
Tekke ve zaviyelerin kapatılması, dinsel unvanların yasaklanması Alevileri doğrudan etkiledi. Oysa Aleviler Cumhuriyetin ilanını ve halifeliğin kaldırılmasını sevinç ve umutla karşılamışlardı. Mustafa Kemal, Milli Mücadele yıllarında Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı’nı ziyaret etmiş, Alevi önderleriyle görüşmüş, onların desteğini almıştı.
Sünni Müslümanlar camilerde ibadetlerini yapabileceklerdi. Lozan antlaşması gereğince azınlık statüsünde kabul edildikleri için gayrimüslim yurttaşların da ibadet mekanlarına dokunulmamıştı.
Ancak 1925 tarihli kanunla Alevilerin pirleri, dedeleri yasaklanmış, tekkeleri ve Alevi dergahlarının en eski ve önemlisi olan Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı kapatılmıştı. Dergah, Alevilerin tüm taleplerine rağmen geri verilmeyerek, 1964 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı müze haline getirildi.
Söz konusu kanun Aleviliği yasaklıyordu. Çünkü Alevilerin inanç ve ibadetlerini yaşayacağı mekanlar ve inanç önderleri yasaklanmıştı. Alevilere tek yol kalıyordu, inançlarından vazgeçerek camilere gitmek.
Rejimin medenileşmekten anladığı şey, tek tipleştirmek ve asimile etmekti. Bu kanun 1982 Anayasası’nın 174. maddesinde anayasal teminat altında varlığını sürdürmekte. Bu maddeye göre söz konusu kanunun Anayasaya aykırı olduğunu anlamaya ve yorumlamaya imkan bulunmuyor.
Kuşkusuz rejimin tekçi ideolojisi ve dayattığı kimlik karşısında hem Kürt hem Alevi olmak hedef haline gelmek ve daha çok şiddet görmek demekti. Milli Mücadele dönemi olan 1921’de Sivas’ın İmralı ilçesinde bir Kürt Alevi bölgesi olan Koçgiri’de gerçekleştirilen katliam Dersim katliamından 17 yıl önce gerçekleştiriliyordu.
1937-38’de Dersim’de yaşanan yine Kürt Alevilere yönelik bir katliamdı. Kürt Aleviler için Dersim katliamı bir kırılma noktasıdır. Katliamla birlikte Kürt Aleviler tehcir edilerek şiddetli bir asimilasyona uğratıldılar. Bu konulara “Kürtler” başlıklı yazı dizisinde daha ayrıntılı yer vermiştim.
Cami, imam, Diyanet İşleri Başkanlığı, oruç ve dini bayram ritüelleri arasında sıkışmış ve kendi inancını yaşayamaz ve üretemez hale gelmiş Alevilerin hayatı zorlaşmış, manevi baskı ve şiddet yoluyla asimilasyon kaderleri olmuştu.
İmparatorluk döneminde katliama uğratılan Aleviler tek partili rejim döneminde olduğu gibi çok partili rejime geçildikten sonra da katliama uğratıldılar.
1960’lı yılların başında Adalet Partisi, Aleviliği inkar eden bir politika izliyor, zamanın Diyanet İşleri Başkanı, “Alevilik ölmüştür.” diye beyanat veriyordu. İktidar partisi, Muğla-Ortaca’da Alevi olan Fevziye köyüne yakın olan bir bölgeyi Sünnilere ve onların ağasına veriyordu.
1966 yılında Diyanet İşleri Başkanı İbrahim Elmalı, Alevileri hedef alan açıklamalarına devam ederken bölgede Alevilere yönelik baskılar artıyordu. Muğla’nın Ortaca yöresindeki Sünniler, din kisvesi adı altında, “Aleviler camilerimizi yıkıyorlar” yalanıyla “yeşil bayrak” açarak 16 Sünni köy halkını birleştirdiler.
Amaç, bölgede bulunan Alevi Türkmenleri göç etmeye zorlamak ve bölgeye tamamen sahip olmaktı. ‘Bu topraklar bizimdir, Tahtacılar dağlarınıza gidin’, ‘Bir Tahtacı öldüren cennetliktir’, ‘Alevilerin namusu olmaz’ sloganlarıyla 5 Haziran 1966 tarihinde Ortaca’ya doğru yola çıkan yaklaşık bin silahlı insan, ilk önce bir sinemayı bastılar ve iki kadına tecavüz ettiler.
Ortaca’nın ilk Alevi belediye başkanı Ziya Çavuş makamında grupça yakalandı; zorla saç ve sakalı kesildi, bir belge imzalattırılarak makamından azledildi ve yerine saldırganlarca Sünni bir kişi atandı. Hiçbir güvenlik görevlisi müdahalede bulunmadı.
Bu baskını beklemeyen Alevi Türkmenler, şaşkındı ve kaçmaya çalıştılar. 12 Haziran’da odun toplamaya çıkan Alevi aileye dört kişi saldırdı, erkeği ağaca bağlayıp eşine tecavüz ettiler. Ertesi gün olayı öğrenen Aleviler ağanın köyünü bastılar, çatışmada bir Sünni öldü.
Çatışmalar ve Alevilere karşı uygulanan baskı artarak devam etti. Dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Süleyman Demirel, İçişleri Bakanı Faruk Sükan ve Muğla Valisi Hasan Basa, mezhepçi saldırılara müdahale etmediler; olayın üstünü örttüler.
1967 yılı Haziran ayında Ehlibeyt Yolu gazetesi öncülüğünde Elbistan’da “Ehlibeyt Gecesi” düzenlenir. şık Mahsuni Şerif, Kul Ahmet gibi halk ozanlarının katıldığı gecede bir grup ayağa kalkarak İstiklal Marşı’nı okuyup aleyhte slogan atmaya başlar. Geceye katılanlar linç edilmek istenir.
Ertesi gün de Elbistan’da Alevilere karşı sürek avı başlar. Olaydan habersiz Alevi köylüleri, gittikleri pazar yerinde, akşamdan örgütlenen ve “Allahu ekber, Alevilere ölüm!” diyen sağcı Sünni bir grubun saldırısına uğrarlar. Çok sayıda insan yaralanır.
17 Nisan 1978’de dönemin Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’na yapılan suikastı gerekçe gösteren gruplar Bilim ve Kültür Derneği adlı kuruluş adı altında Malatya’da “Milletim Uyan” başlıklı bir bildiri dağıtırlar. Tarihte yaşanan diğer katliamlar gibi zemin hazırlanır, gerginlik arttırılır, Alevilerin bulunduğu evler işaretlenir.
18 Nisan günü, Malatya’da saldırı başladığı saatlerde Belediye hoparlöründen Kur’an okumaya başlanır. Kuran’ın okunmasından sonra “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor.” anonslarıyla saldırılar yaygınlaştırılır.
Üç gün aralıksız süren katliamda 8 kişi ölür, 20’si ağır olmak üzere yüz kişi yaralanır, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilir. Devletin Malatya’daki temsilcileri ise olaylara seyirci kalır.
19-26 Aralık 1978’de Maraş’ta ülkücülerin öncülüğünde gerçekleştirilen katliamda 150 Alevi öldürülür, yüzlerce insan yaralanır.
Yine 29 Mayıs 1980’de Çorum’da ülkücülerin öncülüğünde Alevilerin yaşadığı Milönü mahallesine yapılan saldırıda 57 Alevi öldürülür, çok sayıda insan yaralanır. Bu iki katliam 12 Eylül 1980 askeri darbesinin önemli gerekçelerinden olur. Katliamlar askeri darbenin zeminini sağlama yönünde istihbarat destekli derin devlet tarafından kışkırtılır.
2 Temmuz 1993’te Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli, radikal İslamcı bir grup tarafından yakılır ve çoğunluğu Alevi 33 yazar, ozan, düşünür ile 2 otel çalışanı yanarak ya da dumandan boğularak ölür.
Etnik kimliği ne olursa olsun Aleviler için Cumhuriyet’in 98 yıllık bilançosu ağır bir tablo ortaya çıkarmakta.
Ayrı bir inanç sistemi mi?
Senkretik (bağdaştırıcı) bir inanç sistematiği içinde yer alan Alevilik İslam’ın dışında gözükmekte. Alevilik, özellikle resmileşmiş ve siyasetin aracı olarak kullanılmış Sünni inancıyla da örtüşmemekte.
Bu nedenle Aleviliğin İslamiyet’ten sapma (heterodoks) olarak nitelendirilmesi ve İslam’ın içinden, onun özü ya da bir yorumu olduğu iddiası gerçeği yansıtmamakta. Şeyh Bedrettin ve İbn-i Arabi Alevi olmamakla birlikte katı Sünni gelenekten koparak Alevi teolojisinin sistematik hale getirilmesinde önemli roller oynadılar.
Müslümanların Ali’si savaş, kadın, namaz, oruç, ahret inancı, kâfir, haram, helal anlayışıyla bir bütün olarak katı bir örnektir. Ali’nin öldürülmesinden sonra başlayan Şia-Sünni ayrışması aslında iki şeriatçı kesimin ayrışması olarak gözükmekte. Ali’nin izini takip edenler Şii Ortodoksluğunu oluşturdular.
Alevilik ise Şiilikten farklılık göstermekte. Anadolu Aleviliğinin Ali’ye yüklediği anlam Bâtıni felsefesiyle ayrı bir senteze ulaşmış durumda. Ali, 12 imam ve Kerbela bir kült olarak temel bir Alevi değeri olmakla birlikte semboliktir.
Musevilikte ve Müslümanlıkta Tanrı mutlak, cezalandırıcı ve müdahalecidir. Hıristiyanlıkta ise üçleme (teslis) vardır ve Tanrı dünyevi düzene daha az müdahildir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olmak üzere Tanrının üç ayrı görünümü vardır ancak bu üçlemeden bir tek çıkar. İsa insandır ama aynı zamanda Tanrıdır.
Nitekim Doğu Kiliseleri (Ermeni, Süryani) bunu vahdet-i vücut düşüncesiyle bağdaştırır. Alevilikte “Hak, Muhammet, Ali” üçlemesinde Ali’nin kozmik ve aşkın bir anlamı vardır.
Bâtıni toplulukların Ali ile tanışmasından önce Tanrı-insan birliği yani Enel Hak anlayışı Hallac-ı Mansur ile dillendirilmiştir. Bu felsefenin temeli olan panteizm evrenin tek ruhu olan Tanrının fizik ve metafizik tüm varlıkları kapsadığını ve onların her zerresinde var olduğunu kabul eder. Yani her şey tanrıdır.
Bu inanç ilk olarak MÖ 5000’den itibaren Hinduizm’de görülür. Hinduizm’in bu düşüncesi Budizm’de de kendini gösterir. Enel hak anlayışı Hinduizm’in bu felsefesinden etkilenmiştir.
Ayrıca bu felsefe Batı’da da Antik Yunan’daki Yeni Platonculuk felsefesinde monofizizim-varlık birliği anlayışında yerini bulmuştur. Buna göre “evren varlığın maddelenmesi, insan ise konuşmasıdır” Yani her şey Tanrıdır, Tanrının değişik biçimlerde belirmesidir. Bu anlayışta yaratma değil, belirme vardır.
Tanrı evrendir ve ot, böcek yıldız, insan olarak görünür. Yaratan, yaratılan yoktur, sadece tanrısal bir var oluş süreci vardır. Mansur, enel-hak derken kendini Tanrılaştırmamakta, kendini Tanrıda yok etmektedir.
Bu nedenle Bâtıni düşünce, Musevi, Hıristiyan, Sünni, Şii her türlü ortodoksiden temel bir ayrımla Tanrıyla daha özgün ve daha özgür bir ilişki kurar. İşte bu düşünce, XV. Yüzyıldan başlayarak Ali’nin Anadolu Aleviliğine girmesiyle Ali’nin tanrısal özdeşliği olarak ortaya çıkacaktır.
İrene Melikoff, Ali’den başka Tanrı bilmem diyen Alevinin Ali’si ile gerçek Ali arasında dağlar kadar fark olduğunu belirtir. Alevilik İslam’ın bir mezhebi ya da tarikatı olmadığı gibi, Şiilikle de karıştırılmamalıdır.
Kul Himmet aşağıdaki deyişte Ali’nin nasıl algılandığını anlatır: “Bir ismi Ali’dir bir ismi Allah-İnkarım yoktur hem vallah hem billah- Muhammet Ali yoluna Allah eyvallah- Ben Ali’den gayrı er görmedim.” Virani ‘nin deyişinde vahdet-i vücut Ali’de cisimleşir: “Ali İncil, Ali Tevrat-Ali Zebur, Ali Kuran Ali Fazlü Rahman-Ali’dir sümme vechullah”
Aleviliği Sünni ve Şii inançlardan ayıran bir diğer önemli husus kâfir/mümin ayrımı üzerinden şekillenen egemenlik hiyerarşilerini, savaşları ve bu savaşların kutsanıp meşrulaştırılmasını, başka inançlara ve milletlere düşmanlık ve ötekileştirme aşılayan her türlü anlayışı ret etmesidir.
“72 millet birdir bize” eşitlik ve empati anlayışı içinde barışçı bir söyleme dönüşmekte. Yunus Emre tam da bu felsefenin özüne uygun olarak “Sen sana ne sanırsan/ Ayruğa da onu san” demekte.
Yunus tam bu noktadan evrensel barış için seslenir. ”Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz ve barış için nasıl bir dil kullanılması gerektiğini şöyle belirtir. ”Söz ola kese savaşı/ Söz ola bitire başı/ Söz ola ağılı aşı/ Bal ile yağ ede bir söz…”
Alevilik, inançların asimile edilmesini, savaş ve fetih yoluyla din dayatmasında bulunulmasını, boyun eğdirip haraç alınmasını kabul etmezken, kızıl börkün yanında tahta kılıç kuşanmayı sembol olarak kullanmıştır. Hükümranların zulmüne karşı çelik kılıcını kullanırken, kalıcı barış anlamında gücün çelik kılıcına karşı tahta kılıcı koymuştur.
Ancak Alevilik zulme karşı direniş hakkından vazgeçmemiştir. Haksızlığa, adaletsizliğe ve eşitsizliğe, zulme direniş bir kabul ve uygulamadır. Yunus yoksulların ezilmişliğini “Geçti beyler mürüvveti/ Binmişler birer ata/ Yediği yoksul eti/ İçtiği kan olmuştur” dizeleriyle ifade ederken; Dadaloğlu direnişi şöyle ifade eder: “Belimizde kılıcımız kirmani/ Taşı deler mızrağımız temreni/ Hakkımızda devlet etmiş fermanı/ Ferman padişahın dağlar bizimdir”
Aleviliği Kuran’ın içinden yorumlayıp anlatmak mümkün olmadığı gibi, Ortodoks Şii inancı üzerinden konumlandırmak ta doğru değildir. Alevilik, Şiilerle bazı kavramsal sembolleri paylaşsa da bunlara yükledikleri anlamlar farklı olup, Allah kavramına, siyaset-inanç-toplum ilişkilerine yönelik yaklaşımları birbiriyle örtüşmemekte. Sünnilik ve Şiilik bu bakımlardan birbirlerine daha yakın durmakta.
Kuşkusuz her inanç alanında olduğu gibi Aleviler içinde de ayrışmalar bulunmakta.1990’lı yılların başından itibaren Aleviler arasında alternatif görüşler ortaya çıkmaya başladı. 2004 yılında Aleviliğin kökenini Hititler’den önce Anadolu’da yaşamış olan Luviler’e dayandıran görüş Işık-Alevi hareketini başlatmış oldu. (Erdoğan Çınar- “Aleviliğin Gizli Tarihi” )
Işık-Alevî hareketi “Alevî” teriminin Luvi sözcüğünün Hitit dilinde “Işık İnsanları” anlamına geldiğini öne sürmekte. Bazı Osmanlı kaynaklarında belirli bölgelerde yaşayan bir kısım Alevîler için “Işık Taifesi” denmesi, Işık-Alevîlerine göre, Luviler ile Aleviler arasındaki bağı göstermekte.
Işık-Alevi düşüncesi, çoğu heterodoks grupların da baskının birer ürünü olarak ortaya çıktıklarını savunmakta. Günümüz Anadolu Alevilerinin tümünün de Osmanlı baskısından kurtulabilmek için İslami bir kılıfa bürünmeye mecbur kalan takiyeci gruplar olduklarını iddia etmekte.
Işıkçılar kendilerini ezoterikçi olarak görürken, Alevîliğin de ezoterizmin ta kendisi olduğunu savunmakta, kendilerini tarihteki bütün ezoterik inançlarla özdeşleştirmekteler.
Işıkçı-gelenekçi ayrışması Alevi camiasında derin bir fikir ayrılığına yol açmış durumda. Işık hareketi önemli ve güçlü Alevi kurumları arasında çok etkili olmayı başarmış, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, 2006 yılında geleneksel Alevilik anlayışını Işık-Alevi düşüncesine uygun bir anlayışla değiştirmiş durumda.
Alevilik İslam’ın içinden çıkıp gelmiş değildir. Bu nedenle Alevilik etkilendiği ve içine kattığı İslami sembol ve kavramlar da dahil tüm inanç sistemlerinin bağdaştırıcı sentezi içinden yani iç bütünlüğü üzerinden tanımlanabilir.
Kuşkusuz baskıcı tarihsel asimilasyon politikaları sonucu, ibadet kurallarına uymasa da kendini İslam’ın içinden tanımlayan Aleviler bulunmakta. Ancak bunu Alevilikten sapma olarak görmek daha doğru olur.
Kuşkusuz Aleviler kendilerini istedikleri gibi tanımlama hakkına sahipler. Demokratik-laik bir hukuk devletinde Alevileri tanımlama, ibadet yerlerini belirleme, zorunlu din dersine tabi tutma politikaları kabul edilemez.
AKP iktidarı, yeni bir Alevi açılımı adı altında Diyanet İşleri Başkanlığı benzeri bir “ Alevi cemaati başkanlığı” kurmayı ve dedelere maaş bağlamayı düşünmekte. Bu teşebbüsün kadim devlet geleneği doğrultusunda Sünni Müslümanlara yapıldığı gibi Alevileri tek tipleştirerek inançlarını devlet denetimine alma hamlesi olduğu açık. Alevilerin memur olmaya değil hak ve özgürlüklerinin hukukça güvenceye alınmasına ihtiyaçları var.
YARARLANILAN KAYNAKLAR :
Anton J.Dierl: “Anadolu Aleviliği”, Ant Yayınları, İstanbul, 1991
Cafer Solgun: “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı”, Hayy kitap, İstanbul, 2008
Claude Cahen: “Türkler Nasıl Müslüman Oldular”, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2007
Erdoğan Aydın. “Kimlik Mücadelesinde Alevilik”, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2011
Esat Korkmaz: “Anadolu Aleviliği” Berfin Yayınları, İstanbul, 2008
Faik Bulut: “Ali’siz Alevilik”, Berfin Yayınları, İstanbul, 2007
Gülağ Öz: “On İki İmam ve Kerbela” Kültür Ajans Tanıtım Organizasyon, Ankara, 2013
İrene Melikoff: “Uyur İdik Uyardılar”, Cem Yayınevi, İstanbul, 1993
Nejat Birdoğan: “Anadolu’nun Gizli Kültürü-Alevilik” Kaynak Yayınları, İstanbul, 2003
“Anadolu Aleviliğinde Yol Ayrımı” Mozaik Yayınları, İstanbul, 1995
Başat kimliğin yarattığı çıkmaz
Kimliklerin kuşatması altında olduğumuz açık. Etnik kimlikler, dinsel-mezhepsel kimlikler, sınıfsal kimlikler, cinsel kimlikler…
Bize dayatılan kimliklerden başat olanının içinde doğmuşsak övünerek ve diğer kimlikleri “öteki”leştirerek , azınlık oluşturan kimlikler içinde doğmuşsak ya asimilasyona razı olarak ya da direnerek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya yaşıyoruz.
William E. Connolly, bu konuda şu saptamaları yapmakta: “Her kimlik bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da kötü, anormal veya akıl dışı, özetle “öteki” tanımlaması üzerine kurulur. Öteki sırf varlığıyla bile kimliğin kesinliğini, doğruluğunu , normalliğini, akılcılığını kuşkulu kılar. Bu yüzden de öteki tarih boyunca hep “doğru” kimliği benimsemeye davet edilmiş, olmuyorsa üzerinde baskı kurulup susturulmuş; fethedilmiş o da olmuyorsa yok edilmiştir.”
Yine Connolly demokratik kimlik siyasetinin ne anlama geldiğini de şöyle açıklamakta : “Demokratik bir kimlik siyaseti, aşkın gerçeğe sahip olduğunu iddia eden bir komuta etiğine karşıdır. Kendisinin ve dünyanın belirsizliğinin farkında olan, tartışmaya açık, bu yüzden de kendisine belli bir mesafe ve ironiyle bakan, ötekine özen gösteren ve yaşamın zenginliğine saygı duyan bir etiğe dayanır.”
Bu bağlamda Alevi sorunu; Alevilerin inanç kaynaklı kimliklerini yaşayamamalarıyla birlikte, Sünnileştirmeye yönelik sistematik bir asimilasyona tabi tutulmaları sonucu uğradıkları bir dışlanma, ötekileştirilme ve baskı altında tutulma sorunudur.
Alevilerin tarihsel olarak adalet ve özgürlük bilincini temsil etmeleri, sınıfsal, kültürel eşitliği ve ezilenleri savunmaları nedeniyle sol ile buluşma noktaları bulunmakta. Ancak sol düşüncenin, Alevi sorununun kimlik ve inanç olarak ne anlama geldiğini, tarihsel ve felsefi çizgisini ve buna bağlı hak taleplerini kavrayamaması nedeniyle yetersiz kaldığı, Alevileri de sola yabancılaştırdığı görülmekte.
Sünni İslam’ın merkezden dayatıldığı İmparatorluk döneminde hayatları her an tehlikede olan Alevilerin Cumhuriyetin modernleştirme projesi ve sorunlu da olsa laiklik ilkesinin ön plana çıkarılması kapsamında rejime sahip çıktıkları açık.
Ancak Cumhuriyet tekke ve zaviyeleri kapatıp, Sünniliğe hizmet edecek olan Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak Alevilerin asimilasyonu konusunda Osmanlı geleneğini sürdürdü. Kürtleri ve diğer etnik kimlikleri Türkleştirme, Alevileri ve diğer inanç gruplarını Sünnileştirme politikaları Cumhuriyetin demokrasiye evrilmesini engellemiş durumda.
Pierre Bourdieu ,insanların silah gücünden çok, onlarla ilgili yaratılan yanlış algılardan ve anlamalardan zarar gördüklerini ve bastırılıp engellendiklerini belirtir ve bunu “sembolik şiddet” olarak niteler.
Mevlüt Özben, Alevi toplum kesimlerine yönelik toplumsal ve kültürel ötekileştirmeyi “kirlilik” kavramı üzerinden anlatmakta ve Alevi toplum kesimlerinin de bir yanlış tanıma biçimi olarak “kirlilik” söylem ve iması üzerinden” sembolik bir şiddete maruz“ kaldıklarını belirtmekte.
Kirlilik nedeniyle oluşan leke de belirli bir topluluğu farklılaştırma ve ötekileştirme girişiminin esas kartını oluşturmakta. Farklılığın vurgulanması süreklilik gösterdiğinden onarımı da imkansız hale gelmekte. Bu nedenle Aleviler için, olduklarına inandıkları kişi olarak görülmelerini, var olmalarını, görünür olmalarını sağlayabilecek tek yol asimile olmaktan ya da asimile olmuş görünmekten geçmekte.
Aleviler bu kirlilik söylemine itiraz ettiklerinde veya direndiklerinde ise bu onların durumunu belirleyen söylemin haklılığının sürekli olarak canlı tutulmasını sağlamakta. Alevilerin durumunu ancak empati (ikileme: bilişsel-duygusal) ile fark edebiliriz. Yani onların neler hissettiğini anlayabilmemiz ve duygusal paylaşım içine girmemiz gerekir.
Diğer taraftan Alevilerin tarihi ortak paydalarını kaybetmeleri kendi aralarında ayrışmalara neden oldu. Bu ayrışmalar Aleviliğin sistemin içinden tanımlanması sonucunu doğurdu. Mesela Ehl-i Beyt Vakfı, Aleviliği İslam’ın normları içinden tanımlamakta.
Cem Vakfı ise, Alevi sermayesinin sistemle bütünleşme ihtiyacı karşısında Aleviliği devletin kırmızı çizgileri içinde sol karşıtı bir noktadan yeniden şekillendirmekte. Bu iki kesim arasında laiklik anlayışı bakımından farklılık olmakla birlikte Aleviliği İslam’ın içinde ve özünde kabul etmekte birleşmekteler.
Bu iki kesimin dışında kalan ve Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) üst kimliği altında bir araya gelen Hacı Bektaş-ı Veli ve Pir Sultan Abdal vakıf ve derneklerince temsil edilen Aleviler ise Aleviliğin tarihsel ve felsefi geleneğine uygun bir özgürleşme ve demokratikleşme yönelimi taşımaktalar. Bu kesim sol düşünceye yakın olmakla birlikte Alevi-sol birlikteliğinde çoklu, çoğulcu ve özgürlükçü temelde bir uyum sağlanamamış durumda.
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu ise , 2006 yılında geleneksel Alevilik anlayışını Işık-Alevi düşüncesine uygun bir anlayışla değiştirmiş durumda.
Alevi sorununun çözümü inanç ve kimliklerin demokrasi ve laiklik paydasında eşitliğinden geçmekte. Hacı Bektaş Dergahı müze olarak devletçe rehin tutulmakta. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin varlığı konusunda siyasi partilerin herhangi bir eleştirisi bulunmamakta.
İktidar partisi, Hz. Ali üzerinden İslam’ın kuralları içinde Aleviliği asimile etmeyi hedeflerken, ana muhalefet partisi İslamcılık tehlikesine karşı Aleviliği sahte bir laikliğin destekçisi durumuna sokmaya çalışmakta.
Alevilerin ihtiyacı olan şey kendilerini tanımlayarak, özgürce tercih ettikleri inanç sistemiyle yaşayabilecekleri çok kimlikli, çok kültürlü, özgürlükçü, hukukun üstünlüğüne dayalı, gerçekten laik ve demokratik bir Türkiye için bir araya gelmeleri, Kürtlerle, solcularla muhafazakar kesimle bu asgari müşterekte işbirliği yaparak mücadele etmeleridir.
Alevilerin mağduriyetlerine ilişkin tarihsel bağlamda objektif tespitler yapmaya çalıştım. Ne iktidarın, ne de muhalefetin Alevileri tanımlamaya hakları yok. Benim de bu tespitler dışında onları tanımlama haddim olamaz.
Kuşkusuz Aleviler kendilerini tanımlayacaklar. Kimi İslam’ın içinden. Kimi de ayrı bir din ya da inanç sistematiği olarak. Bu onların özgür tercihi olmalı. Benim yapmak istediğim Aleviliği tarihsel mecrasında çok küçük çapta gözlemek, çözümlemeye ve anlamaya çalışmaktı. Kendimce anladığımı sanıyorum.
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
Cafer Solgun: “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı”, Hayy kitap, İstanbul, 2008-
Craig Calhoun: “Bordieu Sosyolojisinin Anahatları” İletişim Yayınları, İstanbul, 2007
Erik Jan Zürche: “Modernleşen Türkiye’nin Tarihi”, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013-
Erdoğan Aydın: “Kimlik Mücadelesinde Alevilik”, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2011
Giorgio Agamben: “Kutsal İnsan”Ayrıntı Yayınları, İst. 2001
Hüseyin Aygün: “0.0.1938 Resmiyet ve Hakikat” Dipnot Yayınları, Ankara, 2011
Louis Althusser: İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994-
Mevlüt Özben: “Kirlilik Kavramı ve Aleviliğin Asimilasyonu” Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2011
Michel Bourse: “Melezliğe Övgü” Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2009
Nuri Bilgin: “Kimlik İnşası”, Aşina Kitaplar Yayıncılık, İzmir, 2007
WilliamE. Connolly: “Kimlik ve Farklılık”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1995