Aktüel Yorum

“BÜYÜK FOTOĞRAFÇI”NIN GERÇEĞİ VE DRAMI[1]

TEMEL DEMİRER

 

“Hayat yaşandığı kadardır…

Ötesi ya hatıralarda bir iz,

ya da hayâllerde bir umuttur.”[2]

 

“Önemli” birisinden; “Affedersiniz Ermeni”(!?) denilenlerden, “ünlü” bir fotoğrafçıdan söz edeceğiz…

Hani “Herkes Godot’yu bekler, ben arıyorum,” deyişiyle beyinlerimizde yer edip; bir söyleşisinde de “Ne çekiyorsunuz?” sorusuna, “Birincisi ıstırap çekiyorum. Arada da işte fotoğraf çekiyorum,” yanıtını veren bir İstanbul’ludan…

Ya da “Daha iyi bakacağım dünyaya”[3] deyip; bakmakla görmek arasındaki ince çizgiyi dondurarak ölümsüzleştirmekle; Ferit Edgü’ye, “Ara’nın objektifinin gördüğünü nedense bizlerin gözleri görmüyor…”[4] dedirten insandan…

Veya “Bizler bütün dünyayı dolaştığımız için görsel bir tarih yazmaktayız,” vurgusuyla, “Dünyanın asıl doğru tarihini biz yazıyoruz,”[5] deyip hakkında “Baktı, gördü, çekti…”[6] dedirtendi… Ara Güler’di…

“Bir daha dünyaya gelseydim tramvay olmak isterdim!” deyişinin sahibi olan O; “Yaşlandıkça küfretme özelliğim ön plana çıkıyor, ferahlatıyor beni. Giderayak herkese küfredeyim diyorum,” cümlelerindeki anarşizan tepkileriyle vardı, var oldu…

* * * * *

“Memleket ne doğduğun, ne doyduğun yer, memleket çocukluğunun geçtiği yer,” cümlesiyle karakterize olan yurttaşlık bilinciyle Ara Güler, CNN Türk’teki röportajdaki “İstanbul’da gitmediğiniz bir yer var mı?” sorusuna “İstanbul’da çis etmediğim yer yoktur benim, öyle diyim sen anla,” yanıtını verip; “Bu şehir niye benim şehrimdir bilir misin? Vatan millet Sakarya için değil! Aşklarımı burada yaşamışımdır, filan köşede işemişimdir, şurada dayak yemişimdir, orada bir herifi dövmüşümdür. İstanbul’da geçmişim vardır, duvarlara benim kokum sinmiştir. İşte bunun adına ‘vatan’ denir, anladın mı?” diyecek kadar İstanbul’luydu…[7]

Sanatçılığa, sanata hak ettiği önemi verdiği için şunların altını çizendi:

“Sanatçı olmanın en kolay yolu fotoğrafçı olmaktır. Sıkıysa müzisyen ol!”

“Sanatçı müziği yazandır. Chopin’dir, Beethoven’dir. Müziği çalan ise kemancıdır. Bunlar sanat eserini sergileyenlerdir. Sanatçı ise sanatı yapan adamdır. İcracıdan bana ne.”

“Gerçek sanatçılar hiçbir şeyi takmıyorlar. Dünyanın içindeki metamorfozu keşfetmişler. Onun üzerinde düşünüyorlar. Gerisinin palavra olduğunu fark ettiler.”

“Ben kimseyi kıskanmam be, umurumda değil” diyebilen rahatlığıyla kendisi olabilen O; “Yeteri kadar entelektüel değildir dünya. Dünya insanları boşluk üzerinde düşünen aptallardan ibarettir.”

“Bütün her şey felsefe için çalışır. Filozof denen adama malzeme üretmek için. Bütün insanlık, politikacılar, devletler, cumhurbaşkanları bir filozofun ne diyeceğini ayarlamak için vardır. Din, felsefenin bir bacağıdır. Dünyadaki en son lafı filozof söyler. Gerisi de palavradır,” vurgulu bir felsefenin insanıydı…

İş bu nedenle de “İllet olurum züppelere” vurgusuyla şunları dillendirirdi:

“Büyükada’da oturuyorsun, Suadiye’de oturuyorsun görüyorsun hepsi zengin piçleri. Derinlikleri olmayan tipler. Acayip, manâsız bir dünya. Adam yerine bile koymadım hiç birini. Bir de solcu takımdandım ben. Sonra hayatım okumakla geçti…

Kaç kamyon kitap okudum. Klasikleri ezbere bilirdim ve lisede talebeydim daha. O zaman Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel dünya klasiklerini tercüme ettirmişti. Çoğunu okudum. Doğu edebiyatından birtakım kitapları okumamışımdır. Ama sadece Batı edebiyatını değil felsefesini de okudum. Ben çok roman okumam. Ben bana bir şey öğretecek kitabı okurum…

1946’da Mahkûm’u yazdım; haber, Akşam Postası’nda yayımladılar, içinde olmadığım bir dünyayı yazmak istedim. Öyle başladım. Millet o yaşlarda sevgilisini yazar, ben dünyaya bakardım…

Amatör hislerini profesyonel gibi ortaya atmayacaksın. Ayıp olur sanata. 1950’de ‘Dünya Edebiyatı’ yarışması oldu. Bunu Yeni İstanbul gazetesi ile New York Herald Tribüne gazetesi düzenledi. Oraya yolladım hikâyemi ve üçüncü oldum. Türkiye’den Samim Kocagöz birinci, Necdet Öktem ikinci oldu, üçüncü de ben oldum…

Takma bir isimle (Ali ihsan Akgün) katıldım yarışmaya. Ermeni’yim diye yaptım onu. Kazandıktan sonra açıkladım adımı.

Öykülere devam ettim sonrasında da: ‘Karganın Dönüşü’, ‘Levrekler’, ‘Tepeden inen Adam’, ‘Köpükteki Sinekler’, ‘Bir Tuhaf Vuruşlar’…

San ve Surp Pırgiç dergilerine yolladım. Ermenice de yazdım, Carakayt’da yayımlandı. Gene yazıyorum. Yazmaktan vazgeçemem…

Sanat birbirinin içinde. Mesela bir müzik edebiyattan ayrı olamaz. Hepsi sanat, bütün. O zamanlar benim mektebin, Pangaltı Lisesi’nden Yetişenler Derneği’nin profesyonel tiyatro büyüklüğünde bir tiyatrosu vardı. Eugene O’Neil’ın bazı piyeslerini sahneye koydum orada, rejisörlüğünü yaptım. Babamın da arkadaşı olan Muhsin Ertuğrul tiyatro kursları açmıştı, oraya gittim. Mücap Ofluoğlu ve Gülriz Sururi’yle okuduk. O zaman dünyadan çok güzel piyesler oynardı, umumiyetle de Shakespeare piyesleri. Hepsini izledim. Ama sahnenin arkasından izledim. Çünkü sahnenin arkası doğrusudur tiyatroda.

Amacım rejisör olmak. Kaldı ki tiyatroda yer göstericilik de yaptım, her yerinde çalıştım. Tennessee Williams gelmişti, röportaj yaptım, ‘Nasıl başladın tiyatroya?’ diye sordum. Dedi ki ‘Tiyatroya başlanmaz, tiyatrocu olunur.’ Bu benim kulağımdan hiç gitmedi. O zaman sadece tiyatro vardı benim hayatımda. Rejisör olmak vardı…

Fotoğrafta da öyle hareket ederim. O heyecanı duymam lazım, o atmosferi anlamam, tanımam lazım…

Ne röportajlar yaptırdılar bana. Yok bilmem ne ‘Mutlu Evlilikler’, efendim ‘Futbolcu Metin’in Hayatı’ falan. Bana ne ulan. En evvela geldim Yeni İstanbul, sonra yedek subaylık sonra kısa süre Hürriyet ve sonrada Hayat mecmuasına girdim. Sonra Hayat mecmuasındaki Hilmi Şahin beyefendi patronu dövdü, kafasına rolleiflex fırlattı, iyi de etti! Türkiye’deki bütün patronları dövmek lazım! Ben de Şevket Rado’yu dövdüm ta Vilayet’e kadar evire çevire. Kimse de tutmuyor, o kadar sevmiyorlar herifi, milletin de canına minnetti yani. Kitapta vardır. Çok sonradan barıştık ama kerhen işte. Ben çıktım Hayat’tan. Ama ben zaten o ara Paris Match’ın muhabiriyim. Stern, Time Life, Sunday Times’a da çekiyorum. Dünyanın en büyük gazetelerine, efsanelerine çalışıyorum. Hayat mecmuası ya da Hürriyet olsa kaç yazar yani. Gerçi onlara sorsan kendilerini dünyanın hâkimi sanırlardı…

Fotoğrafları… röportajlarımda arkadaş olamamışsam çekmem. Picasso’nun resmini çekmişsem Picasso arkadaşım oldu da ondan çektim. Bir sevgi, bir bağ, bir ışık lazım bana. Huyunu, dünyasını, ruhunu bileceğim. Atmosferini adamakıllı bileceğim.

Sabahattin Eyüboğlu beni yetiştirenlerden biri… Klasik tabloların kitaplardan röprodüksiyonlarını yaptım ona, derslerinde kullandı. Büyük adamlardır bunlar. Türk hükümeti Sabahattin Eyüboğlu’nu öyle gücendirdi ki Öldü adam. Kahrından gitti. Çok yazıktır. Bu adamlar bir daha gelmez, kendileri gibi hıyarlar gelir fakat onlar gelmez, anladın mı?..

Foto muhabirliği denen halt benimle başladı. Eskiden foto muhabiri yoktu ki fotoğrafçı vardı. Fotoğraf çekmek başka bir şey, foto muhabiri olmak başka. Fotoğraf çekmek demek bir manzarayı, bir şeyi çekmek, varsa içinden bir şey çıkarmak falan filandır. Hâlbuki foto muhabirliği olayın kendisini çeken şeydir ve bunlar sonradan tarihe mal olur. Muhakkak tarihe geçer. Biz yirminci asrın foto muhabirleri, kameramanları görsel tarihi yazarız. Yazarların yazdığı tarih gibi uydurma değil. Gerçeği görür, yazar ve belgeleriz…

Dört kere harbe gittim, dört… Filistin, Filipinler, Etiyopya, Sudan. Gerillalarla konuştum, yazdım, çektim. Bombalar dibimde patladı!

Korktum? Kaçmadım ama zaten istesen de kaçamazsın ki. Nereye kaçacaksın, neyle kaçacaksın? Her taraf kurşun, bomba, duman havadan karadan. Ben vazgeçtim döneceğim de bakalım, o anda vururlar seni. Hadi oradan kaçabildim diyelim, cepheden dönmem için 900 kilometre yol almam lazım. Sudan mesela, çöl yolu. Yürüyemezsin, susuzluğa, açlığa nasıl dayanacaksın? Vasıta yok. Tek vasıta askerlerin mal veya cephane taşıyan kamyonları. Tayyareler de onları bombalayıp duruyor. Binersen de sağ kalamazsın yanı. Her şey tehlikedir, gittin mi bunu bileceksin. Dünyada harp kadar iğrenç bir şey yok. Dünyanın her yerinde kendini kahraman zanneden enayiler var. Savaşı bir halt, kahramanlık sanırlar. Savaş dünyanın en aşağılık şeyi…

Pamuk tarlalarında ırgatlık yaptım, gazetecilik budur!

‘Can Pazarı’ röportajı Fikret Otyam yaptı; fotoğrafları da ben çekeceğim ama başıma gelmeyen kalmadı. Pişmiş tavuk daha mutlu yani. Pamuk tarlalarında ırgatlık yaptım. Geliyorlar böyle adamları seçip topluyorlar, bindiriyorlar kamyonlara, yallah! Fikret bir kamyona ben başka bir kamyona düştüm. O Çukurova’nın bir yerine gitti, ben başka bir yerine. Birbirini ara ki bulasın. Herkesin döşeği falan var bende eski püskü bir kıyafet hariç bir şey yok. Nerede yatacaksın? Akrebi var, yılanı var berbat. Oradaki çalışmayı çektim bol bol. İşçi oldum, pamuk topladım bir hafta. Yevmiyemi aldım, ben gidiyorum dedim. Asfalt yolda iki buçuk saat yürüdüm. O kılıktaki adamı kimse de almıyor arabasına. Nihayet birisi aldı da gittim. Fikret’le buluştuktan sonra orada başka bir yer bulduk. Bir de baktık ki bir yüzbaşı doğudan elli kişiyi aileleriyle getirmiş pamuk toplamaya. Pamuk açmamış, o yüzden orada bekletiyor onları. Çoluk çocuk aç, parasız. Sonra da toz olmuş yüzbaşı. Fikret’le iki tane araba aldık, ekmek, peynir falan doldurduk. Götürüp ailelere verdik. Ama o kadar açlardı ki harp çıktı. Böyle sahneler de gördük. Hepsini çektim. Gazetecilik budur, dünyaya şahit olmaktır! Biz dünyayı yazıyoruz. Biz patronlar gibi Allah’ın cezası herifler değiliz.

6-7 Eylül olayları’na Orhan Kemal ve Mehmet Cemal’le tanık olduk… Orhan Kemal’le Harbiye’ye kadar yürümüştük. Sonra Taksim Sineması’nın karşısında Eftalupos kahvesini yıkmaya başladılar. Orada da Mehmet Cemalle gördük olanları. Babamın eczanesi de orada, bir şey olmadı ona. Ama bir baktım elini kesen babamın dükkânına gelip tedavi oluyor. Dacat Güler Ecza Deposu’ydu adı. Anlamamışlar bizim Ermeni olduğumuzu.

Nâzım Hikmet fotoğraflarını mecbur kaldım yaktım. İçim de yandı. Kitabını bulundurmak bile tehlikeliydi.”[8]

Her Ermeni gibi zor bir hayatı oldu;[9] Orhan Pamuk’un, “Siyasi durumdan özellikle son yıllardaki gelişmelerden hiç hoşlanmadığını ve sürekli söylenip şikâyet ettiğini hatırlatmak isterim. 1940’larda babasının Varlık vergisinden, çalışma kampları ve angaryadan kaçmak için Galatasaray’daki evinden çıkıp başka bir evde saklandığını, aylarca hiç sokağa çıkmadığını anlatmıştı. Böyle böyle beklenmedik anlarda hikâyeler aklına geliverir, bana ve yakınlarına anlatırdı ama herkese de söylemezdi bunları…”[10] satırlarında işaret ettiği gibi…

* * * * *

1928’in 16 Ağustos’unda dünyaya gözlerini açtığında Cumhuriyet beşinci yaşını doldurmak üzereydi. Şebinkârahisarlı Eczacı Dacat Bey ile Verjin Hanım’ın tek oğulları Mıgırdiç Ara Derderyan… 1934’te Soyadı Kanunu çıkana kadar böyleydi adı, babası kanunla birlikte Güler’i seçti.

İsmi bile kendine çok görülüp, “tartışmaya açılan”[11] O; Ara ismini MÖ 800’lerde yaşamış ve Güzel Ara olarak bilinen Ararat Kralı Ara Keğetsi’den, Mıgırdıç olan göbek adını ise Şebinkârahisarlı dedesinden alır. Annesi Verjin Hanım İstanbul’un varlıklı ailelerinden Mısırlı Kirkor Efendi’nin kızı, babası Dacat Bey ise Keşişoğlu anlamına gelen Derderyan ailesinin 1915’te sağ kalan tek üyesiydi. 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu ile aile Derderyan yerine Güler soyadını alınca Mıgırdıç Ara Derderyan’ın adı da Ara Güler olarak değişti.

Savaşla tanıştığında 11 yaşındaydı. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak savaşın etkilerini pek hissetmedi, o yıllardan onda iz bırakanlar Almanların çıkardığı propaganda dergilerinde gördüğü fotoğraflardı.

İlk ve orta eğitimini Mıhitaryan Manastır ve Mektebi’nde (Bugünkü Pangaltı Lisesi) alan Ara Güler bir müddet Galatasaray Lisesi’nde de okudu ama yine eski okuluna dönerek oradan mezun oldu. Lise eğitimine Getronagan Lisesi’nde devam ettikten sonra İÜ İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’ne yazıldı.

Baba Dacat Bey, Güler Ecza Deposu’nu tek oğluna bırakmayı düşünüyordu ama Ara’nın o taraklarda bezi yoktu. Sinemacı olacaktı. Dacat Bey oğluna hem İpekçi stüdyolarında iş buldu hem de bir film gösterme makinesi aldı. Sinema tutkusu uğruna üç yıl sınıfta kalan oğluna, “Okulunu bitir, sana para mara yok” demeyi bilirdi Dacat Bey ama yapmadı. İçinde kim bilir hangi yeteneklerin yok olup gittiği o hoyrat lisana tenezzül etmedi.

Ta ki stüdyoda yangın çıkıp da Ara Güler ölüm tehlikesi atlatana kadar. Oğlunun kendi hayallerini paylaşmamasını kabullenen baba, onu kaybetme korkusuyla karşı karşıya kalınca “Başlarım senin filmciliğine” deyiverdi.

1946’da Haber Akşam Postası gazetesi çocuk sayfasında “Mahkûm” isimli öyküsü, ‘Pangaltı Lisesi 8’inci sınıf öğrencilerinden Ara Güler ’ olarak imzalanmıştı. Yazdığı hikâye ve piyesler aslında sinemaya, tiyatroya ve rejisörlüğe olan merakından kaynaklanmaktaydı ama sonraları fotoğraf onun daha fazla ilgi duyduğu bir alan olmaya başladı. Babasının verdiği para ile dönemin foto muhabirlerinin kullandığı Rolleicord fotoğraf makinesinden alan Ara Güler, bir süre sonra Yeni İstanbul gazetesinde foto muhabirliğe başlayacaktı.

“Kumkapı Balıkçıları” röportajı Ara Güler’in ilk fotoröportajıydı ve 1952 yılında altı günlük bir tefrika olarak içeriğinde 12 fotoğrafla birlikte Jamanak gazetesinde yayımlanmıştı. 1952 aynı zamanda Hayat Dergisi’nde çalışmaya başladığı yıldı. 1960 darbesinden bir müddet sonra ayrılana dek Hayat Dergisi’nde sayısız foto röportaja imza attı.

1956’da Time&Life’ın Ortadoğu muhabiri olarak çalışmaya başlayan Ara Güler’in fotoğrafları Türkiye sınırlarını aşmış, ona uluslararası tanınırlılık kazandırmıştı. 1958’de Almanya’nın Stern, Fransa’nın Paris Match dergilerinin de muhabiri olan Ara Güler dünyanın en önemli yayınlarında fotoğrafları ile yer alarak kendi kuşağı içinde bilinir bir fotoğrafçı olmuştu.

1959’da Magnum Photos fotoğraflarını dağıtmaya başlamıştı. Henri Cartier-Bresson, Marc Riboud, George Rodger gibi fotoğrafçıları Camera Dergisi üzerinden uzun yıllardır takip etmiş olan Ara Güler ilerleyen yıllarda onlarla dostluk kurdu ve Magnum Photos’un bölgedeki en önemli temsilcisi oldu. Güler’in fotoğrafları Magnum Photos aracılığıyla tüm dünyaya ulaştı. 1961 yılında İngiltere’de yayımlanan British Journal of Photography Year Book, Ara Güler’i yaşayan en iyi 7 fotoğrafçıdan biri seçti. 1962 yılında ise Leica tarafından Master of Leica unvanına layık görüldü.

1950’lerden itibaren İstanbul’u, İstanbul’daki toplumsal hayatı görüntüledi Ara Güler. Enis Batur’un ‘Nedim’den ve Yahya Kemal’den sonra İstanbul’un en büyük şairi’ olarak nitelediği Güler İstanbul’u bir “deli saraylı”ya benzetirdi. “Ama öyle bir deli saraylı ki, hem Roma’da hem Bizans’ta hem Osmanlı’da yaşamış…[12]

Bunlaerın ardından bu kez de tiyatro macerası başladı. Şehir Tiyatrosu’nda derslere katılıyor, oyunlar yazıyordu. 1950’de Yeni İstanbul gazetesinin hikâye yarışmasına katıldı ve “Garip Bir Yılbaşı Gecesi” adını verdiği hikâye, yayımlanmaya değer görüldü. Bir farkla! Diğer hikâyelerin altında imza vardı, “Garip Bir Yılbaşı Gecesi” hikâyesi imzasızdı.

“Foto Muhabiri Ara Güler” kitabının yazarı Nezih Tavlaş’a yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Adımı değiştirerek girdim Ermeniyim diye, vermezler diye. Kazandıktan sonra ilan edildi, gittim dedim ki; benim adım Ara Güler’dir.”[13]

Her ne kadar 2000’li yıllarda -muhtemelen böyle duymak isteyen kulakların yönlendirmesiyle- Ermeni olduğu için sıkıntı çekmediğini söylediyse de, henüz 20’lerindeyken böyle bir endişeye kapılmıştı.

Hayatın muhasebesi bizimkine benzemiyor. Babası Dacat, 1915’te tehcire gönderilen Keşişoğulları’nın, İstanbul’da okuduğu için hayatta kalan yegâne ferdiydi. Ve Osmanlı’nın topraklarında yaşamasını istemediği bu ailenin son ferdi Ara Güler, gün gelecek o topraklara ailesinin ölümüne neden olanlardan daha fazla değer katacaktı. Sinema, tiyatro, edebiyat derken ona kimliğini kazandıran fotoğraf makinesiyle ilk kez 22 yaşındayken tanıştı: Rolleicord II. Hiçbir şeyi “az” yapamadığı gibi, fotoğrafı da gani gani çekmeye başladı. Önüne gelen her şeyi çekiyordu, ne bulursa… Ve bunları göstermek istiyordu.

Önce Jamanak gazetesinde yayınlandı fotoğrafları, sonra Yeni İstanbul gazetesinde muhabirliğe başladı. Sadece mesleğini değil, içinde mutlu olduğu atmosferi de bulmuştu. Fikret Adil, Azra Erhat, Oktay Rifat, Melih Cevdet… Ve “beni yetiştiren adamlardan biridir” dediği Sabahattin Eyüboğlu.

“Foto Muhabiri Ara Güler”de belki kendisine dair bir ipucu da taşıyan şu iki cümleyi sarf ediyor Güler: “Şimdi düşünüyorum da, Sabahattin Türkiye’ye gücenik olarak öldü. Sabahattin Eyüboğlu gibi bir adamı Türkiye’nin bilgisizliği öldürdü”.

Acaba Ara Güler’in zaman zaman aşırılığa varan kayıtsızlığının ardında bu kırgınlık mı yatıyor? Eyüboğlu gibi yara almaktan mı korktu da, kendini umursamazlığın kalkanı ardına sakladı?

Yoksa eski eşi Perihan Sarıöz’ün anı kitabında aktardığı gibi; İstanbul’un ara sokaklarında dolaşırken fotoğraflarını çektiği insanların adreslerini alıp, stüdyoya gelir gelmez onları basıp evlerine gönderme zahmetine katlanan bir adam gerçekten kayıtsız olabilir mi?

Selimiye Camii’nin duvarındaki Allah yazısı ve iki çarşaflı kadın, mezar taşının önünde elinde oyuncak bebeğiyle bir kız çocuğu, bir Beyoğlu pasaj kahvesinde taburelere oturmuş sohbet eden üç adam, geminin lombozundan uzanan adama kâğıt uzatan kadın… Bir kere gördüyseniz hatırlıyorsunuzdur. Onlar Ara Güler fotoğrafları. Altında adı yazmasa dahi, “Ara Güler” çekmiştir dedirten fotoğraflar. Her biri buralardan geçip gitmiş hikâyelerin hatırası. “Fotoğraf bir alettir, makinedir” diyor; “Onunla hayatı yakalarsın. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir.”

Onun çektiği kareler yan yana geldiğinde bir dünya geliyor vücuda; artık yaşamayan, eğer Güler deklanşöre basmasaydı hiç bilemeyeceğimiz bir dünya… Bilmediğimiz bir İstanbul, tanımadığımız bir Türkiye… Yalnızca yapıların değil insanların da sonsuza kadar değişmekte olduğunun henüz kimsenin farkına varmadığı 1950’ler…

Hiç düşündünüz mü, Ara Güler’in fotoğrafları olmasaydı İstanbul’u yine de bu kadar sever miydik? Bir zamanlar güzel olmuş bir kadının artık enkaza dönmüş suretine bakarken duyduğumuz temelsiz hayranlık gibi, İstanbul’u da aşkla anar mıydık? Behçet Kemal Çağlar’ın “İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar” dizesi, Ara Güler’in siyah beyaz kareleri olmasaydı da işler miydi içimize?

“İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de resim çeker” diyor Ara Bey, artık dikiş makinesi de kalmadı. Ancak “ıstırap çekiyoruz” onun deyişiyle.[14]

* * * * *

“Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın,” diyen koca Ermeni gerçekten de çok ama pek çok iyi bir fotoğrafçıydı…

“Sanat o kadar ucuz bir bok oldu ki, sanatçı olmaya utanıyorum,” yanıtını vermişti, kendisini fotoğraf sanatçısı değil de foto muhabiri olarak görmesinin nedenini soran Bilge Egemen’e…

Cüneyt Özdemir’in, “Hayatınızın fotoğraf karesini çektiniz mi?” sorusuna, “Ben o fotoğraf karesini çekemeden öleceğim. Zaten eğer o kareyi çekersem ben biterim ki. O karenin ne olduğunu bilmiyorum, onu aramaya devam ettiğim için hayattayım. Zaten hayat da küçük insanların hayatı. İngiltere kraliçesi’nin hayatı bir boka benzemez ama küçük insanların hayatı hayattı,” yanıtını veren Ara Güler; ‘Habertürk’deki canlı yayında, “Botokslu birinin fotoğrafını çeker misiniz?” sorusuna; “Allah belalarını versin neyini çekeyim?!” yanıtını verip, “Benim için fotoğraf çekmek içimde hissettiğim dünyayı çekmektir” demişti…

“Fotoğraf” deyince Onun altını çizdiği şeyler şöyleydi…

“Bana soruyorlar; ‘Sen ne marka makineyle fotoğraf çekersin?’ diye. Fotoğraf makineyle mi çekilir? Şimdi en iyi, en gelişmiş daktilo bende olsa en büyük yazar ben mi olurum? Roman daktiloyla mı yazılır?

Arkadaş (gözleriyle kalbini göstererek), fotoğraf burayla, burayla çekilir. Ben Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim! Şunlara bak. Alıyorlar Leica’yı, Canon’u, Nikon’u ellerine, yola düşüyorlar. Bir köylü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… köyün sürüsü mü gördüler. Dur! İki şipşak, tamam… çadır mı gördüler. Dur! İki şipşak, tamam…

Ben bir çobanın fotoğrafını çekeceksem, onunla oturmalıyım, birlikte yemek yemeliyim, gece çadırında kalmalıyım… onu tanımalıyım. Fotoğrafını ancak ondan sonra çekebilirim.”

“Fotoğrafın altın çağında deformasyon ve photoshop yoktu. Fotoğraf görsel hakikate en yakın şeydi. Fotoğraf bozuldu artık; yalan konuşuyor. Oysa benim bildiğim fotoğraf yalan konuşmazdı, hakikati gösterirdi.”

“Ben hayata yalan katmadan fotoğraf çekiyorum eğer bir ışık getirip koyarsam o yalan olur anladın mı? Şimdiki zamanı olduğu gibi gelecekte yaşanacak zamanlara aktarıyorum, onun yanına koyuyorum. Bir mankeni getirip fotoğrafını çekersen bu fotoğraf değil coptur anladın mı? Fakir adamdan fotoğrafçı olmaz heves etmesin gençler bu işe. Beleşten sanatçı olmanın yolu oldu fotoğraf çekmek, alıyor makine çekiyor üç beş vasat iş sanatçıyım diyor. Bunun neresi sanat, Mozart mısın sen? Bak benim Mozart’a benzer hâlim var mı? İstemem ben sanatçı manatçı olmak anladın mı…”

“Fotoğraf çekmek özeldir, kimsenin göremediklerini görürsünüz; kimi zaman detaydır, kimi zaman hayatın bütünüdür, kimi zaman bir parçasıdır. Fotoğrafçı için fotoğraf bir karakterize olaydır, çünkü ne gördüğümüz kim olduğumuzdur.”

“En önemlisi, fotoğrafın öz elemanı yoktur. Müziğin öz elemanı ‘do, re, mi, fa, sol, la, si’ yani notalar, seslerdir söz gelişi. Oysa fotoğrafın öz elemanları resmin öz elemanlarıdır. O yüzden fotoğraf ancak fotoğraf makinesi araya girmeden, fotoğraf makinesiz fotoğraf çekildiğinde sanat eseri olacaktır. Belki 3000 yılında”.

“Yazardan gazeteci olmaz. Bence gazeteci foto muhabiridir… Kaç makinem olduğunu bilmem, ama ellinin üzerinde makinem var. Sekiz bin dolarlık makine ile değil, 600 liralık makine ile çekiyorum. Çok hoşuma gidiyor.”[15]

“Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun.”

‘Tempo Dergisi’nden Burak Tatari’ye verdiği röportajda, Türkiye’de yaşanan değişimlere farklı bir açıdan bakan usta fotoğrafçı, insanların gelen yeniliklerle gerilediğini belirterek, “Biz de değişiyoruz. Antibiyotik devri bile bitti. Ama şunu söyleyeyim; insanlar aptallaştı. Birkaç değerli profesör dışında üniversite dediğin aptallar yığınıdır. Gerisi b.ktur. Benim sınıf arkadaşlarım ordinaryüs oldu. Öyle olmadıklarını biliyorum” ifadelerini kullanıp; “Fotoğraflarınızda Türkiye’nin insanları var. Bu kareler onları sevmeseydiniz ortaya çıkabilir miydi?” sorusunu “İnsanları sevmek istiyorum ama pez….nkler sevilecek mahluklar değiller. Çok b.ktan herifler var aramızda. Yalnız tahsil olarak değil. Ruh olarak fena adamlar var. Bir an evvel ölmeyi, rahat etmeyi tavsiye ederim,” demişti.[16]

Özetin, özeti John Berger’in, “Fotoğrafın hammaddesi ışık ve zamandır,” saptamasını doğrularcasına İstanbul kentini, ışıklarını bütün zamanlarıyla kucaklıyor Ara Güler’in kareleri hep yaşayacaktır…

Çünkü O bir röportajında kendisinden şöyle bahsedendi: “Ben foto muhabiriyim. Fotoğrafçı değilim. Kati surette sanatçı da değilim. Ben gördüğümü çekerim. Sanat yapmam. Çok doğal olarak gördüğümü insanlarla iletirim. Bunun adı foto muhabirliğidir. Fotoğrafçıyla foto muhabiri çok farklıdır. Foto muhabiri bomba patladığı zaman bombaya giden adamdır. Foto muhabiri tarihi makinesiyle yazan adamdır.”[17]

* * * * *

Tekrarda fayda var: Herkesin hem fikir olduğu üzere gerçekten de çok ama pek çok iyi bir fotoğrafçıydı koca Ermeni…

“Yeryüzünün en muhteşem, en olağanüstü fotoğraf sanatçılarından biri”[18] ve “Fotoğrafları güzellik duygusu, estetik bir haz yayıyor etrafına…”[19]

“Neden” mi?

“Ara Güler’in fotoğrafların yanına düştüğü anlatımlar, onlara ikinci bir boyut katar”ken;[20] “Güler’in hayat hikâyesi ve esasında fotoğraflarının hikâyesi usta bir fotoğrafçının tıpkı usta bir avcı gibi ne türden vasıflarla mücehhez olması gerektiğini anlatmaktaydı.”[21]

Kolay mı?

Gökşin Sipahioğlu’nun, “Ara Güler bir fotoğrafı hatırlamaya değer kılan önemli detayları bir saniyede fotoğraf karesi içine toplayabilecek esrarengiz bir seziye sahiptir. Bunlar öyle vazgeçilmez detaylardır ki eksiklikleri fotoğrafı sıradan yapar, konu ister günlük yaşam, ister ünlü bir kişi olsun, mesajını alır götürür.

Onun özneleri kendini gösterir. Belki çoğu onun fotoğrafladığı Sinan’ın mimarı eserleri ya da Picasso portreleri gibi mağrur değildir. Ara, birçok büyük sanatçı gibi öznelerini hor görmez, onlara yaşam verir, insan onurunu ve güzelliğini yaşatır… Ara eğer başka bir çağda yaşamış olsaydı, eserleri dünya uygarlığına ilham veren bir ressam ya da ünlü bir yazar olurdu,” diye betimlediği, “Ara Güler, Türkiye’de yaratıcı fotoğraf dendiğinde akla gelen ilk isim hâlâ…”[22]

Çünkü “Güler yereli ulusala, ulusalı da evrensele bağlayan bir köprüydü.”[23]

James A. Fox’un hakkında, “O her şeyden önce cömert, zarif ve esprili bir insandır. Tanıdığım en iyi hikâye anlatıcılarından biridir. Onun hayatı, birçok ünlü foto jurnalistinde olduğu gibi, anekdotlarla doludur. Bunlar, hiçbir zaman filme yansımayan sadece fotoğraf makinelerince kısmen tespit edilmiş olan yüzyılımızın yaşayan anılarıdır,”[24] notunu düştüğü Onun hakkında Yaşar Kemal, -Ara Güler’in 1995’de yayımlanan ‘Yüzlerinde Yeryüzü’ başlıklı yapıtının önsözünde- şunları söylüyordu: “O Anadolu’nun insan, kültür, doğa zenginliğinin, çeşitliliğinin gizine erişmiş kişidir. Kendisini bildi bileli kendini Anadolu zenginliğinin içine kapmış koyvermiş kişidir. Tam 50 yıl ne Anadolu toprağı, bunun içinde Trakya da, İstanbul da var, Ara’nın yakasını bırakmış; ne de Ara, Anadolu toprağını bırakmıştır. Onlar ki kara sevdalılar. Sonuna kadar birbirlerini bırakmayacaklardır.”[25]

“Ara Güler, dünyanın en güzel insanlarından biridir o. Bulunduğu yerde keyif eksik olmaz. Küfrederken bile kahkahayı basan”[26] O; herkese “Abi” der… Öyle hakiki, öyle sahici, öyle rahattır ki karşısında asla rol yapamazsınız… Anı anlatır. Ama uzatmaz. Kısa anlatır… Konuşurken sürekli “Anladın mı?” der.[27]

Evet, “Benzeri kolay bulunamayacak ‘orijinal karakterler’den biri Ara Güler… ‘Tatlılık derecesindeki huysuzluğu’, keskin zekâsı ve elbette muhteşem ‘kara mizah’ yeteneği öne çıkıyor. Bu kara mizah yeteneği büyük dramlarda, stresli, ölüme yakın anlarda bile direnme ve devam etme gücünü vermişti Ara Güler’e”…[28]

O bu dünyadan sadece geçmedi, yapıtlarıyla bu dünyada hep kalacaktır. Çünkü O -hata, abartı ve eksikleriyle-, fotoğraflarıyla tarihimize tanıklık etti, tarihin müşahidi oldu…

* * * * *

Buraya kadar Onun hakkında yazıklarımın, aktardıklarımın tümü doğru…

Ancak Onun, hata, abartı ve eksikleriyle kavranması şartıyla…

“Neden” mi?

Ara Güler iyi bir fotoğrafçı ama ( “Fotoğrafı bir silah gibi kullanmak”[29] konusunda tartışmalı olması yanında) kusursuz, eleştirilemez bir aziz falan da değil!

Mesela… “Sanatçı diye ortada gezenlerin bütün hepsi ibneler. Şimdi ben kendime sanatçı diyeyim de ibne mi olayım? Ben bunlarla uğraşamam. Vaktim yok. Benim işim gücüm var.”

“Toplum ne istediğini bilmez, hıyarlar cemiyetidir. Dünyanın en cahil kitleleri toplumlardır. Hiçbir şeye yaramazlar,” türünden cinsiyetçi, tepeden bakan –kabul edilemez- tutumlar…

Mesela… “Hepsinden geçtim; elbette ki Ara Güler’in son süreçteki duruşunun onaylanacak bir yanı yok, ama,” notunu düştükten sonra Rabia Mine’nin, “Bir büyük sanatçının daha gözlerinin kapanmasıyla, kifayetsiz muhterislerin leş ağızlarının açılması bir oldu,”[30] abartısındaki üzere!

“Nasıl” mı?

“İstanbul’un tarihini fotoğraflarla yazdı,”[31] diye sunulan Onun, İstanbul’un Gezi’sine bırakınız destek verip, vermemeyi; “Fransız kalması”; Ağaoğlu şirketler grubunun reklam fotoğraflarını çekmesi;[32] elbette olumlanması ya da “es” geçilmesi mümkün şeyler değildi ve olamazdı da!

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ailesinin fotoğraflarını çeken foto muhabiri Ara Güler’e sosyal medyada gösterilen tepkilere ilişkin açıklamasında, “Ara Güler’in, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın fotoğraflarını çekmesi kadar doğal bir durum olamaz,”[33] demesine demiş; bu tamam ise, İstanbul’un Gezi’sinin “es” geçilmesi bir siyasal tercih olmasın?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fotoğraflarını çektiği için eleştirilen Ara Güler, “Bunlar tam sopalık. Tabii Cumhurbaşkanı’nı çekeceğim, onu çekmeyip sizin gibi serserileri mi çekeceğim. Bunlar tam sopalık” sözleriyle tepki gösterip, ‘Habertürk Gazetesi’nden Kübra Par’ın “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Affedersin Ermeni’ sözüne alınmış mıydınız?” sorusunu “Hayır, ben Japon’um Ermeni falan değilim ki!”[34] yanıtının da altını çizmekte neden yarar olmasın?

Bunların altının çizilmesi; neden “kifayetsiz muhterislerin leş ağızlarını açmak” olarak yargılanmaya kalkışılsın ki?

“Bugüne kadar kaç Cumhurbaşkanı geçti, bir tanesi, bile Erdoğan gibi olamadı.” “Recep Tayyip Erdoğan’ın Amerika’ya kafa tutuşunu seviyorum,”[35] diyen Ara Güler, iyi bir fotoğrafçı olsa da yanlış bir şey söylemiş ve yapmıştır!

Elbette karşılıksız değil! “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ara Güler’i ‘büyük usta’ diye selamlamış ve kendisine hep böyle hitap etmiş… Fotoğraf çekiminin sonunda Ara Güler’i ta arabasının kapısına kadar uğurlamış Erdoğan ve Ara Güler’e arabanın kapısını açmış… Ara Güler, tam gidecekken… Erdoğan torunlarını çağırmış ve ‘Gelin, büyük ustaya veda edin’ demiş”…[36]

Kaldı ki O, bir zamanlar Cüneyt Özdemir’in programında bir izleyicinin “Kılıçdaroğlu’nun mu Erdoğan’ın mı fotoğrafını çekmek isterdiniz” minvalindeki sorusuna “Niye çekeyim, onlar beni çeksinler” yanıtını verdiğini unutsa da; böyledir bunlar!

Her ne kadar “Son dönemlerdeki Ara Güler’e yönelik eleştiriler için ne dersiniz?” sorusuna Coşkun Aral, “O eleştirilere ben de karşı çıkıyorum… Kutuplaşma hoş bir şey değil, Ara hiçbir zaman kutuplaşmanın adamı olmadı,”[37] yanıtını verse de; bu inandırıcı olmaktan uzak bir geçiştirmedir!

Son dönemdeki abartılı Erdoğan sevgisi yanında “İyi adamdır O (Fethullah Gülen), düşündüğünüz gibi değil…”[38] demiş olması da ayrı bir ideolojik defo ve -en hafif deyişle- yakışıksızlıktır

Burada durup; toparlamam gerek…

Sanat, doğası gereği sol damarlardan beslenen bir kavramdır. Sanatçı dediğiniz iktidarlarla iyi geçinmez. Tabulara kafa tutar. Kuralları, yasaları sorgular. Egemenlere boyun eğmez, onlara hep kuşkuyla bakar. Zenginden değil fakirden, ezenden değil ezilenden yana olur. “Yapma” denileni yapar, kurcalama denileni kurcalar.

Özellikle son günlerinde Ara Güler, böyle ol(a)mamış ve yap(a)mamıştır.

Böylece, “Durum böyle olağanüstüyse, siz sanatçı olarak olağan koşulların davranış kalıplarını sergileyemezsiniz. Böylesi bir iklimde sanatçının söylemedikleri söylediklerinden, yazmadıkları yazdıklarından, çekmedikleri çektiklerinden daha büyük bir önem taşır,”[39] eleştirisinin de haklı muhatabı olmuştur.

El özet bu da, büyük fotoğrafçının tercihine mündemiç dramıdır!

 

13 Kasım 2018 20:08:23, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Güney Dergisi, No:87, Ocak-Şubat-Mart 2019…

[2] Pablo Neruda.

[3] Ceren Çıplak, “Ara Güler’e Boğaziçi’nden Fahri Doktora”, Cumhuriyet, 2 Temmuz 2014, s.16.

[4] Celâl Üster, “Ara Güler’in ‘Deli Saraylı’sı”, Cumhuriyet Kitap, No:1202, 28 Şubat 2013, s.6.

[5] Yasemin Bay, “Acaba Sağ Olduğumuzda Açılır mı Müze?”, Milliyet, 14 Eylül 2012, s.2.

[6] Emrah Kolukısa, “Baktı, Gördü, Çekti…”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2018, s.12.

[7] “Çağ değişti, yaşam değişti… Değişecekti, değişmeliydi de ve öyle oldu. Elbette benim kuşağım ve benden önceki kuşaklar bir daha erguvanlarla sarılı bir bahçe kapısının önünden geçemeyecekler. Yağmur yağınca kayganlaşan Arnavut kaldırımlı bir Boğaziçi sokağından inemeyecekler.” (Güngör Uras, “Ara Güler’den Eski İstanbul Anıları”, Milliyet, 23 Ağustos 2015, s.7.)

[8] Gamze Akdemir, “Ara Güler: Bütün Patronları Dövmek Lazım”, Cumhuriyet Kitap, No:1293, 27 Kasım 2014, s.14-15.

[9] “Ara Güler, 1950’lerde babasıyla birlikte doğduğu Şebinkârahisar’a yaptığı yolculuğu şöyle anlattı:

‘Bir gün babam, ‘Dünyanın her yerine gidiyorsun, babanın köyünü merak etmiyor musun’ dedi. ‘Hadi gidelim’ dedim. Vapura binip Giresun’a gittik. Giresun’dan Şebinkârahisar’a taksi tuttuk. Oradan Yaycı köyüne gittik. Babam doğduğu evi aradı, bulamadı. Kiliseyi aradı, bulamadı. Mezarlığı tarla yapmışlar.

Çocukken yüzünü yıkadığı üç gözlü bir çeşme vardı, o kalmış. Oraya götürdüler, yüzünü yıkadı. ‘Çocukken anam beni dövenin üzerine koyar, dolaştırırdı,’ dedi. Hemen köylüler döven kurdu, babamı da içine koydular, döndü. Ben de fotoğraf çektim. Baktım, babam ağlıyor. Altı yaşında bıraktığı köyüne benimle beraber dönünce çocukluğu aklına gelmiş.

Sonra Sivas’a dönmek için araba tuttuk. Yolda giderken ‘Ah, unuttum’ dedi: ‘Buranın karayemişleri meşhurdur. Anam beni İstanbul’a mektebe gönderirken yanıma torba içinde yemişler vermişti, onları yiyerek gelmiştim. Benim memleket sevgim, yemişle başlar. Geri dönüp alalım.’

‘Baba, gözünü seveyim… 100 kilometre yol geldik. Şimdi yemiş için 100 kilometre geri gideceğiz, 100 kilometre tekrar bu tarafa geleceğiz, sabah olacak. Başka sefer alırsın’ dedim. İstanbul’a döndük.

‘Babam dört ay sonra öldü. Meğer derdi, oğlunun onu köyüne götürmesiymiş.

Cenazeye gideceğimiz gün evin kapısı çaldı. ‘Dacat Güler’i arıyoruz’ dediler. ‘Dacat Güler’i kaybettik, şimdi cenazeye gidiyoruz, isterseniz siz de gelin’ dedim. Meğer gelenler, köyde bizi gezdiren köylülermiş.

‘Siz de gelin cenazeye’ dedim. Yanlarında da bir sandık vardı. Baktım; karayemiş getirmişler. Babamın almak istediği, hasretini çektiği karayemişler… Çocukluğunda yediği, kokusunu aldığı, kendi memleketinin yemişleri…’

‘Hepsini ceplerime doldurdum, ceplerim şişti. Öyle gittim cenazeye… Tam babamı toprağa koyacaklar, ‘Açsanıza tabutu’ dedim, ‘Olmaz, dine aykırıdır’ dediler. ‘Siz açın, bir şey koyacağım’ dedim. Açtılar. Döktüm yemişleri… Babamı çocukluğunun yemişleriyle birlikte gönderdim öteki dünyaya… Şişli mezarlığında yatıyor şimdi…” (“Ara Güler: Babamın Tabutundaki Yemişler”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.12.)

[10] Orhan Pamuk, “900 Bin Fotoğraflık Arşivinden Bana Güzel Gelen Derin Şey Neydi?”, Hürriyet Pazar, 21 Ekim 2018, s.6.

[11] “Fotoğrafın efsane ismi Ara Güler’in ölümünün ardından yayımlanan bazı biyografilerde ‘tam adının Aram Güleryan olduğu’ öne sürülüyordu. Hürriyet’in internet sitesinde yer alan iki haberde de bu iddiaya yer verilmişti. Ara Güler ile konuşup kendisinin anlatımlarına dayanarak yaşamöyküsünü yazan gazeteci Nezih Tavlaş, bu iddiayı yalanlayan bir e-posta gönderdi: ‘Ara Bey’in, tam adının Aram Güleryan olduğunun kaynağı maalesef sizin gazete. Bunu yazanlar, 23 Mart 2016’da Hürriyet’in internet sitesine çıkan ‘Fotoğraf sanatçısı Ara Güler kimdir’ haberine dayanıyor. Bu isim meselesi ilk orada çıkmış ama kesinlikle uydurma. Kitabımda ‘Ara’ adının, ‘Yakışıklı Ara’ olarak da bilinen Ararat Kralı Ara Geghetsik’ten geldiğini, babasının soyadı kanunu çıktığında Güler soyadını seçtiğini yazmıştım. Tam adı Ara Güler’dir. Lütfen bu yanlışı düzeltin.” (Faruk Bildirici, “Ara Güler’e Saygı”, Hürriyet, 29 Ekim 2018, s.30.)

[12] “Anadolu Belleğini Yitirdi”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2018, s.15.

[13] Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri Ara Güler’in Hayat Hikâyesi, Yapı Kredi Yay., 2014.

[14] Zeynep Miraç, “Geriye Ara Güler Kalacak”, Cumhuriyet, 16 Ağustos 2015, s.7.

[15] “Öldükten Sonra Arşivim Dağılmasın”, Taraf, 26 Şubat 2012, s.17.

[16] “Ara Güler: Üniversite Aptallar Yığınıdır”, Hürriyet, 7 Aralık 2015… http://www.hurriyet.com.tr/ara-guler-universite-aptallar-yiginidir-40023793

[17] “Ara Güler Vefat Etti”, 17 Ekim 2018… http://www.agos.com.tr/tr/yazi/21413/ara-guler-vefat-etti

[18] Zeynep Oral, “Her Kare, Bir İlan-ı Aşk…”, Cumhuriyet, 21 Ekim 2018, s.15.

[19] Orhan Bursalı, “Fotoğraf Kareleri İçinde Ara Güler Var”, Cumhuriyet, 22 Ekim 2018, s.6.

[20] Celâl Üster, “Ara Güler’in ‘Deli Saraylı’sı”, Cumhuriyet Kitap, No:1202, 28 Şubat 2013, s.6.

[21] Ertuğrul Akgün, “An’lık Bir Ömür”, Birgün Kitap, Yıl: 11, No: 158, 6 Mart-2 Nisan 2015, s.6.

[22] Eray Ak, “Görsel Bir Dünyanın İçine Düşmüşüm”, Cumhuriyet Kitap, No:1491, 13 Eylül 2018, s.12.

[23] İdris Emen, “Coşkun Aral: Elveda Büyük Usta”, Hürriyet, 21 Ekim 2018, s.2.

[24] James A. Fox, Magnum Photos… http://www.fotoğraf.net/aragüler/index.html

[25] “Anadolu Belleğini Yitirdi”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2018, s.15.

[26] Ülkü Tamer, “Dikiş Makinesiyle Bile Fotoğraf Çeker”, Cumhuriyet, 10 Mart 2012, s.16.

[27] Ahmet Hakan, “Ara Güler’e Poz Verdi”, Hürriyet, 20 Ağustos 2012, s.4.

[28] Kanat Atkaya, “Ara Güler ve Bacağın Esrarı(!)”, Hürriyet, 9 Ağustos 2015, s.6.

[29] Özlem Kalkan Erenus, “Fotoğrafı Bir Silah Gibi Kullanmak”, Cumhuriyet Kitap, No:1490, 6 Eylül 2018, s.10-11.

[30] Rabia Mine, “Yamyamlara Şeker”, 18 Ekim 2018… https://noktahaberyorum.com/yamyamlara-seker-rabia-mine.html

[31] “İstanbul’un Tarihini Fotoğraflarla Yazdı”, Birgün, 19 Ekim 2018, s.2.

[32] http://www.hürriyet.com.tr/ekonomi/15859073.asp

[33] “Erdoğan’ı Çekmekten Doğal Durum Olamaz”, Milliyet, 22 Aralık 2015, s.19.

[34] “Ara Güler: Bunlar Tam Sopalık”, Radikal, 25 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/hayat/ara-guler-bunlar-tam-sopalik-1495462/

[35] Ahmet Hakan, “Git Kendini Saray’da Yak”, Hürriyet 15 Ocak 2018, s.4.

[36] “Ara Güler, Erdoğan’a ‘Abi Şuraya Geç’ Demiş”, Hürriyet, 27 Aralık 2015… http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/ahmet-hakan_131/ara-guler-erdogana-abi-suraya-gec-demis_40032408

[37] “Orhan Atmış, “Coşkun Aral: Atatürk’ün Sandalına Takılırmış”, Cumhuriyet, 19 Ekim 2018, s.15.

[38] http://video.zaman.com.tr/…çekiyorlar_ousfofnr.html

[39] Ferhan Şaylıman, “Ara Güler’in Çerçevesi”, 21 Aralık 2015… http://direnisteyiz2.org/ara-gulerin-cercevesi-ferhan-sayliman/

 

Temel Demirer

hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan); ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim... 54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım... Okur yazarım... Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.