Aktüel Yorum

SİNEMANIN MÜSTESNA İSİM: METİN ERKSAN[*]

TEMEL DEMİRER

“Sinema bir kültürdür.”[1]

 

Fatma Girik’in, “Eyvah! O da mı gitti? Sinemaya hayatını adayanlar bir, bir gidiyor. Değerleri bilindi mi bilmiyorum,”[2] dediği O; coğrafyamız “sinemacılar kuşağı”nın usta yönetmenlerinden; ‘Susuz Yaz’ ile ilk büyük ödülü Altın Ayı’yı kazanan; aralarında ‘Sevmek Zamanı’, ‘Yılanları Öcü’ ve ‘Kuyu’nun da olduğu klasiklere imza atan Metin Erksan’dı ve 4 Ağustos 2012’de aramızdan ayrıldığında 83 yaşındaydı.

* * * * *

Zamanının çok ötesinde filmlerle Türkiye sinemasına damga vuran yönetmen Metin Erksan, toplumun geçmişini eşelerken, bugünü asla yitirmemişti. ‘Acı Hayat’, ‘Susuz Yaz’, ‘Suçlular Aramızda’ filmleri, toplumun yaşadığı sınıfsal eşitsizliği sergilerken; İtalya’da doruklarına ulaşan toplumsal gerçekçilik akımının tüm şifrelerini kullanarak anlatmış ve bu nedenle başı sansürle sürekli olarak belaya girmişti

Bu özellikleriyle O, coğrafyamız geleneksel sinema anlatısından ayrılmış -‘Sevmek Zamanı’nda olduğu gibi- yenilikçi yönetmenlerindendi.

Sinemamız uluslararası alanda yer bulduysa, bunda Metin Erksan’ın yeri büyüktür; kesin olan şu ki, sinema ona çok şey borçludur. Çünkü sansürün gazabına uğramış ve estetik kaygıları önemseyen yaklaşımı, kişiliğiyle sinemamıza damgasını vurmuştu. Yani “Erksan filmleri, kuşkusuz 50 yılda sinemanın kilometre taşlarıdır.”[3]

Hakkında; “Sinemacı, kültür ve düşün insanı olarak, her daim yaşadığı toplumun sorunları üzerinde kafa yoran bir Anadolu bilgesiydi,”[4] notu düşülen daha 30’lu yaşlarda kendi özgün sinema dilini ve biçemini yaratmış, coğrafyamız üzerine düşünen bir sinemacıydı; duayen bir isimdi…

“Sinemacılığını entelektüelliğiyle, tarihçiliğiyle besleyen, entelektüelliğini ve sosyologluğunu sinemacılığıyla besleyen bir düşünce insanı”ydı.[5] Kendi ifadesiyle, “ekonomik, toplumsal, politik, dinsel, kültürel, ruhsal, ümitsel yapısı”yla ilgilendi coğrafyamızın.

Sözünü ettiğim “ümitsel” vurgusuna şöyle açıklamıştı Metin Erksan: ‘Ümitsel yapı, bin bir örnekten biriyle şu demektir: Türkiye sinema seyircisinin değişmez bir tutkuyla sevdiği iki hikâye vardır: Biri Külkedisi-Cinderella, diğeri, Değişen Kız-Pygmalion… Kimse filmin kanını, canını, ruhunu düşünmüyor. Kerameti bir oyuncuda buluyor. (…) Toplumun devingen gücü kahramanlardır. Kahramanlar olmadan toplumlar hiçbir şey yapamaz. Toplumların kahraman yarattığı savı da bir palavradır. Bir aşağılık duygusu belirtisidir. Kahramanlar içinde bulundukları topluma rağmen oluşur. Fakat bu demek değildir ki, toplum da ara sıra kendi kahramanını yetiştirmez. Yetiştirir. Yalnız bu ‘genel bir kural’ değildir.”[6]

Yönetmen Derviş Zaim’in “Sinemanın müstesna bir isim olduğu”na dikkat çektiği; bir başka yönetmen Yeşim Ustaoğlu’nun da, “Sinemada dil ve üslup yaratma konusunda çok önemli katkılar sunduğu”nun altını çizdiği[7] ve yönetmen Ezel Akay’ın, “Varlığından sözü çıkarıp atın, geriye bir melek kalır,”[8] sözleriyle tanımladığı Metin Erksan’ın ayrıksı bir sinema dili söz konusuydu.

“Yaptığı çalışmalarda ‘kendi dilinde’ o kadar ısrar ediyordu ki, ticari nedenlerle çekmek zorunda kaldığı filmlerde bile o dili hissettirirdi. Kişiliğinin o çok renkli dünyası filmlerinin ifade tarzına yansırdı. Kendisi olmakta ısrar eden bir sanatçıydı. Bu açıdan, genel anlamda bizim sanatımızda ender bulunan bir şahsiyetti. Hepimize kendi dünyasının ipuçlarını miras bıraktı,”[9] derdi bu konuda Ali Özgentürk de…

* * * * *

Özetle “Sinemanın dünyaya açılmış bir mihenk taşıydı; “1950’lerde iş başına gelen bir kuşağın temellerini attığı Yeşilçam’ın en yaratıcı ve kişisel yönetmenlerinden biri ve hatta birincisiydi,”[10] Metin Erksan…

“Tutku, Erksan’ın kişiliğinin yapı taşlarındandı. Kendi kişiliğinden söküp aldığı tutkuyu sinemasına taşıdı. Ölümüne kara sevdalar, hırs, melankoli, yalnızlık onun filmlerinde yaşayan kadınların ve erkeklerin ruhlarına işlemişti.”[11]

Evet O; “Tutkulu bir insandı. Zaman zaman hırçınlığa, hatta gözü kara öfkeye fırlayıp giderdi.”[12]

“Huysuzdu, huzursuzdu. Öfkeliydi, sinemaya tutkuyla bağlı bir dâhiydi. Yalnızdı, yapayalnız. O mu seçmişti yalnızlığı yoksa yaşadığı ülke ve çevre mi yalnızlaştırmıştı onu? Galiba her ikisi de…

Öylesine tutkuyla bağlıydı ki sinemaya, daha fazla dayanamadı bıraktı… Kızgındı. Kırgındı. Ülkesine, meslektaşlarına ve en nihayetinde hayata! Küsmüştü sinemaya. Saplantı derecesinde bağlı olsa da film yapmıyordu artık…

Galiba Erksan ilk, sinema yapmayı bıraktığı gün öldü. Ve aslında ‘Sevmek Zamanı’nın suretine âşık sinemacısı Metin Erksan hiç ölmedi… Evet, bu topraklara aitti ama bu topraklardan fazlasıydı,”[13] diyordu Eyüp Can, Onun için… En olgun çağında bıraktı yönetmenliği; 53 yaşındaydı. Üretkenliğinin zirvesindeyken elini eteğini çekti mesleğinden ve küstü biraz da… Son 30 yılını hiç film yapmadan geçirdi…

* * * * *

Metin Erksan’ın birçok yapıtı sansüre maruz kalırken, bazı filmleri dağıtımcı bile bulamadı.

1 Ocak 1929’de Çanakale’da doğmuştu; ilk ve ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı; Pertevniyal Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi bölümünden 1952’de ‘Tarihi Yarımada Suriçi/ Galata Suriçi İstanbul Hanları’ başlıklı lisans teziyle mezun oldu. 1950’de daha üniversitede okurken Atlas Film için Yusuf Ziya Ortaç’ın ‘Binnaz’ adlı oyununu senaryolaştırarak sinemaya adımını attı. Film Mümtaz Yener tarafından çekildi.

1948’de İstanbul’da gazetelere ve dergilere “Kamera” takma adıyla film eleştirileri ve sinema yazıları yazarak gazeteci/yazarlığa başladı. 1958’de de ‘Türk Sinema Sanatçıları Derneği’ni, 1962’de ‘Türk Sinema İşçileri Sendikası’nı, 1965’te ‘Türk Sinema ve Film Rejisörleri Birliği’ni kurdu.

23 ilk kez yönetmen koltuğuna oturdu. İlk filmi ‘Âşık Veysel’in Hayatı/ Karanlık Dünya’ ile sadece yönetmenlik kariyerine adım atmakla kalmadı, aynı zamanda sinema kariyeri süresince başına sürekli bela olacak sansür mekanizmasıyla da tanışmış oldu.

İlk filminde 1960’larda da öne çıkacak gerçekçi anlayışının işaretlerini veren O, yapımcının müdahalesi ve aralarındaki çatışmalar nedeniyle bu ilk filmini tam anlamıyla sahiplenmedi. Üstelik film, Erksan’ın kariyeri boyunca yaşayacağı sansür sorunlarının da başlangıcı oldu. Erksan o dönemde yaşanan trajikomik sansür hikâyesini şu cümlelerle anlattı: “Filmde bir ara tarlalar görünüyordu. Boyları yirmi otuz santimdi. Üzerlerindeki buğday taneleri sayılıydı. Sansür, bu bölümün filmden çıkarılmasını istedi. ‘Türk tarlaları böyle olmaz’ dedi. Bu sahnelerin bereketli topraklarla içinde biçerdöverlerin traktörlerin çalıştığı tarlalarla değiştirilmesini önerdi.”

Bu deneyimin ardından sinema yazarlığına dönen Erksan, 1954’de Peyami Sefa’nın Server Bedi adında yazdığı bir romandan uyarlanan ‘Beyaz Cehennem/ Cingöz Recai’yi yönetti. Bunun takiben Halide Edip Adıvar’ın ‘Yol Palas Cinayeti’ni uyarladı. Askerden döndükten sonra, 1958’de Osmanlı hükümetine isyan ederek dağa çıkan Mehmet Efe’nin portresini sunduğu ‘Dokuz Dağın Efesi’ni yönetti. 1960 tarihli, geniş kitlelerce bilinen ‘Şoför Nebahat’ın senaryosunda üç büyük ismin imzası vardı: Attila İlhan, Atıf Yılmaz ve Metin Erksan…

1962’de Fakir Baykurt uyarlaması ‘Yılanların Öcü’yle sinemanın klasiklerinden birine imza attı. Ancak yine sansürle uğraşmak zorunda kaldı. Dönemin milletvekillerinin devreye girmesiyle Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel filmi özel olarak izlese de film yönetmenin sansürle başını en çok ağrıtan yapımlardan biri oldu. Erksan’a göre bu önemli çalışması cesaretle ilgiliydi:

“Filmde cesaret meselesini ele aldım. Müşküllerimizin çözülmesini istiyorsak, baskının her türlüsüne aldırmayıp, umutsuzluğu bir yana bırakıp, yasaların tanıdığı hakları sonuna kadar kullanmamız gerektiğini belirtmek amacını gütmüştüm.”

 

FİLMLERİ[14]
i) Karanlık Dünya/ Aşık Veysel’ın Hayatı (1952); ii) Beyaz Cehennem/ Cingöz Recai (1954); iii) Yol Palas Cinayeti (1955); iv) Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi (1956); v) Dokuz Dağın Efesi (1958); vi) Hicran Yarası (1959); vii) Gecelerin Ötesi (1960); viii) Şoför Nebahat (1960); ix) Mahalle Arkadaşları (1961); x) Oy Farfara Farfara (1961); xi) Sahte Nikah (1962); xii) Yılanların Öcü (1962); xiii) Acı Hayat (1962); xiv) Çifte Kumrular (1962); xv) İstanbul Kaldırımları (1964); xvi) Suçlular Aramızda (1964); xvii) Susuz Yaz (1964); xviii) Sevmek Zamanı (1965); xix) Ölmeyen Aşk (1966); xx) Ayrılsak da Beraberiz (1967); xxi) Kuyu (1968); xxii) İki Günahsız Kız (İki Hikâyeli Film) (1969); xxiii) Ateşli Çingene (1969); xxiv) Dağlar Kızı Reyhan (1969); xxv) Sevenler Ölmez (1970); xxvi) Eyvah (1970); xxvii) Hicran (1971); xxviii) Makber (1971); xxxix) Feride (1971); xxx) Keloğlan’la Can Kız (1972); xxxi) Süreyya (1972); xxxii) Bir İntihar (1973); xxxiii) Geçmiş Zaman Elbiseleri (1973); xxxiv) Hanende Melek (1973); xxxv) Müthiş Bir Tren (1973); xxxvi) Sazlık (1973); xxxvii) Dağdan İnme (1973); xxxviii) Şeytan (1974); xxxxix) İntikam Meleği/ Kadın Hamlet (1976); xl) Sensiz Yaşayamam (1977); xli) Preveze Öncesi (1982)

 

Tüm baskılara karşın ‘Yılanların Öcü’nden sonra, 1963’de en meşhur filmlerinden ‘Acı Hayat’ı çekti. Bu filmi, yurtdışındaki ilk büyük ödülü kazandıran ‘Susuz Yaz’ takip etti.

1963 tarihli yapıtı ‘Acı Hayat’ta başrollerde Türkan Şoray, Ayhan Işık ve Ekrem Bora vardı.  Bu filmde alışılmışın dışında bir aşk filmi yapmaya çalıştığını ifade eden Erksan, “Toplumda sınıf değiştirmenin kişinin davranışları üstündeki etkilerini ele aldım” diyecekti. Türkan Şoray ise yıllar sonra bu filmle ilgili olarak şunları söyledi: “Erksan’la ‘Acı Hayat’ gibi birkaç film daha niye yapmadım diye kendimi hiç affetmiyorum.”

Bu filmin ardından çektiği, 1963 yapımı Hülya Koçyiğit’in ilk filmi ‘Susuz Yaz’, Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ödülünü kazandı. Adaletsizliği, güç ilişkilerini ‘su hakkı’ gibi basit bir kavram etrafında inceleyen, hem sosyal düzenle hem de insan psikolojisiyle ilgili önemli gözlemleri olan bu film, Erksan’ın başyapıtlarından biri olarak karşılandı. Nitekim film çekilmesinden 45 yıl sonra, Martin Scorsese başkanlığındaki Dünya Sinema Vakfı tarafından Fatih Akın’ın girişimleriyle restore edildi ve 2008’de Cannes’ Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu. Koçyiğit, ileride Erksan’la ilgili olarak, “Sinema dilini ve tecrübesini iyi ki ilk defa böyle bir ustayla yaşamışım” diyecekti.

Değeri zaman geçtikçe anlaşılan ve en önemli filmlerinden birine dönüşen ‘Sevmek Zamanı’nı 1965’de yönetti. Suretine âşık olmak konusunu işleyen, başrollerini Müşfik Kenter ve Sema Özcan’ın paylaştığı, sisler altındaki sandal sahnesiyle akıllara kazınan film, Erksan’ın gerçeküstücülüğe yaklaşan anlayışıyla sinemanın başyapıtları arasına girdi.[15]

Son filmi ‘Kuyu’nun senaryosunu gazetedeki bir haberden yola çıkarak yazmıştı. Filmde belalısı tarafından kaçırılan bir kadının dramını anlatıyordu. Film sevmediği bir adama direnmeye çalışan kadın üzerinden “Kadın Sorunu”na odaklanıyordu.

* * * * *

“Metin Erksan’ın en güzel şiiri hangisiydi?”[16] sorusuna; yaşamı ve yarattıklarıyla tutturduğu düzeydi, yanıtını vererek; Uğur Vardan’ın altını çizdiği gerçekle noktalayalım Ona dair yazdıklarımızı:

“Vefatıyla birlikte basında hakkında çıkmış onca yazı, çizi, anı, anekdot, görüş vs… Bu bir vefanın ve kadir bilmişliğin ifadesi olsa gerek diye düşünüyorum. Amma velakin 7 Ağustos 2012 sabahı Lütfi Kırdar’daki son buluşmaya gelenlerin sayısı, bizi yeniden ‘gerçeğin çağrısı’yla buluşturuyor. Yaklaşık 200-250 kişi gelmiş vedalaşmaya… Sabahattin Çetin de bu manzarayı şöyle yorumladı: ‘Metin Erksan işte şimdi gerçekten öldü’…”[17]

 

18 Mayıs 2018 18:43:48, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:206, Eylül 2018…

[1] Kurtuluş Kayalı, Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek, Tezkire Yay, 2004.

[2] “Erksan’ın Vasiyeti İçin Bakanlar Devrede”, Hürriyet, 6 Ağustos 2012, s.6.

[3] Sungu Çapan, “Sansürün Gazabına Uğradı”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2012, s.16.

[4] Güneş Özayten, “Öğrencisinin Gözünden Bir Sinema, Kültür ve Düşün Adamı: Metin Erksan”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2012, s.2.

[5] Kurtuluş Kayalı, Metin Erksan Sinemasını Okumayı Denemek, Tezkire Yay, 2004.

[6] Metin Erksan, Sanat Olayı, No: 24, Mayıs 1984.

[7] “Erksan İçin Son Görev Yarın”, Radikal, 6 Ağustos 2012, s.32.

[8] Ezel Akay, “Karamanlı Huysuz İhtiyar ve Sopası”, Radikal, 8 Ağustos 2012, s.28-29.

[9] Ali Özgentürk, “Kendi Dilini Oluşturdu”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2012, s.16.

[10] Atilla Dorsay, “En Yaratıcı Yönetmen”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 2012, s.16.

[11] Sadık Çelik, “Metin Erksan’ın Ardından”, Cumhuriyet, 11 Ağustos 2012, s.15.

[12] Selim İleri, “Metin Erksan’ın İçini Açan Söyleşi”, Hürriyet Kitap Sanat, Yıl:1, No:36, 27 Ekim 2017, s.8.

[13] Eyüp Can, “Bir İnsan Kaç Kez Ölür?”, Radikal, 7 Ağustos 2012, s.4.

[14] “Erksan’ın Vasiyeti İçin Bakanlar Devrede”, Hürriyet, 6 Ağustos 2012, s.6.

[15] Nil Kural, “Buruk Yaz”, Milliyet, 5 Ağustos 2012, s.7.

[16] Hakan Güngör, “Metin Erksan’ın En Güzel Şiiri Hangisiydi?”, Sanat ve Hayat, No:46/07, Bahar 2017, s.29-31

[17] Uğur Vardan, “Şimdi Gerçekten Öldü”, Radikal, 8 Ağustos 2012, s.31.

 

Temel Demirer

hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan); ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim... 54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım... Okur yazarım... Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.