Aktüel Dünya

Ahmet Oktay şiirinde yalnızlık, acı ve kederin anlamı*

Ahmet Oktay’ın şiirindeki izleklerden birincisi yalnızlıktır, yalnız bırakılmadır ya da yalnız kalmayı bilinç olarak alma ve tercih etme hatta dünya karşısında tercih etmek zorunda kalmaktır


Halim ŞAFAK


“Zenginliğimizi yaratan ruhtur. Ruhumuz bize sürgünde ve en zorlu yalnızlıklarda eşlik eder.” Hegel

“Keder,/mayam benim;/çoğunluğun okumadığı/okuyanınsa horladığı simyam,/   keder/yakut parıltılı gömüm!” Vladimir Mayakovski, Ahmet Oktay, s.449)

“Acı içinde yaşamak gerçekliğin bir tezahürünü yaşamak, gerçekliğe doğru itilmektir. Acı olumlanması gereken bir şeydir ve hiç kuşkusuz, olumlanması en zor şeydir de. Acı gerçek olanın gerçekliğine bir çağrıdır ve bu yüzden bizim gibi mahlukların en çok ihtiyaç duyduğu şeydir.” Edepsizlik, anarşi ve gerçeklik, Crispin Sartwell

Çocukluktan yaşlılığa giden süreçte insan ve insan olmayan canlıların yaşadıkları ve yaşamak zorunda kaldıkları Ahmet Oktay’ın şiirinde üç duygunun/izleğin başat öğe olarak öne çıkmasını sağlamış, yazdığını belirlemiş yanı sıra göçebelik, gezginlik, sürgünlük gibi duygularla karşılaşmasını ve bunları söz konusu etmesini getirmiştir. Ahmet Oktay’a göre bir yerde göçebelik duygusu taşımayan ve bundan dolayı dışlanmayı göze alamayan şair ve yazarlar da düzenle uzlaşmak zorunda kalmışlardır. İnsan ve canlı hayatına, her hangi bir şehre, mekâna, nesnelere, coğrafyaya dönük değerlendirme ancak karşılaştırmalarla ama ondan önemlisi uzlaşmama ile mümkün olabilecek bir şeydir.

Sürgünlük için bunu tam olarak söz konusu etmek zorsa da yine de göçebelik, gezginlik gibi duygu ve yaşayış biçimleri özgürlük olarak anlamaya son derece açıktırlar hatta düpedüz özgürlüktürler. Kaldı ki Barbara Cassin’e başvurarak belirtirsek evin ölümlü olduğunu unuttuğumuz için eve geri dönmek isteriz. Oysa “Evine geri dönmek herkesin tabi olduğu kadere teslim olmaktır.” Yaşlanmak ve ölmektir. (Nostalji, çeviri: Seçil Kıvrak, Kolektif, Haziran 2018, s.96-30) İnsan bu evine dönmeyi, evinde olmayı geçmişten ürettiği ruhsallık sayesinde kader olmaktan çıkarıp bir itiraz ve karşı çıkmaya dönüştürür.

Göçebe “G. Deleuze ve Guattari ikilisinin tanımlarını izleyerek belirtilirse (…) “kendini yadsır (inkâr eder), kendi kendini yurtsuzlaştırır.” (Gizli çekmece, Doğan Kitap, 2. Baskı Eylül 2004, s.131) Ahmet Oktay’ın “İçinizdeki kenti durmadan değiştirin” (agy, s.173)    demesi de bu duygularla ve kendi demesiyle şairin “düşünür-gezer”liği ile ilgili bulunabilir. (Gece Defteri, YKY, Nisan 1998, s.13 ) Bir bakıma “düşünür-gezer”liği yerleşikliğine rağmen göçebelik ve gezginlikle ilişkilendirebilir, onların ruhsal bir biçimi olarak kabul edebiliriz. Burada baştan belirilmesi gereken sürgün, göçebe gibi duygu ve biçimlerin “özel bir sürgünlüğü” irdelememesidir. Çünkü “Sürgün yalnızca özel sürgünlüğünü irdelemeyi seçecek ve hiç aşamayacaksa onu, yazmak boyun eğmektir.” (s.408) Bundan dolayı Ahmet Oktay için herkes bir ötekinin yurtsuzudur. (s.401) Şairlerse büyük ihtimal herkesin sürgünlüğünü ve sürgün yerini çoktan yurt edinmiştir. (s.383)

Richard Sennett bir yerde Oidipus’un bedenine bakarak iyileşmiyor görünen köken ve gezgin yarasından söz eder. (Yabancı, çeviri: Tuncay Birkan, Metis, Kasım 2014,s.72) Köken yarası da gezgin yarası da insanın hayatı boyunca tartışmasını sürdürdüğü iki önemli olgu ve durumdur. Köken sürekli bir geçmiş ve bir yere ait hissetme, bir memleketten söz etme tartışmasına ve yurt ihtiyacına neden olurken gezginlik bunu bir uçtan geriletir, yadsır insanı kurmaya çalıştığı bütün ilgi, ilişki aitlik duygularına, bağlarına ve pratikteki yerleşikliğe rağmen ruhsal olarak onu nerde ve nasıl yaşarsa yaşasın coğrafyayla ve mekânla ne tür ilişkiler kurarsa kursun hiçbir yerli yapar. Metin Altıok’un “Yerleşik Yabancı” dediği şey de tam da budur, bunu ifade eder. (Yeni Ankara Yayınları, 1978)  Ne var ki bu durum bugün ve geleceğe yönelme eğilimi içinde olmadığı takdirde sorunlu bir nostaljiye, geçmişe dönük özlem duygusuna ve gezginliğe dönüşebilir. (Barbara Cassin, agy, s.44) Bundan olabildiğince sakınmak izleklerin bugünle ve gelecekle kurduğu olumlu ilişkiyi yine geçmişin yaşanmış bir deneyim olduğunu unutmadan ikisinin lehine daha da geliştirmek gerekir.

Ahmet Oktay en toplumsal konu ve olgular karşısında bile göçebe ve sürgünlüğe eğilimli ruhsal bireyselliğini bir itiraz ve karşılığın alanı/ yolu haline getirmiş ve bunun Marksizmden kaynaklanan bir itiraz ve karşılık olduğunda da ısrar ve dikkat etmiş sorun kabul ettiklerini bireysel/kişisel düzeyde ele almıştır. Bu ele alma baştan beri gelecek düşüncesini/beklentisini ve imge olarak devrimi de bünyesinde bulundurur. Enis Batur’a göre Ahmet Oktay “bir gün geri dönülebilecek bir dünya kurmak için sürgün yoluna” çıkıyordur/çıkmıştır. (Aktaran: Ahmet Oktay, Gizli çekmece, s.228) Geri dönme doğrudan bir gelecek beklentisi, hayali olarak anlanmaya da sonuna kadar açıktır. Ahmet Oktay bütün bunları Marksizm düzleminde tartışma ve eleştiri konusu eder.

Burada özellikle ve en baştan belirtilmesi gereken bir şey vardır ki o da Ahmet Oktay’ın geliştirmeye çalıştığı ya da bilinç olarak aldığı/benimsediği Marksist anlayışın eleştirel ve otoritenin dışında bir yerde durmasıdır. Başka bir deyişle dogmatik ve otoriter olmamasıdır. Hatta bu noktada Ahmet Oktay’ın Marksizm anlayışı ile anti-otoriter düşünce arasında yakınlıklar bulunabilir/ kurulabilir. Bu yüzden onun şiiri dünya ve devlet karşısında bireyselliğini baştan ilan etmiş ama o bireyselliği sonuna kadar ‘biz’i ve toplumsal olanı değerlendirmeye açmış yaşadıkça ve düşünüp duydukça yazı ve şiir etmiş trajik bir hikâyedir.

Trajik olanın buradaki asıl unsuru ise yaşayanlardan çok hayaletler,  Adrian Poole’un demesiyle yaşayan ölüler, ölmüş ve öldürülmüş canlılardır. (Trajedi, çeviri: Hakan Gür, Dost,2013)  Adrian Poole’un trajediyi oluşturup belirleyen hayaletlerle adaletin yerini bulması arasında da bir ilişki kurar.  Bu yüzden trajedi bir adalet talebidir. Nazım Hikmet’in Şeyh Bedrettin ve müritleri ile Hilmi Yavuz’un hayatın doğusuyla, yine Şeyh Bedrettin ve müritleriyle, Mustafa Suphi ve arkadaşlarıyla kurduğu ilişki haklı ve doğru olarak onların trajedisini esas almış yani trajedileriyle ilgilenmiş ve adalet talep etmiştir.

Trajedi insanda ıstırap, acı/ma (kesme bana aittir) ve dehşet duygusunu birlikte tutmayı ve düşünmeyi sağlar. (agy)  Buysa insan için ancak ölümün sonlandırabileceği bir tartışmadır. Bunun Jean Amery’in  Auschwitz ve onun üretmesi muhtemel ruhsallığı tartışırken sözünü ettiği kalpleri güçlendiren, sinirleri zayıflatan olaylar karşısında duyulan ama insanın içinde saklı dehşetle çok fazla yakınlığı ve ilgisi vardır. (Suç ve Kefaretin Ötesinde, çeviri: Cemal Ener, Metis, Ocak 2015 s. 13,40) Bu durum insanın kendini dünya ve trajedi karşısında bir sürgün, göçebe kabul etmesi ve bunu şiirine, yazısına yansıtması için çaresizce yeterlidir.

Dünyanın insanla tekrar başlayan tarihinin/hikâyesinin bu anlamda çok fazla dehşet dolu ve korkutucu olduğunu düşünürsek insanın her döneminde ruhsal olarak kendini bunun etkilerine açacağını ve yaşadığı müddetçe benzer sorunlar ile uğraşacağını, hayatını nerde olursa olsun bir sürgün ya da göçebe gibi yaşayacağını en azından öyle anlayacağını, kabul edeceğini yani gitmek isteyeceğini ve gitme duygusunun yazdıklarını belirlemesine izin vereceğini bilebiliriz.

Sözü edilen ıstırap, acı/ma duygusu ve dehşet çoğunlukla bizden önce yaşanmış doğrudan muhatabı olmasak da tanığı olduğumuz (bilmek ve haberdar olmak da sonuçta bir tanıklıktır)  ve benzerleri yaşanmakta olan bireysel/ toplumsal olay ve olgular kadar tek tek canlılarla da ilgilidir. Buysa trajedi karşısında yaşayanların tanık olmayı geçip kendini borçlu, hatta suçlu kabul etmesi ve buna göre davranması için yeterlidir. Ahmet Oktay’ın ‘Hayalete Övgü’sünün ilk sayfasına Derrida’dan şu alıntıyı koyması tam da bununla ilgilidir: “Hayalet, ertelenmiş bir ruhtur, kefaretin ödenmesi vaadi ya da hesabıdır.”(s.677)  Bu borçluluk/ suçluluk hatta itiraf duygusu Ahmet Oktay’ın şiiri için her zaman belirleyici unsur ve asıl özellik olmuştur.

Bu durum şairin şiirinde ilk şiirinden sonuncuya kadar daha çok insan ama canlılar temelli ölüm, insan ve araçlarıyla öldürülme ve düşüncesini tartışmaya ve sorgulamaya da neden olur. Kaldı ki ölüm ve düşüncesi Marc Auge’un belirttiği gibi ölecek olduğumuzdan dolayı zaten hep zihnimizde olsa da ölümün asıl yol açtığı onu barındıran geçmişi hiç unutmamamız yaşadığımız müddetçe zihnimizde tutmamızdır.  (Unutma Biçimleri, çeviri: Mehmet Sert, Om,1999)

Devam edelim… Ahmet Oktay’ın şiirindeki izleklerden birincisi yalnızlıktır, yalnız bırakılmadır ya da yalnız kalmayı bilinç olarak alma ve tercih etme hatta dünya karşısında tercih etmek zorunda kalmaktır. Kendini göçebe ya da sürgün hatta ikisi kabul edenin yalnızlığıdır. Jean Amery Auschwitz’de yaşananlara, yaşamak zorunda kaldıklarına bakarak zulmü aşırı bir yalnızlık deneyimi olarak kabul eder. (Suç ve Kefaretin Ötesinde, Metis, Ocak 2015,s.97) Jean Amery’in bu dediği doğrudan yaşadığı ve tanığı olduklarının yol açtığı bir yalnızlıktır. Entelektüel, bir şair ya da her hangi bir insan bildikleri ve tanığı olduklarının baskısı karşısında benzer ve yakın bir yalnızlık deneyimi yaşayabilir ve bunu özellikle yazdıklarına etki eden, hatta belirleyen ruhsal bir yalnızlığa dönüştürebilir. Ahmet Oktay bu noktada Adorno’nun “yalnızlık da toplumsal olarak dolayımlanır.” Demesini de dikkate almakla kalmaz (Aktaran: Ahmet Oktay, Gizli çekmece, s.212) yalnızlığı toplumsal olanı anlama ve açımlamanın, imkânı haline getirir ve gidişata itiraz eder.

Yalnızlık ayrıca Auschwitz’de ya da bugünün dünyasında her hangi bir şehirde, bir mahallede kendine ait bir evde, hangisinde olursa olsun oluşturdukları bir yana dünyaya karşı kendini koruma ve güvende tutma en azından bunun duygusunu yaşamak için kuşkuyla tercih edilen ama tartışılabilir bir biçim ve tavırdır.  Geçmiş hayat ve bu yaşadıkları dönem Cemal Süreya Edip Cansever, Turgut Uyar, Ahmet Oktay, Metin Altıok gibi şairler için yaşandığı kadar, sorgulanan, tartışma konusu edilen ve bağlı olarak yazılan bir yalnızlık ve sürgünlük deneyimidir.

Yalnızlık dünyanın trajedisi karşısında iki şeyi kışkırtır, kalıcı bir izlek ve sorun haline getirir. Bunlardan birisi sürekli duyulan, hem olumlanan hem reddedilen, hem de Crispin Sartwell’in demesiyle gerçekliğe çağrı anlamına gelen acı ise ikincisi yalnızlık ve acının sürekli olarak insana yaşattığı, duyurduğu, zihnin meşgul olmasına izin verdiği kederdir. Dehşete düşülen şiddet ve diğer biçimler her ikisinin nedeni, asıl kaynağıdır. Yalnızlık ve acı arada hüznün de izlek haline gelmesine katkıda bulunsa da onun hiçbir biçimde kederin önüne geçmesine ve yerini almasına, şiire egemen olmasına izin vermez.

Keder, acıdan dolayı çaresizce ve yine acıyla yaşadığımız ve duyduğumuz bir şeydir. Keder her zaman hüzünden ağır ve etkili, sonuçları daha ağır bir duygudur. Hüzün çoğunlukla kederi hafifletmeye, katlanılır, yaşanabilir ve zararsız kılmaya yarar. İnsanın dehşetli olan karşısındaki durumunu asıl yansıtan acı duyma ve kederdir. Kaldı ki Ahmet Oktay’ın hüznü çok kullanılmış ve anonimleşmiş bir duyarlık olarak gördüğünü kedere daha fazla değer ve anlam verdiğini bu yüzden de Hilmi Yavuz, Ahmet Telli gibi şairlerin tersine uzak durduğunu hüznün şiirinde pek fazla yer kaplamadığını ve etkili olmadığını biliyoruz. (Gece Defteri, YKY, Nisan 1998, s. 47)

Burada yalnızlıkla ve tek başına yaşanan acı Crispin Sartwell’in demesiyle “bedenin hazlarından daha az olmamak üzere, bizi yaşamdan zevk almaya çağırabilir.”(Edepsiz, anarşi ve gerçeklik, çeviri: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı,1999, s.181)  Crispin Sartwell bunu ölümü de acının yanına koyarak ya da ikisini birlikte düşünerek hem insan zindeliğinin hem de insan sapkınlığının bir ölçüsü olarak da anlar ve kabul eder. (agy, s.181) Crispin Sartwell’in dediğinden hareketle belirtirsek acı haz aldığımız bir şey olduğu kadar dünyaya karşı çaresizce ya da isteyerek ilgimizi ve karşılığımızı diri ve ayakta tutar, yaşamamızı sağlar.

Acının temel özelliği insanın kendini bırakması değil ayağa kaldırması yaşamaya yani kendini hayatta tutmaya ve kendini deneyimlemeye zorlamasıdır. Acı ve ona dayanma, acı eşiğine bağlı olarak insan duyguları içinde teslimiyetçi olmayanlar arasında sayılabilir. Başka bir deyişle yaşamak zorunda kaldığımız ya da tanığı olduğumuzdan duyduğumuz acı sayesinde kendini bırakmaya karşı direniriz, bir direniş içinde oluruz. Buysa insan bedeni ve ruhsallığı üstündeki sonuçları ne olursa olsun dünyaya karşı ve dünyayı içine alan ve ondan yana bir duyarlık/duygu ve tepki geliştirmemize neden olur. Kaldı ki ancak içine düştüğümüz dehşetten dolayı acı duyarsak bir başkasının da acısını duyabilir/anlayabilir onu söz ve yazıda tam bir sahicilikle ve gerçeklikle bizim yaşadığımızdan kuşku duymayacak şekil ve biçimde söz konusu edebilir, paylaşabilir onlar için adalet talep edebiliriz. Kaldı ki şairin vicdanla kurduğu ilişkinin temelinde de adalet duygusu vardır. Vicdan insanın adalet duygusuna yön veren asıl duygudur.

Bizim ve başkalarının ölüm ve daha başka nedenler sonucunda duyduğu acı insanda tekten örnekler dışında ölümden çok ya da onun kadar yaşamayı kışkırtır. Bu kendini başkası etmeyi, başkasının yerine geçirmeyi de içeren bir yaşama olduğu kadar Adorno’nun “ancak acı paylaşılabilir” demesiyle de açıklanabilir bir durumdur. Hayat çoğunlukla bu paylaşmayı bildik haliyle izin vermediğinden/vermeyeceğinden söz ve yazı yani şiir ve başka sanatlar devreye girer. Bu yüzden şairler için şiir hem acının hem de ölümün asıl ifade edildiği, yaşandığı, paylaşıldığı ve hayaletler için adalet talep edildiği yerdir.

Bunların hepsi de insan belleği ve onun oluşturduğu bilincin ürünüdür. Çünkü yaşadıklarımızdan çok belleğin o bireysel/toplumsal olarak yaşadıklarımızdan, maruz kaldıklarımızdan biriktirdiklerinden, çıkardıklarından ve kendinde tuttuklarından dolayı acı duyar, kederleniriz, bir tutum ve davranış ediniriz. Tarihin canlıların maruz kaldıkları zulüm ve zalimlikten dolayı büyük ölçüde ve aynı zamanda sonsuz bir trajedi olduğu düşünülürse yaşatıp duyurdukları bir yana söz ve yazının onu kalımlılıktan çok hem tanığı hem suçlusu ikisine bağlı olarak da itirafçısı yaptığını da düşünebiliriz.

Bu acı yaşamak zorunda kaldığımız/istediğimiz/ yaşadığımız bir şey olsa da bir yandan da onu bastırmaya, sakinleştirmeye ve başka bir şey haline getirmeye çalışırız. Tam da burada başta tütün ve alkol olmak üzere algı bozucular devreye girer. Burada algının düzensizleşmesi ya da düzenli algının bozulması acı ve kederin çoğalması kadar her şeyi kontrol altında tutmamıza ama bir yandan da karşı çıkmamıza katkıda bulunabilir. Edip Cansever, Ahmet Oktay, Ahmet Erhan gibi şairlerin hayatları ve şiirlerindeki alkol bunun karşılığıdır. Ahmet Oktay’a göre Edip “Cansever bu bağlam içerisinde alkol bağımlılığını baskıcı, yoksullaştırıcı ve yoksunlaştırıcı toplum karşısında bir savunma aracı olarak konumlandırır, asla utanmaz, bu bağımlılıktan. “Ya alkol olmasaydı, ya alkol olmasaydı” diye sorarken teslimiyetçi bir tutum yansıtmaz, tam tersine alabildiğine eleştireldir, hatta hayırlayıcıdır.” (“Derdime Verem Diyorlar”, Kitap-lık, sayı 61, Mayıs 2003) Benzer bir şey tabii Ahmet Erhan için de iddia edilebilir. Walter Benjamin’in sarhoşu devrimci bulması da bu hayır deme, teslim olmama, daha da önemlisi eleştirellikle ilgilidir.

Yalnızlık, yalnızlık kaynaklı yaşanan acı ve keder ise çocukluk ve ilkgençlik yani geçmiş ve yaşıyor olmamızdan dolayı bugün eksenlidir, fazladan geleceği düşünür ve arzu eder. Ahmet Oktay’ın demesiyle hep geleceğe yönelme eğilimi içinde oluruz. Hepsi birey eksenli görünse ve kendini kişisel olana iyice açsa da yaşadığı dönemlerin toplumsal olgu ve durumlarına ve canlıların tek ya da ortak yaşadıkları trajedilere, zulümlere bağlı olarak Ahmet Oktay’ın yazdığı şiiri politikleştirmeye eğilimlidir hatta düpedüz politiktir bir şiir yapar.

Buradaki bir türlü ortadan kalkmayan ve duymanın doğurduğu ve yaşattığı yalnızlık duygusu kadar acı ve keder kişisel bir şey olduğu kadar yaşadığı dünyaya ve dönemlere, insan ve canlıların yaşadığı trajedilere ilişkindir, onların sonucudur. Acının hayatta ya da sözün/yazının içinde içerdiği anlamları ve duyurdukları önemli bir tartışma konusudur.  Söz ve yazı acının deneyimlendiği ve tartışıldığı, sorgulandığı ve buna karşı mücadele edildiği alandır. “söz acıda sınandı” dizesinin sloganlaştırılmasının ve sonunda tüm şiirlerin başlığı olmasının asıl belirtmek istediği ve arkaplanında tuttuğu da bu deneyim ve mücadeledir.

Acı çoğunlukla dayanmamız gereken ya da nihai olarak ortadan kaldırmaya çalıştığımız bir duygu ve sonuç olsa da tekrarla acıyla haz ve başka şeyler arasında kurduğumuz ilişki, dayanma arzusu ya da acının gerçekten ruhsal ve bedensel haz veren bir duygu ve deneyim olmasından dolayı hem insanın kendisi hem de söz ve yazı için tarih boyunca yoğun olarak ilgi gören bir şey olmuştur. Bu noktada hem geçmiş hem bugün hem de geleceğin asıl duyurduğu ya da bireysel/ toplumsal hangisi olursa yaşanmasına izin verdiği, insanda bıraktığı bu acıdır. “-geçmişin ve geleceğin sesinde, biz ki yalnızlık ve acı bulduk” (sürgün, s.269)

Bunlar ve duyurdukları Ahmet Oktay’ın her dönemde geçmişi/ni ve çocukluğunu, çocuklukları şiirinde tutması için yeterli olmuştur. Sürgün olanın, kendini sürgün kabul edenin hatırında tuttuğu ve yanında götürdüğü çocukluğu, ilkgençliği ikisinin yaşandığı mekân ve şehirlerdir. Bir zaman sonra çocukluğu oğlu Deniz’in ve torununun çocukluğuna doğru da genişlemiştir. Çocukluk ve ilkgençlik burada büyük ölçüde yaşanan döneme dönük tanıklığı ve onun karşısında suçluluk, acı duyma, kederlenme, bir şey yapamama ve itiraf etme duygusunu da içerir.

Bu onun demesiyle devamlı bugüne ve geleceğe yönelme eğilimi içinde ve ikisi arasında gidip gelen bir geçmiş ilgisidir. Nietsche’den hareketle belirtirsek geçmiş hem duygu hem de izlek olarak bugün, geleceğin ve hepsinden kalkınan devrim ve imgesinin de kışkırtıcısıdır. Bu Giorgio Agamben’in şair gözünü kendi zamanına dikmeli dediği de şeydir. Kaldı ki çağdaş olan kalemini şimdiki zamanın karanlığına batırarak yazabilen ve karanlığı algılayabilen kişidir.(Çıplaklıklar, çeviri: Suna kılıç, Alef, 2017 s.21-22)

Kalıcılaşmış ya da devamlı hale gelmiş ilk şiirinden son şiirinde temel izleklerden biri olarak yerini korumuş ve öteki izleklere kendinde yer açmış geçmiş ilgisinin ise ruhsal göçebeliğe ve sürgünlüğe bakarak tek açıklaması vardır: “insan daima anımsar:” (Gölgeler Sesi Örtemez, s.193) olsa da Ahmet Oktay yaşattıkları ve duyurdukları karşısında başta suçluluk olmak üzere epeyi bir duyguyla “Anılardan kurtulun!” da diyecektir. (Yıllık Bakım, s.639) En azından yaşadığı müddetçe kendini ve yazdıklarını belirliyor olmasından dolayı böyle bir dize yazacaktır. Bir zaman sonra  “Anımsadıkça bilebilecek insan/neyi unutmaması gerektiğini” (İnsanın Gurbetleri İçinde, s.691) diyen de Ahmet Oktay olacaktır.

Ahmet Oktay’ın baştan beri yazdıklarını belirleyen yalnızlığın bir yalnız bırakılma/kalma ve bunu tercih etme ve bilinç haline getirme ile de ilgili olduğunu daha önce belirtmiştik. Yalnızlık çoğunlukla yadırgılık ve yabancılık, uzaklık, uzakta olma, uzak kalma/bırakılma, sürülme halidir. Bunun bildik anlamda bir öteki ya da ötekileştirme olması ya da öyle algılanması pek doğru olmasa da bir zaman sonra kendisinin de kabullendiği ve rahatsızlık duymadığı bir dışlanmaya, ayrı tutulmaya da neden olmuştur.

Çocukluk ve bugün bunun içinde en geniş ve anlamlı haliyle bulunur. Çocukluk eleştirel olanla kurduğu ilişkiye de bağlı olarak bugünü ve ayrılıkları hem anlama hem de onlara karşı çıkma aracıdır. İkisinin arkasında tam bir gidip gelmeyle doğduğu büyüdüğü, yaşadığı şehirler ve onların oluşturduğu dünya bulunur ve bu şehirlerin hepsi hangisinin yurt olduğuna karar verilmemiş/ verilemiş memleket/ler olarak şiirde öne çıkar.  Sürgünlük, göçebelik duygusunun sürekli tartışma konusu edilmesine izin verecek olduğu da memlekettir/yurttur.

Bu memleket ilgisi biraz da memleket insanlarının, canlılarının tarih boyunca gördüğü zulümlerin de etkisiyle her dönem göçebelik, sürgünlük, muhacirlik ve bağlı olarak yas gibi duygu ve düşüncelerin başka insanlara ve canlılara yönelik ortaya çıkmasına neden olmakla kalmamış bir yandan da kendi ve yalnızlığı ile ilişki kurmasını sağlamış ve ikisini birlikte düşünmesine ve değerlendirmesine katkıda bulunmuştur.

Jean Amery’in taşınabilir ve ikame edilebilir bulduğu yurt  (Jean Amery, agy. s.67) ya da başka bir yerleşiklik biçiminin dünyada ve yaşadığımız coğrafya üstünde otorite ve onun modernizmi başta olmak üzere türlü nedenlerden tam olarak güven duyulacak biçimde pek mümkün olmadığı/ olmayacağı bundan dolayı da özellikle şair yazarın hem yaşadığı memleketteki hem de genel olarak dünyadaki olay ve olgulara insan ve canlı hareketlerine, yıkımlara, özellikle sürgün, göç, tehcir, mübadele, yerinden edilme gibi çoğu trajik örnek ve biçimlere bakarak tamamlanamayan kökleri geçmişte olan bir yurt, yurtsuzluk, göçebelik, sürgünlük, muhacirlik, mültecilik ve hiçbir yerlilik tartışmasını sürdüreceğini söyleyebiliriz.

Yurt bugünün “modern endüstri toplumunda artık gerçek bir karşılığı kalmamış olan bu değer, hala duygu yüklü olmakla birlikte (…) anlamını kaybetmeye” başlamış olsa da 1900’lerin ilk yarısı için dünya tam da bu noktada olmadığı için epeyi şair üstünde etkili olmuş (Jean Amery, agy. s.74)  uluslaşma süreçlerine de bağlı olarak kitlesel katliamlar ve yerinden edilmeler karşısında daha fazla tartışılan kavram ve olgular olmakla kalmamış şiir ve yazıda da karşılık bulmuştur.

Ahmet Oktay için okurluğu kadar gazeteciliğinin de katkısıyla Ankara, Sivas ve İstanbul’dan sonra gittiği ve bir süre bulunduğu Erzurum, Kars, Hakkâri, Antalya, Trabzon, Rize, Konya, Kayseri, Edirne, Çanakkale, Urfa, Diyarbakır, Adana, Gaziantep, Siirt gibi şehirler yurt ve bağlı olarak gurbet, sıla ve sürgünlük tartışmasını çoğaltan etkenler olmuştur. (Gizli Çekmece, Doğan Kitap, 2.Baskı, Eylül 2004)

Ne var ki bu tür duygular insanda daha çocuklukta, ilkgençlikte oluştuğundan ve şairler de genelde çocukluktan kalkınan bir yurt tartışması yürüttüğünden dolayı bunun modernizm karşısında uzak geçmişte olduğu ölçüde insanı rahat ettirecek bir yerleşikliğe ve duygusuna yol açması mümkün olmayabilir. Bundan olacak ki Jean Amery kendine ve Nazilerden kaçan Yahudilere bakarak “’Yeni yurt/vatan’ diye bir şey yoktur. Yurt, çocukluğun ve gençliğin ülkesidir. “O ülkeyi kaybetmiş olan kişi”nin, “yabancı ülkede artık bir ayyaş gibi yalpalamamayı, tersine ayağını yere az çok korkusuzca basmayı istediği kadar öğrenmiş olsun, bir kaybeden olarak” kalacağını söyler. (Jean Amrey, agy. s.72) Bunu özellikle uluslaşma süreçlerinin ağır sonuçlarına (kıyım, katliam vb.) onun yol açtığı insan hareketlerine (sürgün, tehcir, mübadele, yerinden etme vb.) bağlı olarak yurtiçine dönük de iddia etmek mümkündür. Ahmet Oktay’ın şiirinde içine düştüğü ikilem de bu yalpalamanın ve kaybetmenin sonuçlarındandır.

Kaldı ki “cani bir çağ”da yaşanıyordur ve ne oluyorsa o çağda oluyordur. Bu uzun sürmesi mümkün/sürmüş bir memleket ve dünya tartışmasıdır, arayışıdır, sürgünlüktür. Şairin çocukluğundan bugününe gelen memleket ve sürgünlük eksenli bir çağ değerlendirmesidir ve yukarıda belirttiğim süreçlere bağlı olarak son derece politik ve eleştireldir. Şairin bireyliği ve okurluğu da bunu geliştiren ve sürekli olarak geçmişi ve bugünü sorgulamayı sağlayan asıl olgudur. Bu yüzden karşılaşılan her düşünce neredeyse süreklilik gösterebilen bir geçmiş ve bugün tartışmasına ve karşılaştırmasına neden olur.

Bunun yaşadığımız sürece bir sıla gurbet ve ikisinin arasında süren bir memleket ve sürgünlük, göçebelik tartışmasına neden olması kaçınılmazdır. Buysa Richard Sennett’in memleketi “seyyar” (Richard Sennett, agy. s. 85) Jean Amery’in “taşınabilir ve ikame edilebilir” (Jean Amery, agy.) bulmasıyla da yakından ilgilidir. İnsan neredeyse memleket muhakkak başka bir yerde olacaktır. (Richard Senntt, agy. s.85)) Ahmet Oktay tam da bu temelde uzun süren bir tartışma yürütmüş ve daha sonra buna sürgünlük, göçebelik gibi başka izlek ve konuları dâhil ederek şiirini bu temelde oluşturmuştur.

Bu yüzden Ahmet Oktay’ın “Bir yerde doğduk/ölmek üzere bir yerde:” dizeleri masum, öylesine söylenmiş ve durumu kabullenmeyi, bir yeri geçmiş ve bağlı olarak memleket/yurt kabul etmeyi tembihleyen/çağıran iki dize değildir. (Siyah Bir Şehrengize Giriş, s.514) Şair bundan önce gelen bir şiirde “Yurt öleceğimiz yer midir sevgilim/ yaşadığımız izbeler mi? Düşlenmiş/ ülkeler midir yurt, aç kaldığımız kentler mi?” sorularını sormuş ve bir önceki şiiri çoktan yadsımıştır. (Otel Isparta, s.514)

Kaldı ki hayatının son ve en uzun dönemini İstanbul’da geçiren/yaşayan Ahmet Oktay’ın şu dizeleri de bu tartışmayı tek bir insanın hayatının ve yaşadıklarının bitiremeyeceğini somutlaştırmaktadır: “ “çoktan döndüm gittiğim gurbetlerden/yine de içimde kanayan bir sılanın sesi.” (Tuhaf Duygu, s.599), “kent ve ev/ değiştirdim elbet, ama elli yıldır aynı oyuğu oydum ısrarla.” (Tuhaf Yaratık, s.694), “bunca yıl hangi sılayı özledim ben/ hangi çevreyi?” (Bir Kederi Duyumsamak, s.724), “tinimde öylesine tutuşmuş/bir sıla özlemi.” (Herkes Başka Ganimet Bulur, s.689)

Bu ikilemin ya da tam bir çelişki haline gelmiş olanın insanın kendine dönük soruları arttırması beklenmelidir. Çünkü insanın ikicilliği yaşadığı hayatlar ve kişiliklerle de ilgilidir. Ankara, İstanbul, Sivas başta olmak üzere epeyi bir şehirde süren hayat ve gazetecilik temelli uzun ve kısa süreli yolculuklar, başka şehirler, kasabalar ve orda yaşamalar her canlısıyla dünya memleketin seyyar bir şey olma ihtimalini çoğaltırken hepsiyle ayrı ayrı kurulan bağlar kendini bir yere ait hissetme ve tekrarla kendine köken bulma ihtimalini zayıflatıp sorunlu hale getirir insanın kendine dönük sorularını ve kuşkularını da ister istemez çoğaltır: “Ah! bilemedim/kaç kişiyiz kendimizde.” (Kaç Kişiyiz Kendimizde, s.610)

Bu noktada sıla ile gurbeti ve ikisine dönük geçişleri ve ölmedikçe sonlanmayan hayatı yabancılık, sürgünlük, göçebelik,  gezginlik, muhacirlik olarak değerlendirmek mümkündür. Ahmet Oktay biraz daha ileri gidip sürgünleri insanın gurbetleri içinde sayar ve öyle kabul eder. “İnsanın gurbetleri içinde;/ sürgün yeri bu yüzden tanıdık,/ ayrıldığı günkü gibi dönüyor kişi.” (İnsanın Gurbetleri İçinde, s. 691) Ahmet Oktay burada dize arasında çok önemli bir ayrımı da özellikle belirtir. Sıla ve özleminden kesinlikle bir vatan özlemini anlamaz. “Hayır! Vatan değildir sıla.” ( Herkes Başka Ganimet bulur, s.690)

Ahmet Oktay gurbet, sıla özleminden, sürgün, göçebelik gibi tartışmalardan bir vatanseverlik çıkarmadığı gibi bu noktada milliyetçiliklerle ve ulusçuluklarla arasına mesafeyi baştan koyar. Şairin “ey ülkem kılınmış bu sürgünde/çünkü her gün/incelen bir gölgeyi öldürüyorlar;” dizeleri (Av Saatini Bulmak, s.212) insanın doğup yaşadığı topraklarda yaşamak zorunda kaldığı ya da öyle olduğunu düşündüğü, duyduğu bir sürgünlüğü belirtir.  Aynı dönemde yazdığı “Bir sürgün gibiyim ben”, “Ey kendini yadırgayan sürgün”(Filinta, s.215)  gibi dizeler öteki yani sürgün edilen karşısında kendi yurdunda sürgün olanın durumunu yansıtır. (Dr. Kaligari’nin Dönüşü, s.239) Memleket bahsinde yaşanmış, bir dönem yaşanmış ve yaşanmakta olan şehirlerden her hangi birinde karar kılınmamış olması insanı ya da şairi hiçbir yerli yapabilir. Bu yaşanan ve geçilen şehirlerin oluşturduğu, onlardan oluşturulan ya da hepsi olan hiçbir yerdir ve beynelmileldir.

Bunun yine Richard Sennett’in sözünü ettiği köken yani bir yere ait olma ihtiyacı ve duygusu ile ilgisi olup olmadığı tartışmaya açıktır. Memleket arzusunun kökenle ve bunun arzusuyla ilişkisi belirsiz ve sorunludur. İnsan dâhil bütün canlıların dünya tarihi boyunca sürekli bir gidip gelme ve yerinden edilme içinde ancak yaşabildiği/yaşadığı ve bunun her zaman tartışmasını yapılacak bir insan tipini yarattığı düşünülürse aynı dünyanın köken ve yurt ihtiyacına karşılık verip vermeyeceği de tartışmalı olacaktır.

Bu durum tabii memleket arzusundan çok ulusçuluğun köken ihtiyacından dolayı bizi Eric Hobsbawm’dan hareketle geçmişin ve kökenin icat edebileceği düşüncesine kadar vardırabilir. (Geleneğin İcadı, Hazırlayanlar: Eric Hobsbawm & Terence Ranger, çeviri: Mehmet Murat Şahin, Agora, Eylül 2006) Otorite ve insanlar çoğu zaman icat ettikleri geçmiş ile yaşadıkları yerleri yurt olarak benimserler hatta ordan otoriter ulusçuluklar, milliyetçilikler çıkarırlar ve savunurlar.

Devam edelim… Şehri, kasabaları yani dünyayı nesneler, mekânlar ve canlılar, onlarla yaşadıklarımı ve bu yaşamadan, duyduklarımız oluşturur. Bu noktada her yeni şehirde ve mekânda eski şehri, mekânları arayıp aramadığımız konusunu bir yere ve sonuca bağlamaktan yana değilsek de her şey anımsatır, canlılar, mekânlar ve nesneler birbirini çağırır ve birbirine gönderir diyebiliriz. Ahmet Oktay’ın “yıkık evi dinleriz taşındığımız evde” dizesi bunu ifade etmeye çalışır. (Solgun Bahçe, s.655) Burada dert etmemiz gereken yalnız eski ev değildir aynı zamanda o evin yıkılmış olmasıdır yani artık olmamasıdır yani ölmesidir. “Komşular öldü çoktan,/yıkıldı bahçeli evler/kalmadı sürülecek iz/ hüzünlendirici artık ramazanlar” ( Yalçın tura İçin On Kederli Şarkı, s.731)

Bu canlılar ve mekânlar aynı zamanda insanın her döneminde hayatla ilgisi ve katkısı ne düzeyde ve ölçüde olursa olsun insanın çevresidir. Ahmet Oktay’ın demesiyle etrafıdır. Bu yüzden de Ahmet Oktay baştan belirtecektir:  “İnsan etrafıdır elbet.” ( Yıllık Bakım, s.639) Ama söz konusu etraf çoğunlukla yakın akraba, arkadaş sokaklı ve mahalleli ve oralarda yaşayan canlılarla, mekânlarla, nesnelerle sınırlanmaz, şehre,  coğrafyaya hatta beynelmilelleşerek dünyaya doğru genişler ve açılır. Buysa yazılan şiiri beynelmilelleştirir.

Bugün ister istemez o geri çekilmeye ve yalnız kalmaya/bırakılmaya bağlı olarak etraf küçülürken geçmişte de kalacaktır yani asıl etrafı geçmiş ve onun yaşanmış hayatı, ilişkileri oluşturacaktır ve bu da fazlasıyla kederdir ve kederli bir şeydir. Çünkü geçmiş dediğimiz şey hayatta artık karşılığı kalmamış yani yok olmuş, izleri varsa vardır ama onlardan çok zihnimizde duranlardan ve etkisinden oluşur yani zihnimizdir. Yaşanmış, gidilip gelinmiş şehirler ve onlarda kalan etrafımız yan yana gelerek, birleşerek hepsinden izler bulunduran hiçbir yeri oluşturur. Buradaki hiçbir yerlilik bir yerli olmama/olamamaya da esaslı bir yanıttır.

Ahmet Oktay dünya şiiriyle ve başka insanlarla, onların trajedileri ile kurduğu ilişkiler sayesinde izleklerini şiirinde beynelmilel düzeye de çeker. Heinrich Kleist, Virginia Woolf, Stefan Zweig, Vladimir Mayakovski, Gerard de Nerval, Walter Benjamin, Attila Jozsef, Arthur Koestler ,Cesare Pavese, Sergey Yesenin gibi şair ve yazarların kendilerini öldürmeleri  yani intihar etmeleri ile sona eren trajedileri ile şiir üstünden kurduğu ilişki söz konusu düzeylerin sonucudur. (Yol Üstündeki Semender, s.437-476) Bu hem memleket duygusunu hem de sürgünlüğü beynelmilel ve herkese ait yapan da bir şeydir.

İnsanın yaşlandıkça geçmişi daha fazla hatırlaması ve şairin şiir etmesi de duyduğu acı, keder ve yalnızlıkla ilgilidir. Evler, mekânlar yıkılmış, insanlar, canlılar ölmüş, öldürülmüş ve şehirler, mahalleler terk edilmiş, yıkılmış, yakılmış geride bunların tanığı ve biliyor olmanın acısı, kederi ve suçu kalmıştır. “Keder bulaşıyor üstüme herkesten.”  (Kâtibe, s.634)

Bu bir yanıyla şehirlerin, mekânların, canlıların arasındaki ilişkilerin ve ilişki biçimlerinin yaşamaya izin verse bile o geçmişten dolayı pek mutlu etmemesiyle de ilgilidir. Kaldı ki şehirler mekânlar, canlılar arasında seksen yılı geçkin zaman süren gidip gelme yani yaşama insana dönük göçebe, sürgün, muhacir, yersizlik yurtsuzluk, yerinden edilme gibi (bu gibiye ayrı tartışma konusu olduklarını düşündüğüm serüvenciliği (Ahmet Telli) ve göçmenliği (Balkan şairleri vb.) bilerek eklemiyorum) kavram ve tanımlamalarla açıklanmaya çalışılsa bile bunlar da dünyanın ve onun her türden canlıya kasteden zulmü karşısında devrim düşüncesi/imgesi ve umut ilkesine rağmen  insanı mutlu ve ikna etmeye yetmeyebilir, insana hayal kırıklığı yaşatabilir.

Bunu da tartışmak gerekse de belki de bunu ondan çok benimsenmiş ve süreklilik talep eden bir durum olarak da kabul etmek daha doğrudur: “’Kanmaz ki göçebe’ dedi Demir de; ‘durduğu/yer, hep başka yerleri, imler. Nereye baksa/hayalinde ürettiği düşlerdir gördüğü;/yaşar muhtemel kıyametlerin korkusuyla”( Öğle Yemeği, s.663) Ama bu da değildir söz konusu olan yalnızca bir arzudur: “Göçebe biri olayım istedim;/…/ yine de yerleşik/ biriydim çıktığım yolculuklarda; döneceğim günü ve yeri bildim/daha hareket ettiğim anda”. (Aynı ve Değişken, s.687)

Şiir yazanın temel özelliği benimsediği ve üretmeye çalıştığı farklılığın ama ondan çok aşırılığın biçim ve kişilik olarak kalmasını istemesi ve bunu benimsemesidir. Hiçbir kimse olmak kadar yerleşikliğe rağmen hiçbir yerli olmak arzu edilebilir ve büyülü ve beynelmilel bir şeydir. Hiçbir şeyi de tekrarla yaşanan, yaşanmakta olan,  arzu edilen, hayallenen şehirler, mekânlar ve orda yaşayan canlılar ve hikâyeleri oluşturur.

Buraya kadar belirtilmeye çalışılan fazlasıyla acı ve keder veren bir dünyanın ve onu hiç birer haline getirmenin hikâyesi karşısında duyulanı azaltmanın ve katlanılır hale getirmenin ve paylaşmanın bir yolu da, buna bizim bildiğimiz tek yol da diyebileceğimiz yazıp söylemektir. “çünkü sadece yazmak tesellidir/çektiğimiz acıya bu dünyada.” (Kırlaştı Saçlarım, s.655)

Ahmet Oktay şiirinde yalnızlık ve onun sonucu acı ve kederin memleket ve sürgünlük başta olmak üzere burada anlatılanlardan daha fazla içerimleri ve çağrışımları var. Bu yüzden konuyu tek bir yazıda bitirmenin de imkânı neredeyse yoktur. Aynı biçimde yurt, memleket tartışması da Zgymunt Bauman’ın sözünü ettiği “kapımızdaki yabancılar” da dâhil edilerek farklı düzeylerde sürdürülebilir, sürdürülmelidir. Umarız bu yazı bütün bunlara mütevazı bir başlangıç oluşturur.

*Yazıda alıntılanan şiir ve dizeler Ahmet Oktay’ın “söz acıda sınandı” (tüm şiirleri) kitabından alınmıştır. (Islık Yayınları, Nisan 2016,İstanbul)

 

ARTIGERCEK

EB / Aktüelsanat

portal için içerik derleyici
Yazarın bir önceki yazısı
Kapalı
Başa dön tuşu

Reklam Engelleyici Algılandı

Reklamı engelleyerek iyi yapmışın, yazıya odaklanmakta fayda var.