Aktüel Yorum

GÜNDELİK YAŞAMI DÖNÜŞTÜRMEK: EKİM DEVRİMİ DENEYİMLERİ[*]

SİBEL ÖZBUDUN

“Düşleyebileceğin her şey gerçektir.”[1]

 

Ekim devrimi (ve onu önceleyen bütün bir devrimsel süreç), genç Sovyet ülkesinde yalnız siyasal yaşamda, yalnız mülkiyet ilişkilerinde değil, gündelik yaşamda ve onu biçimlendiren kültürde de köklü değişikliklere yol açmıştı.

1913 yılı itibariyle nüfusun sadece yüzde 28’i okur-yazar olan (bu oran 1860’larda yüzde 6 dolaylarındadır) uçsuz bucaksız, gelenekçi, ataerkil köylü toplumu, devrimi izleyen birkaç yıl içerisinde delicesine bir hızla ve her alanda dönüşüm sürecine girecekti.

Böylelikle örneğin 1926 yılına gelindiğinde okur-yazarlık oranı yüzde 51’e yükselmişti: bunun savaş, devrim ve iç savaş koşullarında gerçekleştiği, unutulmamalı. Çarlık Rusyası’ndan devralınan ve “Avrupa’nın en kötülerinden” olarak nitelenen konut sorunu da devrimin ilk birkaç yılı içerisinde, aristokratların ve zenginlerin malikânelerinin işçilerin ikametine açılmasıyla kısmen de olsa, çözümlenmişti. Sağlık alanında kaydedilen ilerleme, daha da devasa boyutlardaydı: Uzun süreli ve yaygın kötü hijyen koşulları, yoksulluk, cehalet ve ilkel yaşam koşullarının üzerine eklenen iç savaş, kıtlık, kitlesel göçler ve terhis olan askerlerin taşıdığı salgın hastalıklar, uyuz, kolera, tifüs, kızamık, verem devrim yıllarında ülkeyi kasıp kavurmaktaydı. Bolşevik iktidarının ilk yıllarında Rusya’da ortalama insan ömrü 30 yıl kadardı: Bu ülkeyi ABD ve İngiltere’nin 150 yıl gerisine taşıyordu. Devrimin öncelikli konularından biri olan sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve tüm Sovyet yurttaşları için ücretsiz erişime açılması bu boşluğun oldukça kısa bir sürede kapanmasına yol açacaktır.

Benzer bir değişime, aile yaşamında da tanıklık ederiz: Sovyet devriminin hemen ardından çıkartılan üçüncü kararname (ilki barış ilanı, ikincisi toprakların yoksul köylülere dağıtılması) ile kadınlar, Çarlık dönemi boyunca kendilerini tutsak eden tüm boyunduruklardan özgürleşiyor, kadın-erkek eşitliği yasal zeminde tam olarak güvence altına alınıyor, aile yaşamı dinin ve devletin müdahalelerinin dışına taşınıyor, boşanma kolaylaştırılıyordu.

Yalnız nikâhlar değil, din kamusal yaşamın tümüyle dışına sürülürken, ritüeller sekülerleştirilecekti. Sovyetler birliği tarihin ilk resmen ateist devleti olarak geçti kayıtlara.

Hiç kuşku yok ki toplumsal yaşamın bu alanlarındaki gelişmeler, “iyileştirme, ilerleme, refahın artması, yoksulluğun giderilmesi” vb. çabalarından ibaret değildi. Aynı zamanda, yeni ve komünistçe bir yaşamı toplumsal olarak kurma, burjuva yaşamın temel değerlerini dönüştürme, geleceğin devletsiz toplumlarında kolektif yaşamı sürdürme yetisine sahip, özgür, eşitlikçi, kolektivist ve kişilikli bireyleri biçimlendirme arayışının unsurlarıydılar, en azından, devrimin ilk yıllarında… Bu nedenledir ki, bu alanlarda Lenin ve devrimci partisi eliyle yürütülen çabalara göz atmakta fayda var.

 

Eğitim

 

“Tüm Rusya okumayı öğreniyor ve okuyordu -siyaset, iktisat, tarih- çünkü insanlar bilmek istiyordu… Her kentte, kasabaların çoğunda, cephe boyunca, her siyasal fraksiyonun kendi gazetesi vardı -bazen birkaç tane. Binlerce örgüt yüzbinlerce bildiri dağıtıyor ve ordulara, köylere, fabrikalara, sokaklara akıyordu. Onca zaman bastırılmış olan eğitime susuzluk, Devrim’le birlikte bir ifade çılgınlığı hâlinde patladı. Yalnızca Smolny Enstitüsü’nden ilk altı ay boyunca tonlarca, arabalar dolusu, trenler dolusu edebiyat fışkırarak toprağı doyurdu. Rusya okuma materyallerini kanmak bilmez kızgın kumların suyu içtiği gibi soğuruyordu. Ve bunlar, yozlaştıran masallar, sahte tarih, sulandırılmış din, ya da ucuz romanlar değil, sosyal ve ekonomik kuramlar, Tolstoy, Gogol ve Gorki’nin yapıtlarıydı.”[2]

ABD’li gazeteci John Reed devrimin ilk günlerinde toplumun en dip katmanlarını kavuran okuma tutkusunu böyle betimliyor.

Bu tutku, hem devrimin yönetim kadroları arasında karşılığını buluyor, hem de olanca olumsuzluğa karşın uygulanan radikal kampanyalar ve politikalar, öğrenmeye aç yığınları hızla eğitime dâhil ediyordu.

Bolşevik Parti’nin eğitim görüsü, başlangıçtan beri son derece iddialıydı. 1919-1927 yılları arasında devrimci hükümetin Eğitim Komiserliğini yapan Anatoly Lunacharsky olabilecek en kısa sürede devasa, sefil ve cahil kitlelere evrensel, ücretsiz, karma ve zorunlu eğitimi ve yükseköğrenimde fırsat eşitliğini sağlamak için kolları sıvadı. Parti’nin 1919 tarihli programı eğitim konusunda şu beş hedefi koymaktaydı:

  1. 17 yaşına kadar, Birleşik Emek Okulu’nda ücretsiz ve zorunlu genel ve politeknik eğitimi sağlamak;
  2. Kadınların kurtuluşunu desteklemek üzere bir okul-öncesi eğitim sistemi kurmak;
  3. Üniversite ve yükseköğrenim kurumlarını işçilere açmak;
  4. Mesleki eğitimin 17 yaşından büyük nüfus içinde yaygınlaştırılması;
  5. Komünist fikirlerin propagandasına koşut kitlesel yetişkin eğitim sistemi oluşturmak.

1918’de Sovyet hükümeti dinsel eğitimi yasaklayan, bütün okullarda karma eğitimi tesis eden, öğrencilerin özyönetimini hayata geçiren, not ve sınavları ilga eden ve üretken emeğe dayanan bir eğitim sistemini öngören bir kararname yayınladı.

Ancak Anatoly Lunacharsky, olağanüstü yoksunluk koşulları nedeniyle, bu düşünün gerçekleştiğini göremeyecekti. Uçsuz bucaksız bir coğrafyaya yayılan ülkede kitap, kalem, defter, tebeşir bulmak bir yana, öğrenci ve öğretmenlerin karınlarını doyurmak, ısınmalarını sağlamak başlı başına bir sorunlar yumağıydı. Sonradan Komünist Parti’ye katılacak anarşist bir gazeteci Victor Serge, iç savaşın eşiğinde eğitimcilerin karşılaştığı koşulları şöyle betimliyor: “Paçavralar içinde aç çocuklar kışın sınıfın ortasındaki, dondurucu soğuklara karşı biraz koruma sağlamak için mobilyaların yakıldığı sobanın etrafında toplaşırdı; dördü bir kalemi paylaşıyordu; öğretmenleri de açtı.”

Bir tarihçi ise, kıtlığı şöyle betimlemekteydi: “1920’de Narcompros (Eğitim Halk Komiserliği) altı aylık tahsisatı aldı: Altmış öğrenciye bir kalem, yirmi iki öğrenciye bir tükenmez, iki öğrenciye bir defter… Bir köyde bulunan karamel ambalajlarına el konularak yerel okulda kağıt olarak kullanıldı.” Durum öylesine vahimdi ki, 1921’de okuryazarlık Checka’sı kısa dönemli okuryazarlık kursları için hazırladığı broşüre “kağıt-kalem olmadan eğitim nasıl yapılır” bölümü eklemek durumunda kaldı.[3] Böylelikle her şey, tencere-tavalar, tahtalar, sıralar, soba, eski dergilerden kopartılmış sayfalar kağıt, kömür ya da tebeşir parçaları ise kalem yerine geçiyordu[4]… Öğretmenler, sefalet ücretleriyle yetinmek zorundaydı.

Devrimin bu koşullara tepkisi okulu yaşamın her alanına taşımak olacaktı. Askerler, işçiler, köylüler, yeni yetmeler arasında başlatılan okuma-yazma seferberlikleri, fabrikaların içinde ya da yakınlarında oluşturulan ve işçilere temel okuma-yazma ve aritmetik bilgilerinin verildiği rabfaki’ler, köylülük içinde okuryazarlığı yaygınlaştırmayı hedefleyen likbezy’ler, sendikaların okuma-yazma seferberlikleri,[5] genç üniversite öğrencilerinin ülkenin en ücra köşelerinde yürüttükleri okuma yazma kursları.

Okulları yaygınlaştırmanın bir başka yordamı da çok-dilli eğitim sistemidir. Her bölge kendi anadilinde eğitim vermekte, “ulusların ve halkların eşitliği” ilkesi doğrultusunda etnik ve dilsel azınlıklara Rusça’nın dayatılmasından uzak durulmaktadır. Aslında, azınlık dillerinin çoğu devrimden sonraki beş yıl içinde yazılı hâle gelmişti. Anadillerde eğitim, hem eğitimin yaygınlaşması hem de ulusların eşitliği ilkesinin hayata geçmesiydi.

Devrim yalnızca bu devasa zorlukları alt etme hedefini önüne koymakla kalmadı. Aynı zamanda eğitim sisteminde radikal dönüşümleri hayata geçirdi. Örneğin tüm eğitimde sınav ve not sistemi ilga edildi. Her türlü bedensel ceza yasaklandı. Öğrenim kuramsal olmaktan çıkartılıp pratikle bütünleştirildi ve olabildiğince sınıfların dışına taşındı. Öğrenciler temel bilimleri çevrelerindeki olay ve olgulardan, yani hayatın içinden öğreniyor, öğretmen bir “öğretici”den çok bir “moderatör” rolünü üstleniyordu. AB istihbaratıyla ilişkili The Christian Science Monitor muhabiri W. H. Chamberlin şu notu düşüyor:

“Bu sistemin işlerlikte olduğu bir okulu ziyaretim sırasında sınıflarında kompozisyon, cebir ve temel kimya problemlerini çözmeye çalışan öğrenciler gördüm. Öğretmen bazen sınıfta bulunuyor, bazen bulunmuyordu, ama öğrenciler hemen tümüyle kendi kaynaklarıyla baş başa bırakılmışlardı. Öğretmen esas olarak danışmanlık görevi görüyordu sanki. Öğrenciler sohbet ya da oyunu ders çalışmaya tercih ediyorsa, öğretmen buna karışmıyordu. Öğrenciler o gün üzerinde çalışmak istedikleri konuyu kendileri seçiyordu. (…)

Chamnerlin, birkaç Rus okulunu ziyaret ettikten sonra insan eski kafalı velilerin zaman zaman çocuklarının, Komünist Enternasyonal’in sorunları Moskova’nın topografyası, İran’ın ticari istatistikleri gibi önceki tedrisatta işlenmeyen konularda son derece canlı tartışmalar yürütebilmelerine karşın, doğru düzgün yazamadıklarından ya da telaffuz edemediklerinden şikâyetçi olduğunu öğrendiğinde uğradığı şaşkınlığı gizleyemiyordu. Eğitim Komiserliğinden bir yüksek görevli, Bay Epstein yazarın bu doğrultudaki eleştirilerini sabırla dinledikten sonra, şöyle yanıtlamıştı: “Doğrusunu isterseniz çocuğun zihninin ve kişiliğinin gelişmesini okuma yazma ve telaffuz gibi formel disiplinlerden daha fazla önemsiyoruz. Öğrenci kendi başına düşünmeye başladığında bu gibi formel bilgi gereçlerini gerektikçe öğrenecektir. Ama kendi başına düşünmeyi öğrenemezse, sözcükleri doğru telaffuz etmek ona pek yarar sağlamaz.”[6]

1926-1927 kesitinde Sovyet eğitim sistemini inceleyen ABD’li bir okul müdiresi, Lucy L. W. Wilson ise şunları ekliyordu: “Sovyet eğitiminin hedefi çocukları, lider olsun, izleyici olsun, her birinin yeteneklerine ve durumun gereklerine göre etkin, işbirliği içinde yaratıcı biçimde yaşayacak tarzda eğitmekti.” Yönetime katılmak bu perspektifin merkezindeydi. Demokratik bir devletin temellerini daha iyi atabilmek için” okullarda çocuklara demokratik katılımın esasları öğretiliyordu. Okuma-yazmaya ek olarak, toplantılara katılmayı, fikirleri dinleyip teati etmeyi, toplantıları yönetmeyi ve tutanak tutmayı öğreniyorlardı. Bütün okullarda öğrenci yönetimleri mevcuttu; bunlar öğretmenler, veliler ve hizmetlilerin örgütleriyle eşitlik temelinde okulla ilgili kararları alıyorlardı: fonların nasıl kullanılacağı, okul bahçesine ne ekileceği, müfredat içeriği… Öğrenciler gerekli bir konunun öğretilmesini istemediklerinde, bunun gerekli olduğunu oyun ve hayat üzerinden çocuklara anlatmak, öğretmenlere düşüyordu. Öğrenciler ayrıca kulüpler, kooperatifler gibi öz örgütlülüklerde örgütleniyorlardı. Her sınıfta çocuklar küçük gruplar hâlinde demokratik ilkeler doğrultusunda çalışmayı, kendi kurallarını oluşturmayı, liderlerini seçmeyi, işi bölüşmeyi, sonuçları sentezlemeyi öğreniyorlardı.[7]

Üniversite düzleminde de öğrenim, ilk ve orta dereceli okullardaki kertede olmasa bile, yeni deneyimlere açılmıştı. Hocanın ders anlattığı, öğrencilerinse not aldığı sistem lağvedilmiş, tüm derslikler siyasal tartışma laboratuvarlarına dönüşmüştü. Sömürücü sınıf mensupları dışında, amfiler herkese açılmıştı: lise diploması olmayanlara bile. Öğrenciler sınava girmeden mezun olabiliyorlardı. Ne ki kalifye-olmayan doktor, mühendis, hukukçu vb.ler ortalığı doldurunca, üniversite öğreniminde kısa sürede daha “geleneksel” yöntemlere dönülecekti. 1922’de hükümet kayıt sistemini getirdi, lise diploması olmayanlar, ancak rabfaki’lere (fabrika okulları) devam edebileceklerdi. Sınavlar geri döndü.

Sovyet üniversite sisteminin en temel özelliği, işçi ve emekçi çocuklarına, genç işçilere tanınan öncelik ve ayrıcalıktı. Chamberlin’in deyişiyle, “Üniversitelerde komünist politikanın esas hedefi, onları en hızlı biçimde işçilerin çocuklarıyla doldurmaktı. Moskova Üniversitesi’nin ana kapısında ‘Emekçiler İçin Bilim’ yazıyor; adaylar arasında seçim yapan komisyonlar, gerekli standartları ihlâl etmeden olabildiğince fazla sayıda safkan proleter kökene sahip başvurucuyu kabul ederek bu sloganı hayata geçirebilmek için çaba gösteriyorlar.”[8]

Böylelikle 1928 güzünde Rusya üniversitelerine kabul edilen 20.865 öğrencinin yüzde 41.6’sı işçi ya da işçi çocukları, yüzde 26.5’i köylü ve köylü çocuğu, yüzde 11.3’ü uzman ve entelijensiya çocuğu, yüzde 19.1’i memur çocuğu idi.

Eğitim alanında durum, böyle. Ya barınma ortamları?

 

Barınma

 

Sovyet hükümeti, Katherine Bliss Eaton’un deyişiyle, “olasıdır ki Avrupa’nın en kötü konut koşullarından birini tevarüs etmişti.”[9] Ama en yaratıcı yanıtlardan biri Sovyet yoksullarından geldi: Komünler. İktidar aristokratların, burjuvaların malikânelerine el koyup bunları (genellikle oda bazında) işçi ve emekçi ailelerine dağıtırken, kimi ortak evlerde yerleşimciler “komün” adını verdikleri kendiliğinden örgütlenmeler geliştirdi. Bunlar, işgal edilen konutlarda kolektif yaşamı örgütleyen genç işçi ve eylemci gruplarıydı. Kaynakların, malzemenin, gelirin ortak bir havuzda toplanarak bölüşülmesi esasına dayalı bir kolektif yaşamdı bu. Komün mensupları giysiler, hatta iç çamaşırları dahi ortaklaşa kullanmakta, ortak yaşamın maliyetini eşit biçimde paylaşmakta, işleri görev bölüşümü çerçevesinde birlikte yürütmekte, ortak bir sofrada yemek yemekte kolektif bir davranış koduna uygun davranmaktaydı. 8-10 kişilik, çoğunlukla genç işçilerden oluşan bu gruplar, kendi aralarında hararetli bir eğitim çalışması yürütürken, çoğu durumda, dışarıya yönelik bir misyonu da paylaşmaktaydı: işlikler, yol yapımı, okuma-yazma seferberliği, mahalle kreşlerinin yürütülmesi vb.

Komsomol tarafından teşvik edilen kentsel komünler, 1920’lerin sonuna gelindiğinde, örgüt kayıtlarına göre 50 bin kadar katılımcının katıldığı bir “aktivizm ağı”na dönüşmüştü.

Bir süre sonra örnekleri kırsala da yayılacak olan komünler, özellikle genç devrimcilerin, bir yandan kronik konut darlığı koşullarında kaynakları en rasyonel ve verimli biçimde kullanma, kentlere akan kırsal yığınlara kentlerde yaşam alanı açma; ama bir yandan da yeni, alternatif, proleter devrimci, kolektivist yaşam formları, yeni ve kolektivist bir ethos, komünist bir yaşam tarzını biçimlendirmenin mekânlarını oluşturmuştur.[10]

Ne ki, parti-dışı taban örgütlenmeleri olmakla birlikte “komün”ler yaygın bir uygulama değildir. Pek çok yurttaş, el konulan zengin evlerinin odalarına yerleşerek yaşamını tekil ya da aileler hâlinde sürdürmüştür. Bu ise, özellikle kırsaldan kentlere yönelen büyük göç göz önünde bulundurulduğunda, başta Moskova olmak üzere büyük kentlerde, son derece yoğun ve sıkışık, çoğunlukla da sağlıksız bir yerleşim demekti.

Yine de, artık “ev sahipleri” yoktu. Kiralar ise, blokların sakinlerinin seçtiği komitelerce saptanıp sadece bakım ve onarım giderlerini karşılayacak düzeyde tutuluyordu.

Her durumda, bu yaşam tarzı, kolektif davranışı gerektirmektedir: özellikle mutfak, banyo, koridor, avlu gibi birimlerin ortak kullanım alanları oluşturduğu düşünüldüğünde… Bunların bakım ve temizliği dönüşümlü olarak birim sakinleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Ancak, öyle anlaşılıyor ki “mutfak”, kadınların özgürleşmesiyle taşıdığı yakın ilişki açısından özel bir önem taşımaktadır.

Bolşevik Parti, özellikle de kadın militanları eliyle, mutfağın bir “kadın işi” olmaktan çıkartılması için devrimin ilk yıllarında yoğun bir çaba içine girmiştir. Bir malikâne ya da bloku paylaşan ailelerin ortak yemek pişirme ve yeme alanı olan kolektif mutfaklarda çalışanların “kimler” olacağı, bu bakımdan önemli bir gündem konusu olacaktır. Kadınların emek gücüne katılmasının ve kadın özgürleşmesinin önündeki temel engel olarak görülen mutfağın “profesyonelleşmesi” bu nedenle önem kazanmaktadır. Kadın ya da erkek, elemanların ücretli olarak çalıştığı bir alan. Bunun (daha çok yeğlenen) alternatifi ise, özellikle işyerleri temelinde bir çözüm olarak düşünülen kafeteryalardır.[11]

Doğrudur, arzulanan, tasarlanan ile gerçekleştirilebilen arasında bir uçurum vardır. Leon B. Troçki, Sovyetik yaşam alanlarının dönüştürülebilmesi girişiminin yetersizliklerini 1932 yılında şöyle eleştiriyordu:

“Devrim ‘aile ocağı’ denilen, emekçi sınıf kadınlarının çocukluktan ölüme angaryaya mahkûm olduğu o köhne, şişkin, kokuşmuş kurumu ortadan kaldırmak için kahramanca bir gayret gösterdi. Kendi içine kapalı küçük bir işletme olarak ailenin yerini tamamlanmış bir sosyal hizmet ve bakım sistemine bırakması planlanıyordu: kreşler, yuvalar, okullar, toplu yemekhaneler, çamaşırhaneler, ilk yardım merkezleri, hastaneler, sanatoryumlar, atletik organizasyonlar, sinema ve tiyatro salonları vb. Ailenin ev işleri işlevinin sosyalist toplum kurumlarınca massedilmesi, bütün kuşakları dayanışma ve yardımlaşma içinde birleştirerek kadına, dolayısıyla da birbirini seven çifte binlerce yıllık zincirlerden gerçek bir özgürleşmeyi getirecekti. Bu sorunlar sorunu bugüne değin çözümlenemedi. Kırk milyon Sovyet ailesinin büyük çoğunluğu, hâlâ ne yazık ki o ortaçağ, kadın köleliği ve isterisi, çocukların gündelik aşağılanması, kadın ve çocuk boş inançları yuvalarında yaşıyor.”[12]

Leon B. Troçki’nin bu satırları, onun düşkırıklığını ve eleştirelliğini olduğu kadar, genç Sovyet ülkesinin kendi geleceğine ilişkin tasavvurlarını yansıtmaktadır.

 

Kadınların Özgürlüğü

 

Genç Sovyetler ülkesinde gündelik yaşam temelinde yaşanan en radikal değişimlerden biri, hiç kuşku yok ki kadınların özgürleşmesi alanında gerçekleşmiştir.

Bolşevik Parti’nin iktidarı ele geçirdikten sonra aldığı ilk üç kritik karadan biri, cinsiyetler arası eşitsizliğin lağvedilmesi olacaktı (Diğer ikisi Barış ilanı ve toprakların yoksul köylülere dağıtılması). Bundan böyle kadınlar yaşamın istisnasız tüm alanlarında (eğitim, iktisat, kültür, siyaset…) erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip olacaktı. Bu geleneksel Rus ailesinin temellerinin bir gecede yerle bir edilmesi anlamına geliyordu.

Kadınların eşitliği alanında alınan kararlar gerçekten de baş döndürücüydü. Hele ki, “uygar” dünyanın büyük bölümünde kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmadığı, ve hele ki tüm bu radikal kararların nüfusunun yüzde doksana yakınını köylülüğün oluşturduğu, Ortodoks Kilise’nin (ve Orta Asya’da koyu bir İslâmi bağnazlığın) hüküm sürdüğü, birkaç büyük kentin dışında okur-yazarlığın gölgesinin değmediği uçsuz bucaksız bir ataerki okyanusunda alındıkları düşünülürse… Örneğin tüm Kilise nikâhları yasaklandı; bundan böyle tüm evlilikler özel hükümet bürolarında kaydedilecekti. Kadın evlilik içinde dilediği takdirde kendi soyadını koruyabilecek, hatta koca isterse karısının soyadını alabilecekti. Çocukların bakımından her iki ebeveyn de eşit ölçüde sorumluydu, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devlet üstlenecekti. Fiziksel olarak çalışabilir durumda oldukları sürece eşlerden hiçbiri diğerini desteklemekle yükümlü değildi. Boşanma eşlerden birinin tek taraflı başvurusu üzerine hemen gerçekleşebilecekti. Kişi dilediği sayıda evlilik ve boşanma aktedebilirdi. Kürtaj yasal, kısıtsız ve ücretsizdi, gayrimeşruluk ilkesi lağvedilmişti: bekâr bir anneden doğan çocuklar da evli ebeveynlerin çocuklarıyla aynı haklara sahip olacaktı.[13]

Bunlar, aile hukukundaki dönüşümler. Bu kararlara koşut olarak, kadınların iktisadi, siyasal ve toplumsal yaşama katılmasının önündeki tüm engeller yasal düzlemde kaldırılarak yaşamın her alanı, her düzeyde kadınlara açıldı. Kadınların tüm her türlü üretken faaliyete ve karar alma mekanizmasına katılımını kolaylaştırmak üzere domestik yaşamda girişilen değişimleri bir önceki bölümde ele almıştık…

Bu bölümü bu değişimleri bir örnekle somutlayarak tamamlayım: Bir kadın işçinin doğum izni, doğumdan iki ay önce başlamakta ve doğumdan en az iki ay sonrasına dek sürmektedir. Bu dört ay boyunca anne tam ücret alır. İki ayın sonunda bebek genellikle annesinin çalıştığı işyerindeki, gündelik tıbbi bakım altında tutulacağı gündüz kreşine teslim edilir. 1920’li yıllarda bu kreşleri ziyaret eden Britanyalı akademisyen, siyasetçi ve yazar Henry Noel Brailsford[14] bu kreşlerde “temizlik ve hijyen konularında en titiz kuralların işlediği”ni söylemektedir. İşçi anneler birkaç saatte bir yarımşar saatlik emzirme iznini kullanırlar. Çocuklar büyüdükçe anaokuluna, ardından da ilkokula devam edeceklerdir.

 

Din

 

Genç Sovyet iktidarının din karşısındaki tutumu, bu konudaki Marksist literatüre olduğu kadar, dinin Çarlık Rusyası’nda oynadığı özgül rol bağlamında biçimlenmiş gözükmektedir. Çarlık yönetiminin sonlarına gelindiğinde Ortodoks Kilise yalnızca ülkenin en büyük toprak sahiplerinden biri olmakla ve devasa bir servete hükmetmekle kalmıyordu (Kilise 7.5 milyon dönüm toprağın sahibiydi ve yıllık geliri 150 milyon rubleyi bulmaktaydı!).[15] Ortodoks Kilise aynı zamanda, Çarlığın elinde gönüllü bir araçtı. Devrimci hareketlerin yükseldiği 19.yüzyıl sonlarında devrimcilerin izlerinin sürülmesinde Rusya ruhbanı Çarlık gizli polisiyle birlikte çalışıyordu. Çarlık birliklerinin St. Petersburg’da yüzün üzerinde işçiyi katlettiği Kanlı Pazar’ın (Ocak 1905) ardından Kutsal Sinod “başkalarını, yüreklerinde nefret, dillerinde küfür, tövbesiz ölüme sürükleyen elebaşlarını” lanetleyen bir açıklama yayınladı: “Düşmanlarımız, Ortodoks imanımızı ve Çarların otokratik gücünü sarsmak istiyorlar… Tanrı’dan korkun, Çar’a saygı gösterin… Tanrı’nın buyurduğu gibi, alnınızın teriyle çalışın.”[16] Emekçilere ve isyancılara öfke, Ekim devrimiyle birlikte daha da tırmanacaktı: Patrik Tikhon Ocak 1918’de yayınladığı mesajla Bolşevikleri “insan soyunun canavarları” ilan edip Devrimi destekleyen herkesi aforoz etmişti.

Nisan 1909 tarihinde, “İşçi Partisi’nin Dine Karşı Tutumu” başlıklı yazısında,

“Marx ‘Din halkın afyonudur,’ derdi – ve bu hipotez, Marksizm’in dine ilişkin tüm felsefesinin köşetaşıdır,” diyen ve her türlü dinsel örgütlenmenin işçi sınıfını budalalaştırarak sömürülmesini kolaylaştıran burjuva araçları olduğundan dem vuran V. İ. Lenin’in bu tutumu, Marksizm’in kuramsal tezlerinin yanısıra, Çarlık emekçilerinin Kilise ile bu acılı deneyimlerine de dayanmaktadır.

Yine de din karşısındaki Bolşevik pratik, dini ve/veya dinsel kurumları ortadan kaldırmaya yönelik değildir. Çaba, daha çok dinin kamusal hayattaki etkilerinin tasfiyesi yönündedir. Böylelikle SBKP’nin 1919 tarihli Programı’nda “sömürücü sınıflarla dinsel propaganda örgütleri arasında tam bir kopuşu sağlamak ve böylelikle emekçi kitlelerin dinsel önyargılardan kurtulmasını kolaylaştırma ve bilimsel aydınlanma ve din karşıtı kavramların propagandasını örgütleme çabasına katkıda bulunmak” hedefi konuluyor, ancak bunu yaparken “müminlerin duygularını incitecek şeylerden uzak durulması gerektiği” belirtiliyordu; çünkü böylesi bir yöntem “yalnızca dinsel fanatizmi güçlendirecekti.”[17]

Bu gerekçelerle genç Sovyet ülkesinde dinin kamusal alandan çekilmesine yönelik önlemler alındı: Kilise ile devletin tam ayrılığı gerçekleştirildi; eğitim sistemi her türlü Kilise etkisinden arındırıldı, din yandaşı ve karşıtı propaganda serbest bırakıldı; Kilise malları müsadere edildi, ancak binalar ruhbanın kullanımına bırakıldı. İbadet, dinsel örgütlenme, toplantı ve propaganda özgürlüğü tanındı; ancak bir yandan da SBKP yoğun bir din-karşıtı propaganda yürütüyordu. Ruhbanın finansmanı tümüyle cemaatin bağışlarına terk edilmişti. Rahiplerin seçimlerde oy kullanma ya da Sovyet organlarına seçilme hakkı yoktu.

İç savaş sırasında Rus ruhbanının ana gövdesi Beyazları desteklerken, saflarında bölünmeler baş göstermeye başladı. 1921’de açlıkla baş edebilmek amacıyla Sovyet hükümeti Kilise’ye ait değerli maden ve taşların müsaderesine karar verdi. Patrik’in direnme buyruğu, 45 ruhbanın idamı, yüzlercesinin hapsedilmesiyle sonuçlanacaktı. Kilise’nin yaşadığı çalkantılar içinde, 1922’de “Yaşayan Kilise” adlı yenilikçi bir grup, kapitalizmi “ölümcül günah” ilan edip Rus Ortodoks Kilisesi’ne sert eleştiriler yöneltmeye başladı. İlk konsillerinde “gerici Kilise önderlerinin görevden alınması, manastırların kapatılması, piskoposların evlenmelerine izin verilmesi” taleplerini öne sürdüler.[18] Ne ki, “Yaşayan Kilise” SSCB’nde hiçbir zaman örneğin “Özgürlük Teolojisi”nin Latin Amerika’daki devrimci mücadelelerde üstlendiği rolü oynayamadı ve kısa sürede sönümlenip gitti.

Bu siyasaların sonucu özellikle kentli emekçi kitleler arasında dinsel duyguların giderek zayıflaması, maddeci bir kültürle yetişmiş, dinle ilişkisiz kuşakların biçimlenmesi olmuştur. Ancak kırsal kesimde din, ağırlığını sürdürmektedir; özellikle de 1920’lerin sonlarında girişilecek olan toprakların kollektivizasyonu ve devletleştirmesi sürecinde, köylü direnişlerinin temel motifi olacaktır.

 

Yaşamı Biçimlendirmek…

 

1920 ve 1927 yılında Sovyetler Birliği’ni iki kez ziyaret ederek gündelik yaşamın hemen her alanına birinci elden tanıklık eden Britanyalı akademisyen, siyasetçi, yazar Henry Noel Brailsford, fabrikalardaki demokratik işleyişi çarpıcı bir dille anlatır. Buna göre, “her Rus fabrika ve atölyesinde, üç temel işlev gören seçilmiş bir komite ya da İş Konseyi bulunmaktadır. Bu konseyler, 1. Yönetimle her türlü görüşmede işçileri temsil etmekte; 2. Fabrika çevresinde toplanmış çeşitli sosyal kurumları yönetmekte; 3. Yıllık Sovyet seçimlerinde belirleyici rol oynamaktadır.

“Rusya’da kamusal yaşam iki birim üzerinde temellenir,” diye devam ediyor Brailsford. “Fabrika ve köy. Kamusal kütüphaneden teknik sınıflara, komünal yaşamın merkezlerinin çoğu fabrikada yer alır. Rusya yurttaşları fabrika işçileri olarak oylarıyla yönetici Sovyetleri seçerler. İktidardaki Komünist Parti çekirdek hücrelerini fabrikada örgütler. (…) Ülkede tüm yapı temel birim olarak işçi takımına dayanır. Fabrika, Devrimi yapan ordunun müfrezesidir. Sovyetler’in özgün biçimi, grevci işçi komiteleriydi. Sovyet sisteminde fabrikanın üstünlüğü, kuramla değil, mücadele esnasında canlı bir örgüte duyulan gereksinime dayanır.”

Henry Noel Brailsford, uzun süre gözlemleme olanağını bulduğu Prohorovka dokuma fabrikasında İş Konseyi seçimini şöyle anlatıyor: “Meslek ve yaptıkları işe göre oluşmuş beşer işçilik gruplar, Genel Konferans’a katılacak bir delege seçerler. Bütün işçilerin toplanabileceği bir salona sahip daha küçük fabrikalarda bu toplantıya herkesin katılması yaygındır. Her bir meslek ya da zanaatın -fabrikada mühendisler, nakliye işçileri, boyacılar, eğiriciler, dokumacılar vb. dâhil sekiz bin işçi çalışmaktadır- bu konferansta kendi adaylarını gösterme hakkı vardır. Her bir isim ayrı ayrı tartışılabilir. Oylama el kaldırma yoluyla yapılır, ancak tüm delegelerin en az yarısının oyunu alamayan hiçbir delege, seçilemez. Bu büyük fabrikadaki İş Konseyi’nin kadınlı erkekli on beş üyesi var. Bunlardan başkan ve sekreter dâhil yedisi, işçi olarak çalışmaz ve tüm zamanlarını kendilerini seçer erkek ve kadınlara hizmete hasreder. Bunlar standart bir ücret almaktadır: ayda 150 ruble – ki bu miktar, vasıflı işçi ücretinden daha düşüktür. Diğer sekiz üye ise İş Konseyi toplantılarına katılmakla birlikte, fabrikadaki işlerine devam ederler. Konseyin fabrika alanı içinde bir ofisi vardır ve çeşitli işlevlerini alt-komiteler hâlinde sürdürür. (…) İşçilerin haksız işten çıkarmalardan promosyon ve ücretlere zam talebine, bireysel ya da kolektif, her türlü şikayetini müzakere hakkı vardır. Prosedüre göre birleşik komitenin altı üyesinin her biri, özel bir deftere her bir vakayla ilgili görüşünü kaydeder. Karara genellikle uzlaşı yoluyla ulaşılır, ama bu olmazsa, vakayı Moskova’daki hakem heyetine sunacak olan sendikaya havale edilir.

Verimliliğin sağlanması hususu başka bir alt-komitenin görevidir. Bu komite fabrikanın işleyişindeki gevşeklik ya da kusurlara dikkat çekebilir, işçilerden gelecek öneri ya da icatları savunabilir. Uygun gördüğünde yönetimi toplantıya çağırabilir. Yönetici kadroları verimsizlik ya da kaba davranışlardan ötürü eleştirebilir. Ruslar gerek fabrika gerekse orduda, yöneticilerin yönetilenlerle ilişkisinde nezaket ve insanca davranış göstermelerine büyük önem verirler. Eski rejimden yalnızca baskıcı olduğu için değil, baskıyı kaba davranışlarla katmerlendirdiği için nefret edilirdi. (…)

Özetle, işçilerin yönetimi etkileme gücü şikâyet etme hakkının çok daha ötesindedir. Her bir tekstil fabrikasının yöneticileri Tekstil Tröstü tarafından atanır. Tröst yöneticileri ise, seçilmiş Sovyetler’e bağlıdır ve bu atamalar, ilkece, İş Konseyi’nin görüşleri doğrultusunda davranan Sendika’nın onayı olmadan yapılamaz. Müdürün esas görevi, takımı, yani fabrikayı yönetmektir ve sahip olması gereken nitelik, önderlik yetisidir…”

Henry Noel Brailsford’a göre fabrika, Sovyet kenti için yönetime katılımın olduğu kadar, kolektif yaşamın da merkezidir.

“Sokakları geride bırakıp bir fabrika kapısından içeri girdiğinizde, Rusya’nın gerçek yöneticilerinin aile yaşamını sürdürdüğü, kendilerini yönettiği, eğitim ve eğlenceyi paylaştıkları, ortak kreş ve okulda geleceklerini birlikte kurdukları samimi bir dünyaya adım atarsınız. İş Konseyi (ya da Fabrika Komitesi) fabrikanın üretiminde etkili olmakla birlikte, yönetici bir güç değildir. Buna karşın, fabrikanın sosyal kurumları üzerinde tam denetim sahibidir. Bunlar onun gururudur ve işçiler onları geliştirebilmek için, başka durumlarda alabileceklerinden çok daha düşük ücretlere razıdırlar. Bu kurumlarda kendilerini gerçeklerler ve toplumsal içgüdülerini doyururlar.”

Bu kurumların bir bölümü, işçilerin çocuklarıyla ilgilidir: kreşler, yuvalar, ilkokullar…

“Çocuk fabrikada işçi saygınlığına on altı yaşında erişir. (…) Rusya’da ‘işçi ve köylü’ sözcükleri, İngilizlerin eskiden “soylular ve aristokratlar” kavramını kullandıklarına benzer çağrışımlarla yüklüdür. Bunlar onursal unvanlardır. Bu saflarda doğmuş bir çocuğun önünde güç ve fırsatlarla ve güçle dolu bir yol vardır. Aşılması gereken engel yoktur; o arkadaşlarına hizmete istekli olduğu ölçüde, yol fabrika ve Devlette, orduda, hatta uzman mesleklerde açıktır. Devrim’den bu yana hayatın önlerinde açıldığını gören çocuklar içgüdüsel olarak bu güç duygusunu edinirler. 1920’de Moskova dışındaki bir koruda bir grup küçük çocukla sohbet ediyordum. İçlerinden zeki bir çocuk bana İngiltere’nin Rusya’ya neden abluka uyguladığını sordu. Bu zor soruyu yanıtlamıştım ki ikinci bir soru patladı: “İngiliz işçiler buna neden izin veriyor?” Küçük delikanlı işçi sınıfının gücünün sınırları olabileceğini tahayyül edemiyordu. Fabrikaya girmek bu delikanlı ve genç kızlar için büyük hak ve görevlerine bir çeşit erginleme oluşturuyor.

İlk iki yıllarında (16-18 yaşlar) genç işçiler tezgâh başında sadece altı saat geçirir. Çırak üç buçuk yıl boyunca teknik okula devam eder. Bu genç işçiler yılda iki kez ayrıntılı bir tıbbi kontrolden geçerler. Zorlanma belirtisi gösterenler daha hafif görevlere alınır, ya da günlük işleri kesintiye uğramadan kendilerine normal bir yaşam sürdürme ve sağlık kurallarını gözetmenin öğretildiği gece sanatoryumlarına gönderilir. Tıbbi kontrolü yeniyetmelerin yaşadığı konutların denetimi ve hijyen kurallarının aktarılması izleyebilir.

Fabrikada (ve Rusya genelinde) fiziksel kültür de etkin biçimde izlenmekteydi. Benim gözlemlediğim fabrikada en az 1200 işçi beden eğitimi kursu görüyordu. Fabrika alanı içinde bir koşu alanı ve bir paten pisti ve kış sporları için ikiyüz çift kayak takımı vardı. Ayrıca bir jimnastik, bir boks kulübü ve bir atış poligonu bulunuyordu. Genç kadınlar ve çocukları da bu faaliyetlere katılıyordu. Entelektüel iddiaları olanlar için Rabfac’lara (işçi kolejleri[19]) girmeyi isteyen genç erkek ve kadınların genel eğitimini geliştirmeye yönelik sekiz aya kadar uzayabilen kurslar düzenlenebiliyordu. Fabrikadan üniversiteye doğrudan bir yol uzanıyordu.

Ancak İş Konseyi, gençlerin sağlık ve eğitimiyle ilgilenirken, yetişkinleri ihmal etmez. Onlar için de yılda bir kez zorunlu tıbbi muayene koşulu vardı, bunu gerektiğinde tedavi izlerdi. Cehaletle devrimden bu yana sürekli bir savaş yürütülüyordu ve okuması yazması olmayanlar işçiler arasında artık bir kalıntıdan ibaretti; ama fabrikalarda yetişkinlere (özellikle köylerden yeni gelenler) okuma-yazma öğretmek için gönüllü dernekler bulunuyordu. (…) Temel sınıfların dışında zanaatlarının pratik bilgisine haiz vasıflı işçiler için, pratiğin gerisindeki kuramsal bilgiler (kimya ya da fizik) verilen kurslar düzenlenmekteydi.

Bu ve diğer fabrikalarda büyük bir kulüp toplumsal yaşamın merkezini oluşturur. Ziyaret ettiğim bir akşam gençlerle doluydu. Restoranındaki yemek ucuz ve iyiydi. Bir odada piyano, bir başkasında ise şan çalışması sürüyordu. Okuma odası gazete ve dergilerle doluydu. Üyelerden bazıları satranç oynuyordu, dikiş odasında çok sayıda kadın vardı. Kütüphanede Rus klasikleri bulunuyordu, ama bunlar ancak birkaç rafı dolduruyordu. Anlayabildiğim kadarıyla bu tip kitaplara talep fazla değildi. Bu kuşaktan Rus işçisinin pratik bir aklı var; Sovyet matbaalarından akan doğa bilimleri, tarih ve temel antropoloji, Darwin kuramı, dinin kökenleri ve özellikle de Marksist iktisat üzerine risaleleri yalayıp yutuyor. (…) Ama kulüpte en çok dikkatimi çeken oda, üyelerin okuma sırasında karşılaştıkları güçlükleri deneyimli yardımcılarla tartıştıkları odaydı. (…)

Kulüpte küçük bir tiyatro salonu da gördüm, ama o gece temsil yoktu. Fabrikadaki meslek grupları, Pazar geceleri bu tiyatroda oyunların oynandığı, müzik dinletilerinin yer aldığı “aile akşamları” düzenliyorlar. (…) Ayrıca bir de altmış beş çalgıcının yer aldığı amatör bir orkestra ve on sekiz kişilik bir yaylı çalgılar topluluğu var. En iyi orkestraların gelip bu kulüplerde işçilere konser vermesi, Moskova yaşamının dikkate değer bir yanını oluşturuyor.

Son olarak askeri ve sivil havacılığı teşvik eden bir derneğin odasından söz etmeliyim. Burada birkaç genç erkek ve kadın bir uçak maketi üzerinde çalışmaktaydı ve duvarda kimyasal savaş temalı ürkütücü bir afiş asılıydı. Bu dernek modern savaşın bu kötülüklerini sergilemekte ve bir uçak filosu için bağış toplamaktaydı. Bu odada çağdaş Rusya’nın gerçeklikleriyle yüzleşiyordu insan. Abluka belleklerde hâlâ dipdiri ve Sovyet Cumhuriyeti düşman bir dünyada kuşatılmış bir garnizon gibi yaşıyor. Kimsenin Devrimin varlığını korumak için yeniden devrime gerek duyulabileceğini unutmasına izin yok…[20]

* * *

Bu son cümle kritik. Ekim devriminin ilk yıllarında iktisadi-siyasal ve burada bizi ilgilendirdiği kadarıyla toplumsal-kültürel yaşam, 19. yüzyıl sonundan itibaren Rusya’yı sarsan devasa grevlere katılmış, kovuşturmalara uğramış, en yakınlarının Kazak askerler tarafından katledilişini gözleriyle görmüş, Sibirya’ya sürgüne yollanmış, barikatlarda dövüşmüş, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye sürülmüş, İç savaşta Beyaz ordulara karşı savaşmış, açlık ve kıtlığın yakıcı sınavlarından geçmiş… işçilerin elinde biçimleniyor ve onların daha güzel bir dünyaya özlemlerini yansıtıyordu.

Bu pasajlar, bizi iktidar, devrim ve kültür konusunda düşünmeye çağırıyor. Ve “kültür” konusunda yerleşik birçok “doxa”yı sarsıyor.

Bunlardan ilki şu: Kültür bilimlerinde iktisadi ve/veya siyasal, hatta toplumsal yapı ve ilişkilerin tersine, “kültür”ün değişime oldukça kapalı olduğu ve toplumların çevrelerini anlamlandırmalarına olanak veren kalıpları sağlayan ve duyuş-düşünüş ve davranışlarında rehberlik eden örüntüler kompleksi olarak çok yavaş değiştiği kanısı oldukça yaygındır.

Ekim devrimi bize tarihin akışının bir anda nasıl hızlanabileceğinin yanı sıra, kültürel değişimin de nasıl yoğunlaşabileceğini göstermektedir. Okuryazarlık oranı yüzde 30’larda seyreden, köylü ağırlıklı, atıl, kaderci, hiyerarşik, ataerkil Rus toplumunun alt (emekçi) sınıfları, grev, dev mitingler, çatışma, kovuşturma, katliam ve barikat savaşlarıyla sarsılan birkaç on yıl içerisinde, nasıl öğrenmeye aç, yazgısını eline almaya kararlı, militan, eşitlikçi, kadınıyla erkeğiyle özgürlüğe tutkun bir kitleye dönüşebildiğini izleriz Bolşevik devrimiyle.

Kültüre ilişkin bir başka doxa, kültürün iktisadi-siyasal-toplumsal görüngülerden “pek” etkilenmeyen, kendi içinde örüntülü bir bütün olduğu varsayımıdır – ki kültürel değişimin siyasal/toplumsal çalkantılardan nasıl yoğun ve dolayımsız biçimde etkilendiğinin canlı ve çarpıcı bir örneğidir Ekim Devrimi.

Bir üçüncü önemli nokta ise, Ekim Devrimi örneğinin, “kültür”ün bir toplumun (genellikle bir “ulus”un) bütüncül “ruh”u, onun duyuş-düşünüş-davranış haritası olduğuna dair yaygın inancı berhava etmesidir.

Daha önce pek çok kez belirtmiştim; bir kez daha vurgulayayım: kültürü üreten, taşıyan ve aktaran insanlar, ya da daha doğru bir deyişle insan toplumlarıdır; yani yaşamlarını sürdürebilmek için üretmek, bölüşmek ve tüketmek zorunda, dolayısıyla birbirleriyle belirli üretim ve mübadele ilişkileri içinde olan insanlar. Ancak, toplum içinde insanlar, yaş, cinsiyet, habitat, etnik-dinsel aidiyet, geçim ve/veya üretim araçlarına ve iktidar kaynaklarına erişim, yani toplumsal konum ya da sınıfsal açılardan farklılaşmışlardır.

Şu hâlde kültür, birbirleriyle ilişki/etkileşim içindeki toplumlarda, farklılaşmış konumlardaki, üreten, bölüşen, tüketen, geleceğe ilişkin tasarımları, arzuları, düşleri olan [ki bu tasarım, arzu ve düşler kısmen de olsa kültürel olarak biçimlenmiştir] insanların sürekli yeniden ürettiği, taşıdığı ve kendilerinden sonraki kuşaklara aktardığı bir “şey”dir. Yani gerçekte son derece dinamik, değişken bir görüngüdür. Buna karşılık, sunduğu yerleşiklik, kadimlik, bütünlük ve çelişkisizlik imgesi, onu (iktidardakilerin bolca yararlandığı) bir yetke ile donatır. (“Bu kültürümüze -örflerimize, adetlerimize vb.- aykırıdır” yollu tehdit yüklü uyarılarla hangi birimiz karşılaşmadık ki?) Evet, iktidarlar bu yetkeden bolca yararlanır; kültürü çeşitli dolayımlarla temellük ve manipüle ederken onu madun sınıfların duygu, düşünce ve davranışlarını düzenleme aracı olarak kullanmazlık etmezler.

Yine de kültür, salt bir egemen sınıf ayrıcalığı değildir. Deyim yerindeyse o, toplum (ya da ulus) içerisindeki farklı, zıt çıkarlara sahip kesimlerin (= sınıfların) mücadelesinde taraflara mühimmat sağlar. Çatışan sınıflar, kendi meşruiyetlerini tahkim etmek, konumlarını güçlendirmek ve müttefiklerini motive etmek amacıyla kültürel imge, simge ve umdeleri seferber ederler: Soma katliamından hemen sonra madencilerin ailelerine İslami kültürel kodları -sabır, tahammül, kadere boyun eğme vb.- va’zetmek üzere kasabayı dolduran cemaat mensupları gelsin aklınıza. Buna karşılık ezilenler de çeşitli kültürel motifleri kuşanırlar: Pir Sultan boyun eğmezliği, Şeyh Bedreddin ortaklaşmacılığı, eşitlikçi dinsel söylemler, Keloğlan zekâsı… Bir bakıma, “Beş parmağın beşi bir mi?” ile “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar”ın karşı karşıya geldiği alandır sınıf savaşlarının kültür cephesi

Ve ezilen, sömürülen sınıflar iktidarı ele geçirdiklerinde kültürel alanı yeni baştan tanımlama ve biçimlendirme işine girişirler. İnsanların maddi koşullarla ilişkileri değiştikçe, daha doğru bir deyişle insanlar içinde yaşadıkları maddi koşulları değiştirdikçe, onlara ilişkin zihin haritaları, anlamlandırma çerçeveleri de değişir. Özetle sınıflar mücadelesi kültürü değiştirir, dönüştürür.

Ve eskinin bağrından, onu inkâra uğratarak biçimlenen “yeni” kültür, “yeni” (eşitlikçi, kendi yazgısına hâkim, geniş ufuklu, dayanışmacı, özgür iradeli, üretken…) insanın biçimlenişine rehberlik eder.

Ekim devriminin kültür bilimleri açısından en dikkate değer derslerinden biri, budur.

 

29 Ekim 2019 09:20:41, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No: 220, Kasım 2019…

[1] Pablo Picasso.

[2] John Reed, Dünyayı Sarsan On Gün, çev: Erdoğan Gürkan, Oda Yay., 1996.

[3] Megan Behrent, “Education, literacy, and the Russian Revolution. A look at the struggle for a liberatory education in revolutionary Russia”, International Socialist Review sayı 82. https://isreview.org/issue/82/education-literacy-and-russian-revolution

[4] Katherine B. Eaton, Daily Life in Soviet Union, Greenwood Press, 2004, s. 210.

[5] Böylelikle örneğin demiryolu işçileri arasında yürütülen seferberlik sonucu 1924’de işçilerin yüzde 99’u okuma-yazmayı öğrenmişti. (Behrent, a.y.)

[6] William Henry Chamberlin, “Soviet Russia: A Living Record and a History. The Revolution in Education and Culture.” https://www.marxists.org/archive/chamberlin-william/1929/soviet-russia/ch12.htm

[7] Bkz. Behrent, a.y. ve Tatiana Cozzarelli, “Through the Eyes of an American Principal”, 25 Şubat 2019, https://www.leftvoice.org/education-in-the-soviet-union-through-the-eyes-of-an-american-principal

[8] Chamberlin, a.y.

[9] Katherine B. Eaton, a.y. s. 153.

[10] Willimott, A. (2016) “Everyday revolution: the making of the Soviet Urban commune”. Lindenmeyer, A., Waldron, P. And Read, C. (eds.) Kitap 2: Russia’s Home Front, 1914-1922: The Experience of War and Revolution içinde . Slavica Press, ss. 431- 454.

[11] Bkz. Deirdre Ruscitti Harshman, “Cooking Up a New Everyday: Communal Kitchens in the Revolutionary Era, 1890-1935”, Revolutionary Russia, Nisan 2017.

[12] Leon Trotsky, Revolution Betrayed, 1932, 7. Bölüm: “Family, Youth and Culture”.

[13] Devrim öncesi Rus toplumu ve devrimin kadınların özgürlüğü alanındaki ilk hamleleri için bkz. George St. George, Our Soviet Sister (1973), özellikle ss. 17-42.

[14] Henry Noel Brailsford, How the Soviets Work, https://www.marxists.org/history/archive/brailsford/1927/soviets-work/ch02.htm

[15] Paul Dixon, “Religion in the Soviet Union”, 1945, https://www.bolshevik.info/religion-soviet-union170406.htm.

[16] Dixon, a.y..

[17] Dixon a.y..

[18] Joshua Hatala, “Religion and the Russian Revolution”, Spirituality & Religion,26 Şubat 2016, http://www.hamptoninstitution.org/religion-and-the-russian-revolution.html#.XamYM-gzbDc

[19] Rabfac ilköğretim görmüş, gelecek vaad eden genç işçilerin, 3-4 yıllık kurslarla üniversiteye hazırlandığı kolejlerdir.

[20] Brailsford, a.y.

 

Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.