Aktüel Yorum

KİTLE ÖRGÜTLERİ VE DEMOKRATİK İŞLERLİK[*]

TEMEL DEMİRER

“Gerçeğin yalan, yalanın da gerçek gibi

göründüğü bir dönemeçteyiz şimdi.”[1]

 

Sendikalarda dahil bilumum kitle örgütlerinde hâlâ (ve ne yazık ki![2]) demokratik işlerliği tartışıyoruz.

Her gün, tüm zamanlarda ve yeniden, yine…

Gelin bu netameli mesele üzerine konuşmayı -istemesek de- sürdürelim!

 

TARTIŞMA KÜLTÜRÜ

 

Hayır; usulüne, adabına uygun tartışmaya karşı değilim; “müsademe-i efkârdan barika-i hakikât doğar,” diyenlerdenim.

Birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunması; görüş alışverişi olarak tartışma; açık siyasal ideolojik mücadele, örgütün birliğini güvenceye alabilecek biricik normdur.

Zayıflıklarını tartışmaktan korkan bir örgüt için felaket(ler)in kaçınılmaz olduğunun altını çizerek, “Açıklık kendi açtığı yarayı, kendisi iyileştiren bir kılınçtır,” diyen V. İ. Lenin’in vurgusunu anımsamakta yarar var.

Herhangi bir örgüt için tartışma ve eleştiri bir yük veya vazgeçilmesi mümkün olan bir lüks değilken; tartışma yığınlar önünde olur.[3]

Bir yargıyı, bir düşünceyi ya da öneriyi çürütme, değiştirme amacıyla yapılır tartışma.

Tartışılmazlık “iddiası” saçmadır ve elbette -tartışmasız- tartışılır,

Tartışma (münazara/ debate) bir kültürdür; asla bir çekişme, niza, kavga, ağız dalaşı ve “gölgemizi bile çiğnetmeyiz” dayatmasına dönüşmemelidir.

Taraflar birbirlerinin fikirlerini dinlediğinde gerginlik yaratmadan, yapıcı bir biçimde sonuçlandırılabilir aksi hâlde tartışma ya sonuçsuz kalır ya da sonucu pek iç açıcı olmaz.

Kişiler ya da kümeler arasındaki anlaşmazlıktan, fikir ayrılığından ötürü gündeme giren tartışma bir ortak noktaya varmak için önemli olabileceği gibi, sadece tartışmanın kendisi de önemli olabilmesi söz konusu olur. Örneğin öteki, başka fikirleri dinleyerek, görüş açılarının genişlemesi ve hem de demokratik dinleme/ kabullenme olgunluğunun artması gibi…

Düşünce ve kanıları değiştirmeye yönelik anlatım biçimi olarak tartışma bir olgunluktur.

Tartışmanın iki yolu vardır: Münazara, münakaşa…

Düşüncelerin doğru ya da yanlış olduğu tartışılır. Ancak duygusallıktan uzak!

Duygu, düşünce değildir.

Duyguyu, düşünce diye sundunuz mu? Münazara, münakaşaya tahvil olur.

Kavgayla eş tutulur.

Bilgisi olmadan “fikri olan” münakaşa hoşgörüsüzlüğü; bencil empati eksikliğidir.

Tartışma bir yol gibidir. Gideceğiniz yeri biliyorsanız beyhudedir.

Johann Wolfgang von Goethe’nin, “Bir tartışma sırasında, kızdığımız anda gerçek için uğraşmayı bırakır, kendimiz için uğraşmaya başlarız,” saptamasındaki üzere münakaşa yani empati kurmadan saldırmak bir açmazdır!

Muhalif ile muktedir (azınlık ile çoğunluk) arasındaki tartışmada sataşma, dalaşma, çarpışma çözüm değildir.

 

MUHALİF İLE MUKTEDİR

 

Muhalifin (azınlığın) muktedire (çoğunluğa) itirazında somutlanan tartışma özü itibariyle bir karşı çıkmadır.

Elie Wiesel’in, “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir, fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı!” saptamasıyla betimlenmen karşı çıkmak, bir düşünce veya kararın karşıtını ileri sürmekken; her yönetim; itiraza, karşı çıkışa hazımlı olmalıdır.

Olmadı mı? Karşınıza bürokratik deformasyonu muktedir figürü dikilir.

Ekleyelim: “En güçlüden bile güçlü” anlamına gelir muktedir.

O iktidardakidir; “yaptırımı” olandır.

Bülent Somay ın “because he can/ çünkü yapabilir” diye açıkladığıdır.

Özetle iktidarın, çoğunluğun her şeye sahip olması; gücünü yetirmesi, kontrol altına alması; onu haklı kılmazken; muhalefetten, muhaliften nefret etmesini de doğrulamaz!

Sorgulayan, farklı düşünen, değişik düşüncelere açık, ufuk genişleten, tek tip bakmaktan ve yorumlamaktan imtina eden eleştiriye muhalif denir.

Yani muhalif, muktedire (ya da çoğunlukla) aynı görüşte olmayan anlamına gelir.

Karşıt olan yani aleyhtardır.

Muhalif, hegemonik olana itirazdır.

Muktedir resmi ideolojiler, kendilerini yaşatacak ve taşıyacak özneler üretirken; muhalif, böyle bir özne olmayı reddedendir.

Bu elbette “azınlık” denendir; ancak unutulmasın: Az sanılan ama çok olan şeydir azınlık(lar)…

“Normalin/ normal olanın” sorumlusu(?) olduğunu “iddia” eden insan(lar)ın grubudur çoğunluk…

“İyi de çoğunluğa uyulur; çoğunluğun dediği olur” mu? Hayır!

“Çoğunluk” olmak; her zaman ve otomatik olarak haklı olmak anlamına gelmez; gelemez! (Mesela İtalya 20’lerinde Mussolini’yi, Almanya 30’larında Hitler’ destekleyenler de çoğunluktu…)

Nihai olarak konjonktürel bir güçtür, güçlülüktür çoğunluk.

Çoğu insanın seçimlerinde etkili olup, aslında istemedikleri şeyleri sadece onay görmek uğruna yaptıran bir grup insan.

Çoğunluk istediğini yapıp, istediğini yaptırırken; empatiden yoksun olması yanında; “sürü psikolojisi”nden malûl”dür! (Çoğunluk yanlıştır; tehlikelidir…)

O; “Eğer ben azınlıkta olsaydım ne olurdu?” diye düşünmeyendir…

Beğenmediğini itham ve infaz etme hakkını kendinde görendir…

İstemediğinin yok olmasını istediğinin hâkim olmasını sağlayabilendir…

“Kararları verip, doğruyu belirleyendir,” kendince…

Genelde çoğulcu siyasetten pek haz etmez çoğunluk…

Çoğunluk kendisini, “Terbiye, ahlâk, din, kutsal, disiplin, ortak çıkar, vb’i” diye sunar!

Özetle çoğulluk ile karıştırılan kavram çoğunluk. “Yarıdan fazla” anlamına gelir. Yüzde 51 ve yukarısına tekabül eder. Yüzde 49 ve aşağısını takmaz!

 

ELEŞTİRİNİN İFADESİ VE DİSİPLİN

 

İfade özgürlüğü; Alighieri Dante’nin ‘İlahi Komedya’sında dile getirilen, “Segui il tuo corso e lascia dir le genti/ Sen kendi yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler,” cüretidir!

Ya da muhalifin (azınlığın) muktedire (çoğunluğa) itirazı doğası gereği eleştirinin ifadesi (özgürlüğü) meselesidir.

Muhalifin (azınlığın) derdini dillendirmesi; Rosa Luxemburg’un, “Özgür insan, başka türlü karar verme imkânı olan insandır… Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür,” diye formüle ettiğidir.

Vazgeçilemez ilkedir: Hiçbir nedenle fikirler sansür edilemez, yasaklanamaz, ifade özgürlüğü gasp edilemez; üzerinde yaptırım uygulanamaz!

Çünkü ifade özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün yanı sıra “olmazsa olmaz” bir haktır. Nasıl ki düşünce özgürlüğü yoksa ya da kısıtlanmışsa, bilime sekte vurulmuş olursa; ifade özgürlüğü olmadan da insan hakları ve özgürlük bir yalana dönüşüverir.

Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi olmaksızın fikir alma ve verme özgürlüğünü içerir.

İfade özgürlüğü de tüm özgürlükler gibi başkalarına zarar vermediği ve başkalarının haklarını tahakküm altına almadığı sürece her insanın hakkıdır.

Eğer bir düşüncenin ifadesi bir yerde yasaklanıyorsa, o yasaklanan düşüncenin gerçekleşme olasılığı hâlâ mevcuttur. Bunun kanıtı da o düşüncenin varolan sistem için bir tehlike olarak görülmesindedir. (ABD’nin McCarthy dönemindeki “cadı avı” buna bir örnektir!)

İfade özgürlüğü yani genel olarak eleştiri özgürlüğü veya fikirlerin savaşı olmadan, hayatın gelişmeyeceği ve serpilmeyeceği bilinmelidir. (Evet, evet eğer eleştiriden korkuyorsan, hiç bir şey söyleme, hiç bir şey yapma, hiç bir şey olma…)

Gerçeklik eleştirinin temeliyken; eleştirinin eğitici ve itici etkisi de somut gerçeklikle doğrudan bağıntılıdır.

Bir şeyin daha iyiye gitmesi için veya bir yanlışın düzeltilmesi için yapılan bir değerlendirme eylemi ya da değerlendirme sanatı olarak eleştiri için Edward Said, “Eleştiri bilinci dediğimiz, nihayetinde, alternatiflerden yana olma yönünde karşı konulmaz bir eğilim değil midir?” derken; Nurullah Ataç da ekler: “Çıkarlarımıza bağlı olmak, duygularımıza bağlı olmak bir kulluk, tutsaklıksa, özümüzün kölesi olmaksa, bizim düşüncemizden başka doğru düşünce olmayacağını sanmak da gene öyle bir kulluktur.”

Kolay mı?

Kapitalist yabancılaşma, meta fetişizmi cehenneminde insan(lar)ın bilgi ile malûmatı, geçici ile kalıcı olanı karıştırdığı koşullarda “Eleştiri… sesini her zamankinden daha gür ve yüksek perdeden çıkarmalı”yken;[4] “Size soruyorum. Bir düşünün bakalım. Bilinçsizce neleri alkışladınız şimdiye dek… Alkışın seni allak bullak etmesine, eleştiri yeteneğini körletmesine izin verme… Şunu hiçbir zaman unutma. Alkışlayan sorumludur,”[5] diye ekler Cengiz Gündoğdu…

Bunlar böyle olsa da ya da çoğunluk her türlü eleştiriye açık olduğunu söylese de; aslında çoğunluk negatif şeyler duymak istemezken; bu hâl kitle örgütlerinde “disiplin”le “gerekçe”lendirilir!

Ki bu da, disiplinsizliğin ta kendisi olan “bürokratik disiplin”dir!

Evet her bürokratik disiplin dayatması, disiplinsizliğin ta kendisiyken; keyfi yönetim(ler), gerçek bir disiplin suçudur.

Şüphe yok: Disiplin, elbette azınlığın çoğunluğa uymasıdır; ama azınlığın haklarını gasp ya da tasfiye etmemek şartıyla!

Unutulmasın: Örgüt bütün azınlıkların hakları ve bütün meşru muhalefet imkânlarını garantiler; aksi hâlde bürokratik olur!

 

BÜROKRASİ VE (DEMOKRATİK) MERKEZİYETÇİLİK

 

Sendikalarda dahil bilumum kitle örgütlerin başındaki bela, bürokratik deformasyondur.[6]

Bürokrasi terimi ilk kez 1745’te Yunanca “Yönetmek” fiilinden türetilmiş bir terim olan “bureau (büro)” kelimesine hem “daire”, hem de “yazı masası” anlamı yükleyen Monsieur de Gournay tarafından kullanılmıştı.

Yani bürokrasi “büro gücü”dür. Latince “büro” bildiğimiz büro; “cracy” ise güç demek. Özetle bürokrasinin kelime anlamı, kurumlarındaki yavaş ve karmaşık yapılanmanın zararlı sonuçları diye tarif edilebilir.

  1. İ. Lenin’in, “Bürokrasiden konuşuyorlar… Bürokrasi işin çıkarlarının, kişisel çıkarların altına konulması demektir. Dikkati mevkilerde odaklaştırmak ve işin kendini görmezden gelmek demektir,”[7]biçiminde tanımladığı konuda Karl Marx da şunların altını çizer:

“Bürokrasi… biçimsel amaçlarını öz hâline getirdiği için gerçek amaçlarla her yerde çatışır. Bürokrasi, içerik yerine biçimi koyar… Bürokrasi bir fasit çemberdir. Bürokrasinin hiyerarşisinde, baştakilerle alttakiler karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdırlar. Baştakiler, ayrıntıları bilmediklerinden, ama ayrıntıyı bilmek zorunda olduklarından aşağı kademelere, aşağıdakiler de bütünü bildikleri ve kendileri dışındaki güçlere karşı tek sığınacakları yer olduğu için baştakilere boyun eğerler. Böylece karşılıklı olarak birbirlerini aldatırlar.”[8]

Pascale Gisselbrecht, “Bürokrasi” başlıklı şiirinde “Boş bakışlı soğuk bir bey/ Un monsieur fade au regard vide” diye betimlediği bürokrasi için Max Weber, “Bureaucracy is among those social stuctures which are hardest to destroy/ Bürokrasi, yıkılması en zor sosyal yapılardandır,” vurgusuyla bürokrasinin çevreye de bağlı olarak negatif ve pozitif sonuçları olacağını belirtmiştir.

Ayrıca Max Weber’in teorik ele alışı, bürokrasiyi olumsuz gören ve yok etmek isteyen görüşle, onun insanlığın en etkin örgütlenmesi olduğunu ileri süren görüşün ortasında yer alır.

Max Weber’e alternatif olabilecek olan bir bürokrasi teorisi ise post-yapısalcı Michel Foucault tarafından geliştirilmişti. O, bürokrasinin veya bürokratik bir örgütün mimarisinin onun sosyal yapısı ve yetki sistemiyle doğrudan ilgisi olduğunu göstermişti.

Genelde bürokratik örgütler hiyerarşik yapıya uygun şekilde en üst katlar en yüksek hiyerarşiye, en alt katlar en düşük hiyerarşiye ayrılmış şekilde katlar, koridorlar ve bürolardan oluşur. Bir örgütün binalarındaki açık alanlar, koridorlar ve odaların ayarlanması onun yetki sisteminin nasıl işlediği hakkında temel ipuçları sağlar. Bazı bürokratik örgütlerde insan grupları açık yapılarda birlikte çalışırlar. Çağcıl örgütlerin mimari yapılarındaki görünürlüğün ya da yokluğunun, yetki kalıplarını nasıl etkilediğini ve ifade ettiğini vurgular.

Doğası gereği merkeziyetçilikle var olan (negatif) bürokrasi, demokratik merkeziyetçiliğin askıya alarak, uygulamasını keyfi bir despotluğa dönüştürür.

Bu bağlamda yanlışa ve haksızlığa boyun eğilmesini dayatmak, bürokratik merkeziyetçiliktir.

“Hoşuma gitmeyen kişilere, görüşlere örgütte yer yoktur,” tutumu bürokratik deformasyonun dayatmasıdır.

Ve nihayet bürokratik merkeziyetçilik, “Her şey benim” demektir.

Ama bunun da bir panzehiri, yani merkezi gücün, kolektif yerel birimlerine dağıtılmasıyla var olan ademimerkeziyetçilik vardır ki, bu da (sendikalardan bilumum kitle örgütlerine) muhtacı olduğumuz demokratik merkeziyetçiliktir.

Yığınlar önünde açık tartışma ve açık eleştiri ile gerçekleştirilebilmesi mümkün olan demokratik merkeziyetçilik ilkesi tartışma ve eleştiri hakkına mündemiçtir. Eleştiri ve itiraz demokrasinin özüdür, ruhudur, her şeyidir.

“Tartışma özgürlüğü, eylem birliği” ya da “İdeolojik mücadele, örgütsel birlik” gerekliliğiyle tanımlanan demokratik merkeziyetçilik ilkesinin anlamı: Demokrasi olmadan demokratik merkeziyetçilik ol(a)mazken; demokratik yönü zayıf ya da sınırlandırılmış bir merkeziyetçilik, bürokratizme ve kişi kültüne yol açar.

Merkeziyetçilikten arındırılmış bir demokrasi ise, küçük burjuva anarşizmi ya da liberalizme kaynaklık eder.

 

ÖRGÜTLENME VE EYLEM BİRLİĞİ

 

Demokratik merkeziyetçi bir öncünün siyasal bilinci, onun örgütlenme yeteneğinde yatarken; “Örgütsel sorunlar teknik değil, ideolojik meselelerdir,”[9] der Ernest Mandel…

Evet öncünün gücü, onun örgütlenme ve ikna yeteneğinde somutlanır; ancak ve ancak demokratik merkeziyetçi kolektif iradesiyle…

Eğer bu kolektif irade, “Çoğunluğum” diyenlerin “azınlık” ilan ettiği muhalefet tarafından itiraza maruz kalıyorsa; ortada ciddi bir soru(n) vardır.

Çünkü örgüt, belirli bir hedef için şu ya da bu ölçüde amaçlı, kararlı, bilinçli biçimde kurulan toplumsal gruplaşmadır. (Bu tanıma göre örneğin komşuluk bir örgüt değildir.)

“Her örgütün karakteri doğal ve kaçınılmaz olarak eyleminin içeriği ile belirlenir.”[10] Örgüt sürekli hareket eden ve değişen bir varlıkken; her örgütte resmen belirlenmiş en temel ilişki alanı alt-üst ilişkileridir. Örgütün başarısı büyük ölçüde alt-üst ilişkilerinin verimine bağlıdır.

Alt-üst ilişkileri, havası alınmış bir şişenin içinde değil, belirli tarihsel, kültürel, sosyo-psikolojik ve örgütsel özellikler taşıyan somut çerçevede yer alırken; demokratik merkeziyetçiliği ve taban inisiyatifini esas alır.

Eğer bir yönetici, örgüt içinde tüm öteki yöneticiler tarafından sevilen ve sayılan bir yöneticiyse çok daha demokratik, çok daha izin verici bir çalışma biçimi götürebilir ve bununla daha yüksek moral ve verimliliğe ulaşabilir. Yeterince yüksek kabul görmeyen bir yönetici ise, daha disiplinli bir yönetim biçimi uyguladığında daha yüksek moral ve verim getirir. Yine aynı araştırmanın bulgularına göre hiyerarşi içinde önemli bir yer tutmayan yönetici demokratik ve izin veren bir yönetim biçimi uyguladığında liderliği çöker.

Örgütte eleştiri-özeleştiri örgütsel gelişmenin yasasıdır. Örgütte eleştiri-özeleştiri örgütsel gelişmenin yasasıdır. Eleştiri-özeleştiri örgütün büyüme yasasıdır ve unutulmamalıdır ki:[11]

“Senin iyiliğini esas isteyen, ‘sende şu kusurlar vardır,’ diyen kimsedir.”[12]

“Eleştiri, Nietzsche tarafından hiçbir zaman bir tepki olarak değil, ama bir etki olarak görüldü. Nietzsche intikam, kin veya hıncın karşısına eleştirinin edimliliğini koyar.”[13]

“Zekice eleştiri hiçbir zaman cesaret kırıcı değildir.”[14]

“Eleştirinin amacı eleştiri değil, doğruyu bulmaktır.”[15]

“Eleştiri olmadı mı, yalnız övgü olur.”[16]

Tüm bunlarla bağıntılı olarak örgütün varlık nedenidir eleştiri-özeleştiri. Örgütsel birliği gerçekleştirebilmek irade ve eylem birliğinin sağlanabildiği zeminlerde mümkünken; örgüt, üyelerinin iradelerini temsil etmekle mükelleftir.

Ve örgüt bürokrasinin özel mülkiyeti değildir.

Bu bağlamda öncü, yönetici olmalı ve bunun gereğini yerine getiren meziyetlere sahip olmalıdır.

Öncü, üyelerinin eliyle, yüreğiyle, beyniyle yönetici olur; bunun başka yolu da yoktur.

Sendikalardan bilumum kitle örgütlerine dek birlik-dayanışma-mücadele imkânları, “Eylemde birlik ajitasyon ve propagandada serbestlik” esasına dayalı eylem birliğini “olmazsa olmaz” kılar. Çünkü halk içindeki farklılıklar, ancak böylelikle bir araya getirilebilir.

Kaldı ki demokratik-merkeziyetçiliği temel alan mücadele örgüt/ve tarzları açısından hiçbir şey bir tabu/ dogma değildir.

Bu yolda örgütte bir amaç değildir, bir araçtır. Aslolan soru(n)lara doğru yanıtlar bulup, pratiğini hayata geçirmektir.

Yapılması gerekenler açısından örgütsel fanatizm bir labirenttir; oradan da çözüm çıkmaz.

Soru(n)lar doğru anlaşılmadan; dünya değiştirilemez; tartışma ve birbirinden öğrenme, değiştirme gücünün kaldıracıdır.

Tam da bunlar için “Farkındalık daima ilk basamaktır, Çünkü farkında olmadığınız bir şeyi değiştiremezsiniz,” der Don Miquel Ruiz.

Evet, evet farkında olmak ve farkına varılan şeyin gerçekliği ile yaşamayı bilmek; gerçekliği hayatına yedirip, aynı hızla yürümeye devam etmek vazgeçilemez bir tutumdur.

Örgütsel eylemin birliği, tartışma ile eleştiri-özeleştiridir. Tabandan eylem kararına uymayı istemek, onun eleştirilerine sırt dönmemeyi ve tartışmayı olmazsa olmaz kılarken; farklı düşünce ve davranışları kabullenmekte ikircimsiz olabilme cüretinden geçer;[17] tasfiyeden, muktedir dayatmalarından değil.

Bitiriyorum: “Sadece özgür insanlar birbirlerinin değerini bilirler,”[18] der Benedictus de Spinoza ve ekler Paracelsus’da: “Hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyi sevemez./ Hiçbir şey yapamayan, hiçbir şeyi anlamaz./ Hiçbir şey anlamayan, değersizdir./ Oysa anlayan kişi aynı zamanda sever, farkına varır, görür…” diye…

 

3 Mayıs 2019 15:18, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kamu Emekçileri Cephesi’nin 11 Mayıs 2019 tarihinde Ankara’da düzenlediği “Tartışma Toplantısı”nda yapılan konuşma… Kaldıraç Dergi, No:216, Temmuz 2019…

[1] Theodor Adorno.

[2] Bu konuda bkz: Sibel Özbudun-Temel Demirer, Örgütlü Mücadele Etiği ve Sosyalist Demokrasi”, Gelecek Dergisi (Kıbrıs), Yıl:3, No:83, Ocak-Şubat 2014… http://www.enyeniortam.com/sibel26.html

[3] “Konu eleştiri olunca, aklıma hep şu özdeyiş gelir: ‘Heykeli dikilmiş eleştirmen yoktur!’ Neden? Aslında biz değerbilir bir halkız; futbolcuların bile heykelini dikeriz. Ama öte yandan biz, tek başına ‘eleştiri’ kavramına bile soğuk bakarız.

Eleştiri, uygarlık düzeyini gösteren ölçütlerdendir. Tarihteki geri toplumlarda eleştiri yoktur: İlk Çağda bir köle, ya da Orta Çağda bir serf, efendisini eleştirebilmiş midir? Veya Türkiye’de ağasını eleştiren bir maraba çıkmış mıdır? Demek oluyor ki eleştiri, ancak aydınlanmış toplumlarda işlerlik kazanabilmiştir. O da sisteme dokunmamak koşuluyla…

Avrupa’da XIX. yüzyılda kimlik kazanabilen burjuva eleştirisine göre, ‘Sağlıklı, güzel çiçekler yetiştirmek isteyen bir bahçıvan, önce bahçedeki ayrık otlarını ayıklamalıdır.’ Bu eleştiri kavrayışı doğru gibi gözükebilir.” (Ahmet Say, “Eleştiri, Uygarlık Düzeyini Gösteren Ölçütlerdendir”, Evrensel, 3 Mart 2013, s.9.)

[4] A. Arnold, Eleştiri Anlamı ve İşlevi, M. Arnold, W. H. Pater, T. E. Hulme, T. S. Eliot,  Çev: Ahmet Aydoğan, İz Yay., 2002.

[5] Cengiz Gündoğdu, Eleştiri, İnsancıl Yay., 1994.

[6] Devrimden sonrasında, “Bürokratizmin ne denli ciddi bir konu olduğunu anlıyorum,” (V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:42, s.251.) der V. İ. Lenin.

[7] V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:7, s.362.

[8] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 1997.

[9] Ernest Mandel, Leninist Örgüt Teorisi, Çev: Oktay Emre, Yeniyol Broşür Dizisi:9, 2. Baskı, 1995.

[10] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, Çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.”

[11] “Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü eleştiri değil, devrimdir.” (Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, [Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.)

[12] Şeyh Sadi Şirazi, Bostan, Çev: Hicabi Kırlangıç, Kapı Yay., 2012, s.197.

[13] Gilles Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, Çev: Ferhat Taylan, Norgunk Yay., 2000.

[14] Virginia Woolf, Bir Yazarın Günlüğü, Çev:  Oya Dalgıç,: Everest Yay.,, 2014, s.25.

[15] Aziz Nesin, Korkudan Korkmak, Nesin Yayınevi, 2009.

[16] Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Çev:Nihal Yalaza Taluy, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2007, s.855.

[17] “Soru(n)ların çözümü için ne yapmalı?” konusunda şöyle der V. İ. Lenin: “Çabuk ve belirli bir tedavi için ne yapmak gerekmektedir? Bütün parti üyeleri sakin ve ayrıntılı olarak, a) ayrılıkların özünü ve, b) parti-içi savaşımın gelişmesini öğrenmelidirler. İkisini de öğrenmelidirler, çünkü anlaşmazlıkların özü savaşım sürecinde açığa çıkar, billurlaşır ve belirlenir (ve sık sık da dönüşür)… İkisi de öğrenilmelidir ve tam anlamıyla doğrulanabilen, en basit, basılı belgeler istenmelidir. Ancak umutsuz bir aptal sözlü bildirilere inanır.” (V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, Cilt:32, s.43.)

[18] Benedictus de Spinoza, Ethica, Çev: Çiğdem Dürüşken, Alfa Yay., 2014.

 

Temel Demirer

hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan); ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim... 54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım... Okur yazarım... Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.