
Felsefe: Marx’tan Önce ve Sonra
Kim ne derse desin toplumun (zenginiyle yoksuluyla) felsefeye, Marx’a ve komünizme olan merakı yaşamın her alanında sürüyor. Her türden maddi ve kültürel etkinliğin dayandığı, dönüp dolaşıp geldiği yer Marksizm oluyor. Marx ismi de, bir şekilde felsefe ve komünizm gibi iki kavrama gönderme yapıyor. Burada yaşamın gündelik akışı içinde tanıklık ettiğim bir tecrübeyi Marx ile de ilişkilendirerek biraz felsefeden söz etmek istiyorum.
Geçen hafta sonu Giresunlular Derneği’nde (Kocasinan-İst) düzenlenen bir kahvaltılı toplantıya davetliydim. Toplantının içeriğini paranteze alarak söylüyorum: Toplumun felsefeye karşı büyük bir merakı bulunuyor. Davet edilmemin motivasyonu bile felsefeci kimliğimden kaynaklanmış olabilir. Gerekmediği halde salonda felsefeci-yazar olarak anons edilmem de insanların düşünceye verdiği önemi gösterir. Ne var ki toplumun büyük çoğunluğu için felsefe ve felsefe tarihi yüceltilecek bir değer olarak biliniyor ve savunuluyor. Keza filozof da neredeyse peygamber ya da Tanrı gibi algılanıyor. Bunlar kahvaltının ya da günün bende bıraktığı ilk izlenimlerdir.
Komünizmin Mikro Modelleri
Devrimci-demokratik kurumlardaki düşünüş ve davranış tarzlarındaki etik ve estetik uygulamaları, sınıfsız bir toplumun kurulabileceğinin prototipi olarak veya daha da iddialı olmak üzere sınıfsız bir eşitlikçi dünya toplumunun kurulabileceğinin mikro modelleri olarak okuyabiliriz. Gerçi böyle durumlarda üretim alanında değil daha ziyade tüketim alanında olduğumuz için okumamızda ihtiyatlı olmamız da gerekebilir. Para-pul konuşulmadan, herkesin tabağına “ihtiyacı kadar” yiyecek alması düşündürücüdür. Keza karşılıklı kibar ilişkilerde bulunulması ve görülen saygıdan da insana güvenmek gerektiği ortaya çıkar. Böylesi ortamlar nispeten demokratiktir ve düşünceyi ifade özgürlüğü de söz konusudur. Yapılan sunumlardan bunu anlamak mümkündür. Bu anlayışın gereği olarak benim de konuşma yapabileceğim anımsatıldı. Konuşma talebim olmadığını söyledim.
Felsefeyi iki farklı ortam ve dünyanın kışkırttığı ileri sürülebilir. Demokrasinin geliştiği toplumlar ve ortamlar ya da sorunu fazla olan ve ekonomik açıdan geri planda kalmış toplum ve ortamlar. Fark edileceği gibi bizim kahvaltı ortamı ilkine örnektir. Elbette ikinci kısımla da diyalektik ilişkisini kurmak gerekir. Masanın çevresinde oluşan topluluk içinde tanıdıklar vardı. Ayrıca yeni insanlarla da tanışma durumu doğdu. Konu felsefeyle başladı felsefeyle bitti diyebiliriz.
Felsefe tarihine girdik öncelikle, Platon ve Aristoteles karşılaştırması yaptık. Felsefeye tanım getirelim derken akıl, mantık, sorgulama ve eleştiri gibi terimler konu edildi. Önceden tanıdığım Aydan Kara’nın açtığı bazı felsefi konular bizi Descartes ve özellikle Spinoza’ya kadar derinlere götürdü. Ne de olsa Hegel, Spinoza bilinmeden felsefe yapılamaz demişti. “Spinoza, Descartes’a karşıt olarak anti hümanist, bütünselci bir filozoftur” diyecektim, ağır gelir diye vazgeçtim. Konuyu değiştirdik. Ekoller ve akımlara ilişkin söylediklerim sanırım ilgi çekmiştir. “Felsefeye nereden başlayalım?” sorusunun yanlış olduğunu söyledim ve şunu ekledim: Felsefeyi yalnız filozoflar yapmıyor. Ayrıca felsefe, günümüzde sanıldığı gibi yalnızca Akademi’de de (üniversite) yapılmıyor. Çünkü felsefe aynı zamanda gündelik yaşam içinde toplum tarafından da yapılıyor.
Felsefeyi Özgün Kılan Nedir?
Felsefeyi deşifre edelim diye tanımlamalar yaparken onun sorgulama işi olduğunu söyleyenler oldu. İlk akla gelen filozofun Sokrates olduğu söylendi. Felsefeyi akıl, mantık etkinliği olarak bilenler de az değil. Eleştiri kavramına vurgu yapanlar oldu. Oysa bu nitelemeler yalnız felsefeyi değil bilim, politika ve sanatı da nitelemektedir. Peki felsefeyi diğerlerinden ayıran ve özgün kılan nedir? Tek kelimeyle söylersek “kavramsal” olmasıdır. Konuşmalar sırasında felsefenin bilme, açıklama, araştırma etkinliği olduğunu savunanlar da az değildi. Marx tüm bunlara “dünyayı yorumlama” derdi.
Ayaküstü konuşurken bir başka arkadaş Platon’un gökyüzünü, Aristoteles’in yeryüzünü gösterdiğini hatırlattı. Hani, anımsayacağınız gibi Rönesans ressamı Rafael’in “Atina Okulu” adlı tablosunda böyle bir sahne resmedilmiştir. İkisi arasında “özde” bir fark yoktur dedim. Yani ikisi de felsefeyi “bilme etkinliği” olarak değerlendirmiştir. Oysa Marx ve Marksizm için felsefe, dünyayı bilme, anlama, sorgulama ve yorumlamadan ziyade eleştirme, değiştirme ve aşma etkinliğidir. Bu felsefi anlamaya diyalektik ve tarihi materyalizm diyoruz.
Bana göre felsefe tarihi denildiğinde “Marx’tan önce mi sonra mı?” sorusunun sorulması gerekir. Mesela “Sokrates öncesi ve sonrası” denilmesi nasıl ki, önemliyse “Marx öncesi ve sonrası” da son derece önemlidir. Bunu Marx, bizatihi belirtmiştir: “Şimdiye kadar filozoflar dünyayı yalnızca yorumladılar oysa olması gereken dünyayı değiştirmektir”.
Kategoriler Arasındaki Korelasyon
Çay kahve alma sırasında doğal olarak ortam değişirken yeni arkadaşlarla da tanıştık. Aynı lisede, Kocasinan Lisesi’nde okuduğumuzu söyleyenler oldu. Konu politikaya ve devrimci faaliyetlere, 12 Eylül darbesine dek genişledi. Liseden sonra devrimci faaliyetlerde kaybettiğimiz bazı arkadaşlar anımsatıldı. Ayrıca liseden sonra karşı devrim saflarında yer alan “ünlü” sanatçı ve düzen siyasetçilerinin olduğuna da işaret edildi.
Bu tartışmalar içinde yine de sözü felsefeye getirerek kendi felsefi faaliyetlerimden, makale, dergi ve bilhassa kitap faaliyetlerimden söz ettim. Bu yüzden de felsefi sunumlar yapmak üzere birçok davet de aldım. Bunları da, demin de belirttiğim gibi toplumun felsefeye olan ilgisine bağlamak için anımsatma gereği duyuyorum. Ortamda bulunan müzisyenlerden ve ayrıca sahnede verilen müzik konserinden, Karadeniz ezgilerinden dolayı ikili ya da toplu konuşmaların teması, sanat felsefesi ve müzik estetiği gibi konularla sürdü denilebilir. Tüm bu temalar arasında bir korelasyon olduğu açıktır.
Ana Akım Felsefe ve Din Kardeştir!
Yeniden bir araya gelmeler, yeniden sorular, yeniden felsefe dedik. Ortamın, sohbetin bileşenleri değişse de gruba egemen olan kavram felsefe olmaya devam etti. “Felsefeyi, filozofu abartmamak lazım” dedim. Demesine dedim de fazla etkili olmadı. Onu yüceltme eğilimi bizim toplumda çok belirgin. Bir de konuşulanlara ve sorulan sorulara bakılırsa toplumun en büyük sorunu “dinci gericilik” olarak görülüyor. “Değil” dedim. Değil derken de biraz sessizce itiraza maruz kaldım sanırım.
Ortama bakılırsa devrimci, sol bir kitleden ziyade hükümet karşıtı bir topluluk olduğu söylenebilir. Yani eskiden beri lüzumsuz bir ikili vardır ya: dinci-laik karşıtlığı. Bu yüzden de felsefeye dine karşı olma gibi yanlış bir rol verilmiştir. Nihayet beklenen soru da masaya boydan boya yayılarak yatırıldı: Felsefe ile din kardeş midir, yoksa düşman mıdır? Nasıl bir yanıt beklenildiğini bilmeme rağmen ben ortamı provoke edecek bir yanıt verdim: Felsefe ve din kardeştir!
Dedim amma peşinden ekledim: Ana akım felsefe. Bu kavram yeni duyulmuştu sanırım. “Felsefe” ile ana akım felsefe arasındaki farkı ve karşıtlığı irdelemeye başladık. İlahiyat diploması ile felsefe diploması arasında da bir “nitelik” farkı olmadığını sözlerime ekleyince tahmin ediyorum ki kafalar iyice karıştı. Felsefe adına üzülenler de az olmadı. Öte yandan tüm bunlar benim felsefi anlayışıma da ilgiyi artırdı. İtirazları, yeni sorular izledi. Sorulara beklenmedik yanıtlar verildi tarafımca. Dostların sayısı arttı ve felsefi dostluk ilerledi.
Akıl ve Beden Zıtlığı
Felsefe-din ilişkisini biraz daha açıklama ihtiyacı doğdu. Ana akım felsefe ile din (teoloji diyelim) ikisi de dünyayı çeşitli biçimlerde yorumladıkları, “kafalarına göre” anlamaya çalıştıkları için “özde” aynıdır demiştik. Gerek ana akım felsefe ile gerekse de din ile çatışan ise “yeni felsefi materyalizm” dediğimiz felsefedir. Buna kısaca Marksist teori de denilebilir. Her şeyin Marksizme indirgenmesi biçiminde bir algıyı öne çıkaran bu açıklamalar bazı açılardan cansıkıcı olsa da ifadede yer alan “din karşıtlığı” yüreklere epeyce su serpmişti sanırım.
Konuşmaların temposu aynı değildi. Gerilim bir yükseliyor bir düşüyordu. Kahvaltı süresi bitmiş, toplantı saati de geçmişti. Yine de müsaade isteyip ayrılma psikolojisine bir türlü girilemiyordu. Belli ki birbirine meraklı, kenetlenmiş bir ortam ve çevre söz konusuydu. Veda ederken de fotoğraf çekiliyor, insanların akılları veda ederken adeta bedenleri buna karşı çıkıyor, salonun şenliğinden bir şey eksilmiyordu.
Sosyal Yaşamda ve Gündelik Dilde Felsefe
Gündemsiz konuşmaların dışarı taştığı, cadde ve sokakta da sürdüğü sırada felsefenin tarihi sorgulanıyordu. Anlaşıldı mı bilemiyorum ama felsefenin öncesiz ve sonrasız olmadığını açıklamaya çalıştım. Felsefenin de diğer kültürel disiplinler gibi “tarihsel bir olgu” olduğunu, bu yüzden de sınıfsız toplumda sönümleneceğini ileri sürdüm. Söylediklerim yeni itiraz ve soruların fitilini ateşlemişti adeta. Marksist jargonla konuşan bir arkadaşın açıklamalarına karşı da filozof ile halk arasındaki ayrımın ontolojik değil epistemolojik olduğunu söyledim.
Kapı önündeki grupla konuşurken bir kez daha filozofu gözümüzde büyütmememiz gerektiğini hatırlattım ve bizim şurada birlikte yaptığımız etkinliğin de bir tür felsefe olduğunu örnek olarak gösterdim. Sanırım toplumu, felsefe yapan varlık olarak tasvir etmem anlaşılır oldu ve ilgi de çekti. Felsefeyi yalnız filozofların fildişi kulelerde yapmadıklarını, halkın da kendi düzeyinde sosyal yaşamda ve gündelik dilde yaptıklarına vurgu yapmamın konuyu daha da aydınlık hale getirdiğini sanıyorum.