Aktüel Yorum

Sağın ‘meyve’leri: 4 maaş, Hak-İş ve Babacan…

Biri diğerine bir alternatif olarak ortaya çıkarken bile son noktada ‘birbirlerini yemiyorlar’… Türkiye kapitalizmini kim daha iyi yönetir çekişmesinde sermayeyi cezbetmenin, emekçileri kandırmanın kendi alelusul yollarını kullanıyorlar. Türkiye, sağcı çekirdeğin çürük meyvelerinden başka seçeneği yokmuş sansın isteniyor.

18 Şubat 1981 günü, ‘Milli Güvenlik Konseyi’nin başkanı sıfatıyla Türkiye’nin devlet başkanlığı koltuğunu işgal eden Kenan Evren, cunta yönetiminin 45 sayılı karar metnini imzalamaktadır. İmzaladığı karar Hak-İş konfederasyonuna yeniden faaliyet izni vermektedir ve Hak-İş yöneticilerinin Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’na yaptığı, “Biz 12 Eylül öncesi anarşiye karışmadık” mealindeki başvuru üzerine alınmıştır. O başvuruda Hak-İş, cuntaya bağlılık bildirip ‘çalışma izni’ niyaz etmişti. Evren Paşa merhamet buyurdu ve Hak-İş, 20 Şubat 1981 günü yeniden faaliyete başladı.

O esnada 600 kadar DİSK üye ve yöneticisi, binlerce işçi hapisteydi…

Bakmayın bugün kendi internet sitelerindeki ‘Tarihçe’ bölümünde “Hak-İş, daha henüz mücadelesinin başındayken 12 Eylül engeliyle karşılaştı” yazmalarına. Evren’den çalışma iznini koparttıktan 10 ay sonra, 19-20 Aralık 1981’deki Genel Kurul’da, genel başkanları Aziz Yılmaz şöyle demişti: “12 Eylül yönetiminin gerek ülkemiz içinde ve gerekse uluslararası münasebetlerdeki keskin ve kararlı tavrını gönülden destekliyoruz.”

“12 Eylül yönetiminin keskin ve kararlı tavrı” neydi peki? Evren’in darbe günü radyo ve televizyondan yaptığı o meşhur konuşmaya bakalım:

“Çalışkan ve vatanperver Türk işçisinin ekonomik koşullar çerçevesinde her türlü hakları korunacaktır. Ancak, temiz Türk işçisini sömüren, onları kendi ideolojik görüşleri istikametinde kullanmak için her türlü baskı oyunlarına başvuran, işçinin hakkı yerine kendi menfaatlerini ön planda tutan bazı ağaların bu faaliyetlerine asla müsaade edilmeyecektir. Tüm işverenlerin iş barışının koşullarını sağlayacak esaslardan ayrılmadan üretimin arttırılması ve ihracata yönelik gayretlerin gelişmesine yardımcı olmaları için her türlü tedbir alınacaktır.”

İşçi sınıfına karşı tutumunu bu kadar açıkça ifade eden, büyük sanayi burjuvazisinin bizzat Vehbi Koç imzasıyla “destek ve bağlılık” bildirdiği, işveren sendikaları (TİSK) başkanının “Bugüne kadar hep işçiler güldü, bundan böyle biz güleceğiz” diye selamladığı 12 Eylül’ü, Türk-İş ve Hak-İş de, gasp edilmiş bir “işçi cephesi”nden işte böyle destekliyordu.

* * *

O yıllarda, Hak-İş’e bağlı Hizmet-İş’te bir elektrik teknisyeni hızla öne çıkmaya başladı: Mahmut Arslan… Sendikacılığa, Konya Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Daire Başkanlığı’nda çalışırken, henüz 1979’da başlayan Arslan, 1982’de Hizmet-İş mali sekreterliğine, 1983’te genel sekreterliğe getirildi. 2002’de Hizmet-iş genel başkanı oldu. Hak-İş Başkanı Salim Uslu 2011 seçiminde AKP’den milletvekili olmak için görevi bırakınca da konfederasyon başkanı… 2015 ve 2019’da Hak-İş başkanlığına tekrar seçildi.

1979’dan 2019’a kadar gelen ve Türkiye’nin pek çok çalkantı yaşadığı 40 yıl boyunca, neredeyse saat gibi işleyen bir kariyer…

* * *

İşte böyle bir kariyere sahip olan Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan, “Başkanlık Sistemi”ne geçildikten sonra Aile bakanlığı ile birleştirilen Çalışma bakanlığında, Bakan Zehra Zümrüt Selçuk ile basına kapalı bir görüşmedeydi dün… Gündemde, yüzbinlerce kamu işçisini kapsayan 2019 Dönemi Toplu İş Sözleşmesi görüşmeleri vardı. Hükümet daha önceki pazarlıklarda yaptığı (60 lira seyyanen ve yüzde 6 ile yüzde 4 olmak üzere yıllık iki zam) teklifi değiştirmeyince, görüşmeleri yürüten Türk-İş bayramdan sonra eylem kararı almıştı. Bakanın, Arslan başkanlığındaki Hak-İş heyetini ‘makamında kabul etmesi’ tam bu güne denk gelmişti.

 

Kamu işçilerinin toplu sözleşme koşulları, emeğiyle geçinen herkesi yakından ilgilendiriyor. Çalışan hemen herkesin ücret koşulları, biraz buradan çıkan sonuca bağlı olarak değişecek. Bir de şöyle söylersek: Hükümetin, uzayan krizin büyük yükünü sermaye lehine emekçilerin sırtına yıkma taktiği burada sınanacak. İşte bu koşullarda, enflasyonun yüzde 20’yi aştığı, gıdada 30’ları bulduğu, elektriğe yüzde 44, doğalgaza yüzde 35 zam gelmiş bir dönemde; hükümet işçilere yüzde 6+4 zam ve 60 lira ile adeta sadaka teklif etmişken; Türk-İş –bile– eylem kararı açıklamışken, Hak-İş Başkanı masanın işçi tarafını ‘bölüyor’ ve teamül dışı bir görüşme yapıyor bakanla… O görüşmede hükümet teklifi 80 lira seyyanen ve 7+4’e ‘yükseltiyor’… İşçilerin talep ve beklentileriyle bu alay eder gibi ‘yükseltilen’ teklif arasında öyle bir uçurum var ki, Hak-İş Başkanı da bakanın yanından çıkınca, bu teklifin ‘kabul edilemez’ olduğunu söylüyor mecburen. Ama toplamda, pazarlık masasının işçi tarafını bölmekle kalmıyor, hükümetin en çok çekindiği eylemlilik sürecinde Türk-İş’in yanında yer almayacağını da beyan etmiş oluyor.

* * *

Söylemekten bıkmamalı: 12 Eylül darbesi, 24 Ocak Kararları adı verilen sert istikrar programının uygulanabilmesi, Türkiye’nin uluslararası kapitalizme tam entegrasyonu, bu kapsamda Türkiye’den öncelikle beklenen ucuz ve giderek esnek işgücü pazarının tesis edilmesi ve elbette tüm bunların yapılabilmesi için işçi sınıfı direncinin ve Türkiye tarihinde görülmemiş bir kitlesel etki alanına ulaşan sosyalist hareketlerin yok edilmesini amaçlıyordu. Sol, işkence, infaz, idam, uzun hapislikler ile fiziki olarak ezilirken, topluma yönelik ikili bir burgaç çalıştı. Bunlardan ilki, toplumsal dayanışma, örgütlülük, hak bilinci yerine, bireyciliğin, rekabetin ve devletten korkunun geçtiği bir apolitizasyon idi. İkincisi ise özellikle emekçiler ve uygulanacak programla sayılarının giderek artacağı bilinen, güvencesiz, kayıt dışı, geçici işçilerle işsizleri, çözülen taşradan şehirlerin banliyölerine akmak zorunda kalacak tarım kökenli yoksul nüfusu hedef alan bir dinselleşme.

Hak-İş, bu ‘dinselleşme’ bahsinde stratejik önemdeydi. 12 Eylül’de, ne Hak-İş cuntanın faşistliğine karşıydı ne de cunta Hak-İş’in dinciliğine. Bilakis, yaklaşan dönemin, uluslararası ve yerli sermayenin tasavvur ve talep ettiği ‘Yeni Türkiye’nin tohumlarından biriydi. Türkiye’nin kapitalistleşmesiyle burjuva siyaset ve bürokrasisinin yetenekleri arasındaki gerilimden kaynaklı kısa bir kriz ve düzeltme hareketi olan 28 Şubat dönemi dışında hiçbir iktidarla sorun yaşamadı. Bu iktidarların sonuncusu olan AKP’nin tarihsel kökleriyle ve kendisiyle ise organik denebilecek bir ilişkideydi. 12 Eylül’ü selamlarken de; 90’larda sulu ağızlarıyla ‘sınıfını ölümü’nü kutlayan kapitalistlerin ideolojik alanına “Biz sınıf örgütü değil sivil toplum örgütüyüz” diye su taşırken de; 2000’lerden itibaren emeğin, ülke tarihindeki en hoyrat ve kuralsız sömürü düzenine mahkum edilmesi politikalarını desteklerken de aynı fonksiyonu yerine getiriyordu. 2000’lerde ülke yönetimini ele geçirenler, daha adil bir üretim ve paylaşım düzeni önermediler bile. Onların yaptığı, darda ama örgütsüz bir halkın o çaresizlik içinde küçülen umutlarını istismar etmekti. Bunu yapan çok bileşenli neo-İslamcı konsorsiyumun bir parçası oldular. Bu ilişkiler onları, şimdi ‘temsil’ ettikleri işçilerin beklentileriyle hükümetin niyeti arasındaki uçuruma rağmen, hükümet ve sermaye lehine davranmaya zorluyor. Orman Genel Müdürlüğü’nde, Çaykur’da, AKP’li belediyelerde ve başka bir çok yerde, siyasi baskılarla ‘örgütlenip’ genişlemenin bir diyeti olmalı elbet.

* * *

Ama işte, şartlar o kadar belirsiz görünüyor ve o kadar ‘hızlı değişmeye’ açık duruyor ki, Hak-İş bile bir mesafe payı koymak zorunda kalıyor. İşçilerin pazarlık gücünü bölüyor, ama hükümetin teklifine de tamam diyemiyor. Çünkü içinde bulundukları egemen şemsiye altındaki kaynamayı onlar da görüyor.

 

Büyük sermaye, Erdoğan yönetimiyle bir tür boşanma protokolünü geçtiğimiz mayısta ilan etmişti zaten. 23 Haziran bunu pekiştirdi. Babacan (ve Gül) ekibi, perşembe günü yayınladıkları ve kolları sıvadıklarını ilan eden metinde, “katılımcılık”, “temsil gücü yüksek kadro”, “diyalog”, “ekonomik ve finansal istikrar” gibi ifadelerle yerli yabancı sermayeye bir argüman ortaklığı gözü kırptı. “İnsan hakları ve özgürlükler”, “çevre”, “iklim krizi” gibi kavramlarla da toplumsal muhalefetin konusu olan meselelere ilişkin bir yeni-liberal/yine-liberal söylemin ucunu gösterdi. Belli ki çeşitli sermaye grupları bu hareketi şimdiden destekliyor. AKP iktidarının geleneksel müttefiki olan ticaret ve daha küçük sanayi burjuvazisinin örgütleri, ticaret ve sanayi odalarıyla bunların çatı örgütü TOBB da açık bir destek göstermese de, en azından ‘belirsiz’ bir alanda durmayı sürdürüyor. (TOBB Başkanı Rifat Hisacıklıoğlu’nun önceki akşam Trabzon’da sarf ettiği şu sözlere dikkat çekelim: “Dünyanın en büyük ekonomileri arasına girmeyi hedefliyoruz ve bunu da kimseyi ötekileştirmeden, birlik ve beraberlik içinde sağlayabiliriz.”)

Sermaye çevrelerinde genel bir Babacan eğilimi olduğu, bir kısmının ise suskunlukla beklediği, şu nedenle ya da şu korkuyla açık tutum almayanların da zamanla tavırlarını daha net gösterecekleri anlaşılıyor. ‘ümmeti böldü’ diyerek karşı durulmaya çalışılan Babacan, belli ki daha tehlikeli bir sur örüyor ve sermayeyi birleştiriyor.

* * *

Geçen haftanın hengamesinde yeterince üstünde durulamayan, ama birbiriyle bağlantılı ve bugünkü tabloyla ilgili çok şey söyleyen iki gelişme oldu.

İlki, Fahrettin ve Fatmanur Altun ailesinin kamudan toplam 4 maaş aldığının ortaya çıkmasına dair haberlerin yayından kaldırılması kararıydı. Fatmanur Altun, “burjuvaziye çalışsak daha çok kazanırdık, devlete gönül indiriyoruz 4 maaş gözünüze batıyor” minvalinde bir yazıyla bu haberlerin doğruluğunu teyit etmişti, ama mahkeme buna rağmen haberleri kaldırttı.

İkincisiyse, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın, kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi Hastanesi’nin, yine Koca’nın genelgesiyle ‘ileri düzey hastane’ ilan edilmesi ve Atatürk Orman Çiftliği ile TCDD Müze binasının Medipol Üniversitesi’ne tahsis edilmesine ilişkin haberlere erişim engeli getirilmesi…

Siyasal rejimin, bürokratik imtiyazları, müze binalarına varıncaya kamu kaynaklarını, giderek daha daralan bir kendi elit çevresine dağıttığını gösteren; ama yalanlanamayan, doğru değil denilemeyen bu haberlere getirilen erişim engelleri, ‘taban’ diye gördükleri halktaki hoşnutsuzluğun verdiği sıkıntıdan kaynaklanıyor. Ama bu gayret de ‘çözüm’ için yeterince etkili olmuyor. Nitekim bu haberler Evrensel’den, Sol’dan, bianet’ten, Duvar’dan mahkemeler marifetiyle kazınsa bile vatsap gruplarında, sosyal medyada dolaşmış bulunuyor ve dolaşmaya devam ediyor. Giderek artan ekonomik sıkıntılar içindeki kalabalıklar, bu derin yozlaşmayı, neredeyse can havliyle toplumun tüm kaynaklarına; ‘devletin kasasına’, memleketin tarihi binalarına, 100 yaşına yaklaşan sembol çiftliklerine, dağlarına, göllerine, ırmaklarına, vadilerine, ağaçlarına, canlılarına el atan bu doymak bilmezliği görüyor.

Bu koşullarda, son 40 yıla damga vuran siyasi geleneğin aktörleri görülüyor sadece sahada. Türkiye sağının, mukaddesatçı milliyetçiliğin, neo-İslamcılık ve Osmanlıcılığın, dinciliğin, ülkücülüğün aktörleri… Haklarında ‘ümmeti bölüyor’ denilenleri sermayeyi ve uluslararası ihtiyaçlarını ‘birleştirmeyi’ başarabilecek bir programla çıkmaya hazırlanırken; iktidara tutunmaya çalışanlar emekçileri ‘bölüyor’, ormanına doğasına sahip çıkan insanları ihanetle suçluyor. Ama biri diğerine bir alternatif olarak ortaya çıkarken bile son noktada ‘birbirlerini yemiyorlar’… Türkiye kapitalizmini kim daha iyi yönetir çekişmesinde sermayeyi cezbetmenin, emekçileri kandırmanın kendi alelusul yollarını kullanıyorlar.

Türkiye, sağcı çekirdeğin çürük meyvelerinden başka seçeneği yokmuş sansın isteniyor.

Hakkı Özdal

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı.
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.