Aktüel Dünya

İki ‘ecnebi’nin gözünden Hasankeyf faciası

Murat Türker

Kalkıp giden kent (Miasto, które wyjechało/The town that drove away) adlı belgesel, 10 bin yıldan beri ikamet edilmiş Hasankeyf’in takriben 60 yıllık ömrü olan bir baraj için sular altında bırakılmasını kara mizaha göz kırparak dikkatimize sunuyor.

Polonya’dan iki genç yönetmen, Natalia Pietsch ve Grzegorz Piekarski meseleye dramatik olarak yaklaşmak yerine, devletin süreci bilhassa anonslarla idare etme pratiğine inat, “bağırmadan” vaziyetin absürtlüğünü gözümüze sokmayı tercih ediyor.

Amacında muvaffak olan şirin film geçtiğimiz Nisan ayında İsviçre’nin saygın belgesel festivali Visions du Réel’de dünya prömiyerini gerçekleştirmiş ve yeni nesle seslenen tarzıyla Gençlik Jürisinin özel ödülüne layık görülmüştü.

Daha sonra Krakow Film Festivaline iştirak etmiş olan 2025 Polonya yapımı ibretlik sinema eseri, akabinde Torino’da tertip edilen çevreci CinemAmbiente festivalinde En İyi Belgesel payesini kazandı. Türkiye’de mutlaka büyük bir alakayla karşılanacağını düşündüğüm 70 dakikalık, trajikomik olduğu kadar hüzünlü film en son Temmuz ayında Yunanistan’ın Patmos adasında organize edilen 14’üncü Aegean Film Festival kapsamında seyirciyle buluşmuştu.

Belgeselde mütemadiyen uyaran, emir yağdıran, usulca tehdit eden Türkçe anonslar halkın Kürtçe ve Arapça konuşmalarına karışarak coğrafyanın asırlar boyunca oluşmuş multietnik ve çok dilli dokusunu bir kez daha idrak etmemizi sağlıyor.

“Faşizmle ne alakası var?” demeyin

Filmin başında, sürü halindeki koyunların, keçilerin ve iki cinsiyetten gencecik çobanların süslediği gayet pastoral manzaralarla kontrast halinde, yeri göğü inleten damperli kamyonların, kayaları patlatan dinamitlerin, bir ineği cüssesiyle korkutup kaçırmaya çalışan kocaman inşaat kepçesinin görüntüleri peş peşe montajlanarak nasıl bir anlatım diliyle karşı karşıya olduğumuz hemen duyuruluyor.

Tarihî bir yerleşimin şaşaasını koruması için sadece belli başlı abidelerin yeterli olduğunu zanneden zihniyete uygun olarak, arkeolojik ve sembolik değer taşıdığına inanılan bazı eserler koca koca bayraklarla süslenerek taşınıyor (Yüzyıllardır halkın barındığı mütevazı evler ise sanki büyük bir şevkle yıkılıyor). Bu fazlasıyla gösterişli, zahmetli ve pahalı taşımanın ulusal ve uluslararası skalada propagandaya dönüştürüldüğünü ve göz boyamaktan öteye gidemediğini unutmak ne mümkün?

Hasankeyf’in sanki her köşesine yerleştirilmiş ve halkın özel yaşantısını adeta kuşatmış fazlasıyla yüksek volümlü megafonlardan biteviye yapılan anonslar ise halkı bir ‘koyun sürüsü’ymüşçesine uyarma peşinde. Asırlardır geçimlerini sağladıkları hayvanlarını yeni yerleşim merkezine götüremeyecekleri defalarca hatırlatılıyor, ekonomik olarak zaten çökmelerine sebep olacak bu acımasız emir yetmezmiş gibi hayvan fiyatlarının düşmesi sermayelerinin iyice erimesine yol açıyor. Uyarılara uymayanların çeşitli yaptırımlarla karşılaşacağı hatırlatılırken Mussolini’nin ruhu sanki bir kez daha diriliyor.

Hızla boşaltılması istenen eski Hasankeyf’e dönme hayali kuranların para cezasıyla tehdit edildiğini de duyuyoruz, artık tüm Türkiye’de normal olarak karşılamamız beklenen agresif megafon anonslarından.

Ya yeni yerleşimdeki evler için çekilişe sadece ailelerin veya evli çiftlerin katılabilmelerine ne demeli?

Kara mizah can damarımız

Filmde, taşınmadan önce Hasankeyf ahalisini kısaca da olsa gündelik hallerinde izleyebiliyoruz. Bölgenin ana gelir kaynaklarından peynircilikle uğraşmaları, şehir insanlarının fazlasıyla korkutucu bulabilecekleri kayalık kanyonlarda çocukların pikniği, mağaralara oyulmuş evlerindeki endişeli bekleyişte bilhassa belirsiz gelecek hakkında sohbet edişleri, asırlardır süren hayat tarzlarının son acı demlerini temsil ediyor.

Bu arada neredeyse terk edilmiş bir mahallede, tozu toprağa katan bir hurdacı kamyoneti hızla önümüzden geçiveriyor. Bahçe duvarının altına çökmüş ve başını öne eğmiş bir nine empoze edilenlere mana vermeye çalışıyor.

Çirkinlik abidesi, zevksizlik örneği, kişiliksizlik timsali, eğretilik şahikası veya sıradanlığın ta kendisi ifadeleriyle tasvir edilebilecek yeni yerleşimin ‘sitemtrak’ mimari yapısı, coğrafi pozisyonu ve iklime uygunluğu muhakkak ki tartışılabilir. Fakat mutlak olan bir şey varsa o da devletin tüm bunları anonslarında küstahça “Hepimizce paylaşılması gereken bir güzellik!” olarak pazarlaması.

Nasıl ki İstanbul’da vapura binmek üzere olanların daha kapılar kapanmamışken bile maruz kaldığı “Vapur hareket etmiştir, lütfen acele etmeyiniz!” anonsu ahalinin gayet tabii davranışlarını ve reflekslerini kontrol altına almaya ve ufak da olsa iktidarın onların elinde olduğunu hatırlatmaya yönelikse, söz konusu anonslarla Hasankefy’te de milleti hipnotize edercesine, halkın estetik gelenekleri yerle bir edilmeye, unutturulmaya, takdir gücü ellerinden alınmaya ve duyguları kısırlaştırmaya girişiliyor.

Gezegen çapındaki trendden farksız olarak, tek tipleştirme tavan yapıyor; modernleşme, sınıf atlama ve köylülükten şehirli insan statüsüne terfi etmede bir basamak olarak sunulan kasvetli evlerin gri renkli cephelerinin aynen korunması gerektiği ve evlerde herhangi bir değişiklik yapılmasına izin verilmediği sık sık beyinlerine işleniyor:

“Oturduğunuz evlerin devletin mülkü olduğunu hatırlatmak isteriz!”

Turizm magandaları

Filmde gençlerin yeni Hasankeyf’te bir istikbal görmedikleri için başka şehirlere, hatta kaçak yollarla başka ülkelere gitmeye başladıklarını görüyoruz (eh, istenen bu değil miydi zaten?). Yaşlıların ise kendilerini sürgünde hissettikleri soğuk atmosferli yerleşimde yabancılaşmaya gark olarak depresyona girmeleri ve hayata küsmeleri de gayet doğal.

Lakin Anadolu’nun en büyük kültürel yıkımlarından Hasankeyf faciası, dünya medeniyetlerinin mihenk taşlarından, ahalisiyle yaşayan ender arkeolojik hazinelerinden biri arsızca çarçur edilmek suretiyle, Türkiye’nin yeni bir ayıbına çoktan dönüşmüş durumda.

Jenerikte gördüğümüz kadarıyla mevzubahis baraj yüzünden Hasankeyf dâhil 199 yerleşim sular altında kaldı, söz konusu coğrafyada çoğu Kürt, 350 bin kişi göç etmek zorunda bırakıldı.

GAP projesi kapsamında inatla inşa edilmiş 22 baraj ABD yerlilerinin benzer projelerle yurtlarından edilişlerini de akla getiriyor. Küresel ısınma bir yana, ABD coğrafyasının uzun senelerden beri maruz kaldığı yıkıcı meteorolojik felaketlerin sebebi “kızılderili”lerin laneti olmasın?

Belgeselin sonlarında gene pazarlama şahikası olarak, sular altında kalmış Hasankeyf’i ziyarete gelmiş, hırslı turizm tüketicilerini görüyoruz. Trend gerektirdiği için yurdun dört bir yanına sorgusuzca koşuşturmakta olan robotlaşmış güruh Hasankeyf “İmdaaat!” diye bağırırken acaba neredeydi?

Örneklerine her yerde sık sık rastlanan “dizayn harikası”, guletten devşirme kalyon bozuntusu su aracı, yurdun muhtelif turizm “cennetleri”nde olduğu gibi, tıka basa dolduruluyor. Sık sık yanarak veya kayalara çarparak batan mevzubahis araçlarda müşteriler hayatlarının riske atıldığından bihaber, Hasankeyf’ten geriye kalanları, yani enkazını büyülenmişçesine izliyorlar!

İçlerinde, “misafir”liklerinin çakallıktan farksız olduğunu hissettiren herhangi bir duygu kırıntısı var mıdır?

Ya düstur hâline gelmiş tek tipleştirme adına, asırlar boyunca bilhassa coğrafyamızda oluşmuş multietnik, çok dilli ve çok dinli yapıyı, tepeden inme zorbalıkla tek bir inanç çerçevesine indirgeme çabalarına ne demeli?

“Kurban olam Hasankeyf’e…”

Hasankeyf’le beraber, adeta insanlığın sular altında kalışını, bazıları epey gürültülü envaiçeşit sekanslar aracılığıyla izleyip resmen “dağıldıktan” sonra birdenbire sualtına, basıncın beynimizde bungun bir tesir yarattığı çekimlere geçiyor, sanki biz de Hasankeyf’le birlikte bitkisel hayata giriyoruz.

Filmin kahramanlarından birinin daha önce turist rehberlerinden duyduğu laflar hakikate dönüşmüş, milletin evlerine, sazlarla kaplı mezarlıklarına sualtı ziyaretleri bir eğlenceye dönüşmüş vaziyette!

Tüm bu olumsuzluklara ve ümitsiz istikbale inat, filmin en albenili karakteri, her iki cinsiyete kuaförlük hizmeti verebilen konuşkan Burak tabii ki senaryonun lokomotifliğini üstlenmiş durumda.

Yöneticilerin pembe vaatlerine, göz boyama taktiklerine onun karnı tok; suni gündemlere, toplum mühendisliği operasyonlarına kanacak hâli zaten hiç yok.

Eski Hasankeyf’teki dükkânında dirayetle durması, herkes mıntıkayı boşaltmışken mesleğini icra etmeye sonuna kadar devam etmesi ve devlet dâhil kimseden sözünü esirgememesi ziyadesiyle mühim.

Lakin dükkânın önündeki sokak dâhil tüm mahalle, bomba düşmüşe benzer halde kazılmış ve binalar iskelete dönmüştür. Zifiri karanlıkta uzun zaman boyunca inatla yanan son ışık olmasına rağmen, işyerini artık taşımak zorunda kalan Burak’ın dükkânındaki sarı ampulün sönme anı bence belgeselin en sinematografik karesi.

Kara mizahın getirdiği koruma kalkanının kifayetsiz kalacağı an ise perde tam manasıyla karardıktan sonra ruhumuzun derinliklerine işleyen, bestesi ve icrası Ali Ayhan’a ait, damardan Hasankeyf türküsü: “Kurban olam Hasankeyf’e, hayran olam Hasankeyf’e…”

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu