Aktüel Yorum

Kara Çarşaflı Kadınlar

Kara çarşaflı köy kadınlarının tarlada, bağda, bahçede çalıştığı, erkeklerin ise orman köylüleri olması nedeniyle kişi başına kamu desteği alarak yaşadıkları bir coğrafyaydı. Bir ölçüde kentsel bir görünüm kazanmış, motellerin kurulduğu bir köy yaşamını görüyoruz öncelikle. Merkezi mekan olarak bir işletme seçilmiş. Köylü kadınlar, erkeklere mırın kırın etseler de, çalışma kültürüne alışmışlardır. Erkekler, zaten içkiye meraklı oldukları için yeni açılan motelin de müdaimleri olmuşlar. Her gün kadınlar çalışıyor erkeklerse zilzurna içiyor, sarhoş halleriyle geç saatlerde eve dönüyordu. Günler, yeni günlere veriliyor, motel sahibi ve işçiler de durumdan bir hayli memnundu.

Bir gün İstanbul’dan zengin bir turist kafilesinin gelmesiyle birlikte her şey altüst olur. Bunlar otelin gözde yerlerine, manzaralı odalarına yerleştirilir. Köylü müşteriler ise ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri için adeta ayaklanırlar. Küfürlü ortam, kavgaya dönüşür. Polis, jandarma gelir. Kavgacı köylüler, karga tulumba motelden dışarı atılır. Kimisi de karakola götürülür. Her şey durulmuşken gecenin ileri saatlerinde otele taşlı sopalı bir saldırı başlar. Kara çarşaflı kadınlar, gecenin karanlığı demeden otele adeta bir saldırı başlatırlar. Kocalarına yapılan zulmün hesabını sormaya gelmişlerdir. Motelde cam çerçeve bırakmazlar, yere indirirler.

Nezihe Oruçoğlu’nun öyküsünden küçük bir kesiti özetledim. Sıkı bir öykü ve çatışmalı sahnelerin etkili olduğu bir eser. Motelin boş olduğu günlerde “müşteri velinimettir” diyerek köylüye iyi davranan, onu baştacı eden motel sahibi ve işçiler adeta tersine dönüşüyor. Her zaman uysal bir eda içinde içip evlerine giden köylüler, aşağılamaya karşılık adeta her biri bir saldırgan haline gelebiliyor. Daha da ilginci, toplumun belli bir kesimi tarafından küçümsenen kara çarşaflı kadınlar nasıl da eşlerine sahip çıkıyor. Yine satıraralarında karakolda köylülerin başına neler geleceği, polis ve jandarmanın motelle olan “yakın” bağının arkasında nelerin gizlendiği de sessizce ima ediliyor. Motelin camları kırılırken duyulan “şangırt” sesini de anımsatmak isterim.

Sevinç Veren Öyküler

Bayram günlerinde elime aldığım kitaplardan birisi de eğitimci – yazar Nezihe Oruçoğlu’nun “Heybemden Öyküler” isimli kitabı oldu (Sancı Yayınları, İstanbul, 2025). Eser otuz civarı öyküyü içeriyor. Her zaman öyküleri severek okuduğumu söyleyemem. Her kitap için de benzer düşünceler geçerlidir. “Heybemden Öyküler”, sevinç duyarak, haz alarak okuduğum kitaplar arasında oldu. Kitaptaki öyküleri okurken öykünün, bir başka edebi metin olan roman ve masaldan farkları üzerinde de düşündüm. Şimdilik o mevzulara girme niyetinde değilim. “Heybemden Öyküler”deki eserler, “evet, işte öykü budur” dedirten türden bir duygu bıraktı bende. Edebi akım olarak kuşkusuz ki toplumcu – gerçekçi çizgide yazılmış bir eser. Burada değindiklerimi açıklamak için Oruçoğlu’nun öyküleri üzerinde betimleyici bir gezinti yapmak, merak edenler için sanırım yararlı olur.

Ucu Açık Öyküler

“Tozo” isimli öyküde Tozo’nun hazin hikayesini okuyoruz. Karısı evi terk eder, kendisi aldığı tazminatı bir gecede yer. Karısı gerçekten hasta mıdır, evi neden terk etmiştir, anlaşılamaz. Klasik öykülerde giriş, gelişme, sonuç bölümleri olur. Bilhassa “olay öyküsü” denilen türde bu durum baskındır. Sonuçta konu anlaşılır ve okura bir de fikir verilir. Tozo’da bu düzen pek de söz konusu değil. Dolayısıyla bunu “ucu açık öykü” olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Görüldüğü gibi yazar, merceğini ezilmişler cephesine tutmuştur. Birazdan gösterileceği gibi küçük burjuva dünyasına tuttuğu da oluyor. Örneğin “Tümör”de küçük burjuva sınıfının iç dünyasını, yaşam tarzını, zengin olma hayalini görüyoruz. İşsiz kalan Salman, karısının bileziklerini bozdurup esnaflık yapmak ister. Saf ve bilgisizdir. Piyasanın, kurt kapanı olduğunu, esnaf olduktan sonra öğrenir. Kapitalizm bir tümör gibidir. Toplumu kuşatır. Piyasada etik, estetik değerler çürümüştür. İnsanın değil pazarın ilkeleri vardır. Anlatıcı, büyük balığın küçük balıkları nasıl da yuttuğunu, çarpıcı bir üslup içinde anımsatır. Kötü günler için tek dayanakları olan bilezikler de, pazara karışıp buhar olmuştur. Yazarın birçok öyküsünden yola çıkarak ülkemizin küçük burjuvalar ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Saygılı ve Ağırbaşlı Öyküler

“Bu Balık Başka Balık” adlı öyküde de sahil kenarına gidiyoruz. Yine olaylı öykülerden birisidir. Mekan geçişleri, olay örgüsüne bağlı olarak kendisini belli eder. Bilirsiniz, sahil bedenleri resturantlarla ünlüdür. Yazar, buradaki esnafı ve müşteriyi mercek altına alıyor. Çıkar dünyasının insan sağlığına etkilerini izliyoruz. Çalışanların ruhsal durumu da görünür oluyor. Bayat balığın müşteriye sunuluşunun öyküsü, kısa ve öz olarak veriliyor. Oruçoğlu’nun öykülerinde genellikle uzun anlatım söz konusu değil. Denilebilir ki öykü zaten kısa olmak zorundadır. Haklısınız. Yazarın bu ilkeye daha da sadık kaldığı anlaşılıyor. Öyküleri, sade, saygılı ve ağırbaşlı kılan da bu özellik olabilir. Fazla söz, uzun anlatım, öyküyü adeta obezite yapıyor. Buna izin vermemek lazım. Birçok edebi metni ve öyküyü sırf obez olduğu için okumadığımı bilirim. Sonuçta eser de canlı bir organizmadır. Onun da sağlıklı olmaya ihtiyacı var.

Mizahsız Öykü Olur mu?

Mizah olmadan yaşam olmaz. Sokrates olsaydı şimdi, belki de “mizahsız yaşam yaşanmaya değmez” derdi. Oruçoğlu, “Soruşturma”da bu mizahı yapıyor. Öykü şöyle başlıyor: “Hasan beyi sevmeyen, çekemeyenler de varmış. Daha doğrusu koltuğuna göz dikenler onu bir üst makama ‘Maocu’dur diye şikayet etmişler” (Age, S. 113).

“Soruşturma” adlı öyküde okur, pek de yabancısı olmadığımız eğitim alanına, bürokrasinin çıkmaz sokaklarına, saçma diyeceğimiz ilişkilerin içine sokuluyor. “Memura siyaset yasaktır” anlayışından hareketle Maocu olduğu düşünülen Hasan isimli öğretmen ihbar edilir. Müfettişler devreye girer. “Suçlu”, bulunur ve müfettiş tarafından sorgulanır. Sorgu sırasında, Mao’nun adını bile bilmediği anlaşılan Hasan öğretmen, müfettişin “Mao sana neyi anımsatıyor?” biçimindeki sorusuna, kendi arkadaşı olan Maho hakkında bilgiler verir. Güldüren, güldürdüğü kadar da trajik izlenimi veren bir öykü. Belki sizlerin de hatırlayacağı bir eser olarak söylüyorum, “Soruşturma”yı okurken Yücel Sarpdere’nin” Vatandaş Abuzer” adlı romanını anımsadım.

“Tersine Dünya”ya Hoşgeldin Bebek

“Hoşgeldin Bebek”, okuru kadın yaşamına, gecekondu mahallelerine ve emekçilerin dünyasına taşıyan bir öykü olmuş. Bir olay öyküsünde olması gereken kişi / kişiler, aksiyon, zaman ve mekan olmak üzere tüm unsurlar söz konusu edilmiş. Temel aksiyon, daha küçük aksiyonlarla da desteklenmiş. “Hoşgeldin Bebek”te Atiye’nin ikinci hamileliği, doğum süreci ve ilgisiz kocasının hikayesini okuyoruz. Oruçoğlu’nun, sözcük ve cümle ekonomisi yapan tasarruflu bir yazar olduğu burada da görülüyor. Kritik bir iki cümle içinde koca’nın işten atıldığını, kendisinin ve karısının ailesinden aldığı paralarla bir atölye kurduğu ve bunu da kısa sürede batırdığını öğreniyoruz. Atiye’nin de, aslında hayat ve dünya gerçeklerini kabul ettiği görülüyor. Nitekim yazar da, burada tek tek bireyleri suçlayıp aşağılamıyor. İnsanlar belki de bu dünyada, Orhan Kemal’in romanında gösterdiği “Tersine Dünya”nın birer kurbanı olarak düşünülüyor.

Öyküyü şöyle özetlemiş olayım. Atiye’nin doğum sancıları başlar. Sorumsuz baba evde yoktur. Bunun hep böyle olduğunu, aralara yedirilmiş cümleciklerden anlayabiliyoruz. Evde yok derken kahvede pişpirik oynuyor. Doğum sancısı dayanılmaz hale gelir. Atiye, hiç de tanımadığı komşusu, genç öğretmen hanımı ve eşini yardıma çağırır. İki farklı ailenin yapısı birkaç bakımdan zıtların birliğini ve karşıtlığını anımsatır. Doğuma yardım ederken güçsüz kalan genç öğretmen hanım üzerinden doğum sahnesi şöyle tasvir ediliyor:

“Kadın iri yarı ve güçlüydü. Öğretmen ufak tefek, sıska. Gücü yetmiyordu kadına. Dediğini yaptırmak için canını dişine takarak olağanüstü güç sarf etti. Kadında önce bir su boşandı, ardından kanlı bir akıntı. Bu akıntıların kokusu öğretmeni çarptı. Midesi korkunç bulandı. Aldırmadı. ‘Hamama giren terler ha gayret’ dedi kendi kendine.” (Age, S. 134).

Çiftin, büyük bir merak ve gayreti sayesinde doğum gerçekleşir. Sonra ebe çağrılır. Geç de olsa gelen ebe çocuğun gerekli bakımını yapar. Oruçoğlu’nun, öyküyü bitirirken bebeğin attığı çığlığa yüklediği anlam son derece manalıdır. Bu çığlık, bu acımasız dünyanın, duyarsız insanların değiştirilmesinin işaret fişeği olacaktır. Öykü bittiğinde okur, Atiye’nin kuşkucu ve kaygılı ruh dünyasının içine girmeden edemez. Artık bir değil iki çocuk var. Ne anlama geliyor bu? Basit! Bir koca ve kendisi olmak üzere dört kişiyi doyurmak gerekecek!

Retorikle Öykü Yazmak

Retorik kavramı geniş anlamlı bir kavram. İlk olarak Aristoteles tarafından bilgi nesnesi yapılıyor. Düşün ve bilimsel metinlerde olduğu gibi retoriğe, edebi metinlerde de sıklıkla başvuruluyor. Yazarken tıkanan pek çok yazar, şair, öykücüde bunu görmek mümkündür. Düşüncenin yerini retoriğin aldığı eserler bana, eksiğini makyajla bastıran kadınları ve erkekleri anımsatıyor: Lüzumsuz! Oruçoğlu’nun böyle bir retoriği lüzumsuz gördüğünü “Hırsız” adlı öykünün tahlilinden de anlayabiliyoruz. “Hırsız” adlı öyküde Veli isimli, gençliğine yeni ayak basmış delikanlının hırsızlık hikayesini okuyoruz. Hikayenin, sınıf ilişkileri üzerinden polis, hastane, hapishane, işkence, siyasi mahkumlar üzerinden kurgulandığı anlaşılıyor. Yine bir hırsızlık suçundan polisin eline düşen bu bıyığı henüz terlemiş delikanlı, polisin “şefkatli” ellerinde gözünü kaybetme, kör olma tehlikesi yaşar.

Anlatıcıya göre polisin elinde “Veli kendinden geçti. Ağız burun birbirine karıştı. Beton zemin, gelincik tarlasına döndü (Age, S. 117). Hapisteki “siyasi abiler”inin yönlendirmesiyle hastaneye kaldırılır ve dürüst bir doktor tarafından gözü iyileştirilir. Hapisten çıkan Veli, doktora büyük bir saygı duyar ve ona olan manevi borcunu ödemek için bir otomobilden teyp çalar ve doktora hediye eder. Yazar, doktorda sosyal, etik ve vicdani bir durum saptıyor. Zira doktor, teybi kullanmayacağı halde Veli’yi reddetmemek ve bir tür onu topluma “kazanmak” için hediyeyi kabul ediyor. Bu kabul, Veli’de müthiş bir yaşama sevinci oluşturur ve onun için teyp, son hırsızlığı olur. Hatırladığım kadarıyla Victor Hugo’nun “Sefiller” adlı klasik romanında da benzer bir tema söz konusuydu.

İyi İnsan Olmak Mümkün mü?

“Zamanla İnsan da Değişiyor Azizim”, kitabın dikkat çekici öykülerinden birisi. Yeni ekonomik imkanlar elde etmiş eski bir devrimcinin hikayesi diyebiliriz buna. Katmanlı ve çok yapılı bir öykü. Oruçoğlu’nun, diğer öyküleri gibi toplumcu – gerçekçi çizgide yazılmış bir metin. Genel olarak kapitalizm eleştirisi yapıyor. Büyük bir fabrikada müdür olmuş eski bir devrimcinin, “eziyorum” derken nasıl da ezilmiş ve silik bir kişilik içinde dram yaşadığı tasvir ediliyor. İşçi sınıfından geldiği halde, onun nasıl da zıttına dönüştüğü, değişen bir bukalemun olduğu gerçekçi ve inandırıcı bir üslup içinde veriliyor. Bu yapılırken ne müdür ne de ona eşlik eden şef ve bunların “biçtiği” işçiler, asla etik yönden kınanmıyor veya övülmüyor. Kapitalist üretim ilişkileri içinde insanın, çeşitli şekillerde kendine yabancılaştığı betimleniyor. Bu yapılırken müdürün, geçmiş yılları, devrimci değerleri ele alış tarzını, zorlayan koşullar yüzünden kendisini teselli edecek nedenleri nasıl da bilince çıkardığı, etkili bir tarzda veriliyor.

Öyküde, kişinin kendini haklı çıkarmak için olmadık bahanelere başvurduğu, müdürün kendi devrimci arkadaşlarını suçlamasından belli oluyor. Oysa anlatıcının pek de objektif olarak yansıttığı gibi kapitalizm koşullarında “iyi insan” kalmanın pek de koşulları yoktur. “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı eseri anımsattığını ileri sürebiliriz (Brecht). Marx’ın dediği gibi sermayecilik, kendi suretinde insan ve ilişkiler yaratıyor. Müdürün, “değiştim” derken kastettiği değişiklikten ise mutsuz bir aile, sıska ve bencil bir eş, ayrıca insana, emeğe, çevresine saygısı olmayan bir kız evlat sahibi olduğunu görüyoruz. Bunlar gayet doğal bir akış içinde, soğukkanlı bir edayla gösteriliyor.

Müdürün küçük burjuva hayal dünyası o kadar genişliyor ki, aileyi sorgularken de suçu devrimci arkadaşlarına atıyor. Kendini her seferinde teselli edecek gerekçeler buluyor. İşten çıkartılan işçilerin ise devrimcilik tecrübeleri yoktur. Buna rağmen fabrikadan kovulduklarını duyduklarında daha olgun ve bilinçli hareket ettikleri anlaşılıyor. Başlarına ilk defa gelmiyor çünkü. Bunun suçunu da doğrudan müdürde bulmuyorlar. Bir bakıma, adını öyle koymasalarda kapitalizmden kaynaklandığını biliyorlar. Oruçoğlu diğer öykülerde olduğu gibi “Zamanla İnsan da Değişiyor Azizim” adlı öyküde de tiplerin iç dünyasını, hayat hikayesini çok hızlı bir atmosfer içinde veriyor. Hızlı derken eklemem gerekir ki yazarın öykülerinde zamanın çok hızlı aktığını tespit etmek zor olmuyor. Olayların, bu denli tempolu biçimde akması öykü için ne denli doğru bir özelliktir, bilemiyorum. Zamansal atlamaların, gereğinden uzun ve hızlı olduğu görülüyor.

Öyküyü Sürprizlerle Doldurmak

Okurun unutamayacağı öykülerden biri de “Ahmak” adlı hikayedir. Onunla bitirelim. Maaşı yetmeyen bir öğretmenin yaptığı ikinci iş mi dersiniz, avantadan para kazanan bir Yahudi mi dersiniz, köylünün kurnazlığı mı dersiniz, müşterinin hırsızlığı mı dersiniz, kolay yoldan para kazanmak, gerekirse adam öldürme duygusu mu dersiniz hepsi bu “Ahmak” öyküsünde bir arada verilmiş. Nedensellik bağlantıları, olayın ek olaylarla bağlantısının özenle verildiğini saptamak zor olmuyor. Okul tatilinde, aldığı maaşıyla kira, borç ve faturaları ödedikten sonra, tatile gider gibi eşiyle birlikte gidip bir motelde çalışan öğretmenin hikayesini oluyoruz. Düşündürücü, merak uyandıran ve sürprizleri olan bir öykü.

Otelde konaklayan Yahudi’nin bir valiz dolusu dolarının öğretmen tarafından fark edilmesiyle öykü zirve yapıyor. Peşinden bu parayı veya bir kısmını almak / çalmak için yapılan iç monologlar heyacan yaratacak tarzda veriliyor. Sonra Yahudi’nin bir gece eşyalarını alıp ortadan kaybolduğunu okuyoruz. Sınıflı toplumun değer yargısı burada da devreye giriyor ve öğretmenin, nereden geldiği, nasıl biriktirildiği belli olmayan bu paradan bir miktar almadığı için ahmak olarak betimlenmesine neden oluyor.

Öykünün zayıf tarafı da, burada belki Yahudilerin hırsızlık, yolsuzluk, sömürü ve parayla, dolarla ilişkilendirilmeleri olabilir. Yani kapitalizme içkin olan bir toplumsal çürümenin bir etnisiteye veya dini topluluğa aitmiş gibi gösterilmesi eleştiri konusu olabilir. Bununla birlikte Oruçoğlu, adeta ancak bir romanın taşıyabileceği olay, kişi ve mekan zenginliğini şişirmeden bir öyküde, tempolu bir hızlılıkla kurmuş oluyor. Kısaca söylemek isterim ki öykülerde ciddi bir sorun ve eleştirilecek noktalar pek de tespit edemedim. Umarım dikkatsizliğimden kaynaklanmış değildir.

Mehmet Akkaya

1964’te Malatya’da doğdu. İlkokulu Malatya’da okudu; orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. Kocasinan Lisesi’nden sonra Anadolu Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Maltepe Üniversitesi’nde Psikoloji, İnsan Bilimleri ve Felsefe Bölümü’nde yüksek lisans (master) yaptı; dil ve kültür felsefesi konusundaki tez çalışmasıyla mezun oldu. Çeşitli gazete ve kültür-sanat-felsefe dergilerinde bilim, sanat, felsefe ve politika içerikli yazdığı yazılarla biliniyor. Akkaya, televizyon ekranlarında yaptığı felsefe/düşünce programlarıyla da tanınıyor. 2008’den itibaren kitap çalışmalarına yoğunlaşan yazarımızın eserleri felsefe, bilim, sanat ve politika meraklıları tarafından ilgiyle izleniyor.
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu